Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Şubat '22

 
Kategori
Öykü
 

TANRI MİSAFİRİ

TANRI MİSAFİRİ

Diğer pazartesilerden hiçbir farkı yoktu. Hafta sonundan çıkılmış, yine işe gelinmişti. İşyeri İzmir’in Güzelyalı semtinde bir apartmanın karşılıklı çatı katı daireleriydi. Kuzey tarafındaki dairede,  şirketin yönetim kurulu başkan yardımcısı, sekreteri ve bir de  kasa defteri yazıp, götür getir işlerini yapıyor olmasına rağmen kendini çok önemli biriymiş gibi göstermeye çalışan, buna kendinden başka inananı olmayan, yönetim kurulu başkanının arkasından her zaman “benim ortak” diye fütursuzca söz eden,  ama onun karşısında ise her zaman hazır ol da duran boy fakiri bir astsubay emeklisi bulunurdu. Diğer çalışanların ne dediklerini, ne yaptıklarını bir güzel patrona okuyup anlatmak da gayri resmi görevleri arasındaydı. Bu muhteremin gammazlamalarını diğer çalışanların önemsediği açıktı ancak iki kişi hiç mi hiç umursamıyordu.  Biri şirketin mimarı Ümit, diğeri ise şirketin muhasebecisi Ahmet’ ti…  Kendilerine has kişiliklerdi onlar. İşlerini iyi yapar ve kimseden de çekinmezlerdi.  Diğer karşı çatı katında ise şirketin mimari ve mali işleri yapılıyordu. Mimari kadro daha geniş olduğu için, Salon tarafı bu işlere, arka taraftaki iki oda ise mali işlere ayrılmıştı. Aslında şöyle de denilebilir, kuzeye bakan çatı katı yönetim amaçlı, güneye bakan çatı katı ise uzmanlık amaçlı kullanılıyordu. Bir keresinde patrona kızıp arkasından kızan Ahmet ne dediyse, patrona gammazlanmış, patronda Ahmet’e “benim için bunları söylemişsin.” Deyince, o da hiç çekinmeden; “Evet doğrudur, ama dikkat edin, bu gün beni size gammazlar, yarın da sizi başkasına gammazlar bu adam. İsterseniz ben de onun sizin arkanızdan neler dediğini söyleyeyim ama yakışık almaz. Hem size kızamaz mıyım ben? Size kızmam sizi sevmediğim anlamına mı gelir? Sizin de bize kızdığınız zamanlar olmuyor mu? Hakkımızdaki düşünce ve fikirleriniz değişiyor mu bu yüzden? Ben değişmediğine inanıyorum. Aynı şekilde ben de size kızdım, söylendim diye benim de sizin hakkınızdaki fikirlerim değişmedi.  Kızdım ve postacıya verdim lafı, anında yetiştirmiş. Zaten benim de istediğim, kızdığımı sizin öğrenmenizdi. Şimdi top sizde, artık gol mu atarsınız, topu taca mı atarsınız o sizin bileceğiniz iş” demişti…

O günlerde çok meşhur olan Mustafa Sandalın Gidenlerden şarkısını çok beğeniyordu Ümit. Bunu bildiği için Ahmet her fırsatta gazı veriyor ,“Gidenlerden/Bir tek seni bana ekledim/ seni deli gibi bekledim/gidenlerden” nakaratını söylemesi yetiyordu şarkıyı Ümit’in ağzına dolamaya. Sonrası ise rahattı, radyoya falan gerek yoktu. Ümit, akşama kadar hem iş yapıyor, hem de şarkıyı aralıksız söylüyordu. Makamlıda söylediği için, diğer çalışanlar rahatsız olmuyor, aksine onların da hoşuna gidiyordu.

İşte o pazartesi günü işe en son gelen Mimar Ümit’ ti. Ahmet ne kadar, Ümit’e duyuracak şekilde “Gidenlerden/Bir tek seni bana ekledim/ seni deli gibi bekledim/gidenlerden” diye mırıldansa bile Ümitten tık ses çıkmıyordu. Ses çıkmadığı gibi, Ümit’in ağzını bıçak da açmıyordu. Çene kaslarının oynamasından sürekli dişlerini sıktığı anlaşılıyordu. Belli ki morali bozuktu, neşesi kaçmıştı, içinden şarkı söylemek gelmiyordu. Bunu hisseden Ahmet, bilgisayarı başındaki işini yarım bırakarak mimari bölüme geldi, Ümit’ in masasının yanına bir sandalye çekti. Çay, kahve ve yemek işleri ile uğraşan Nurten teyzeye iki çay söyledi.

“Eee dostum, yüzünden düşen bin parça, anlat bakalım neyin var?”

“Yok, bir şeyim. Sadece keyifsizim.”

“Yok deme, belli ki var bir şeyin, hadi biraz ara ver de anlat.”

Çaylar geldi, ilk yudumlar alındı ve Ümit başladı anlatmaya;

“Benim Bodrum’ da bir sitenin içinde yıllardır kullanmadığım, boş tuttuğum bir yazlık evim var. Geçtiğimiz hafta sonu şeytan dürttü, git bak dedi. Gittim baktım, bir de ne göreyim, dört çocuklu bir aile eşyalarını taşımış, girmiş benim evde bir güzel oturuyor. Yahu nasıl böyle bir şey yapar bu insanlar!”

Ümit kıpkırmızı olmuş, burnundan soluyordu,

“Ben ona göstereceğim, onu hapislere attıracağım, bak ona neler yapacağım, benim evimi gasp etmek neymiş ben onlara göstereceğim, onları mahvedeceğim!”

“Dur hele sakin ol Ümit.” Dedi Ahmet.

“Nasıl sakin olayım Ahmet. Adam evimi gasp etmiş. Kim görse sitede bekçi var. nasıl böyle bir şey olur. Burası dağ başı mı?”

“Değil tabi ama sinirlenme, sakin ol”

Tanrının zaman zaman insanları sınadığına inanan Ahmet, bu yüzden Ümit’in sınanmaya başladığını düşünüyordu.

“Bak Ümit, gel başka bir pencereden bakalım”, dedi. Çayının son yudumunu da çekip bardağı masaya bıraktıktan sonra devam etti; “Sen Mimarsın değil mi? Evet. Yani bu güne kadar hep bu dünya için çalışmışsın. Az yada çok dünyalık yapmışsın, öyle mi? Evet. İnançlarının ne derece olduğunu bilmiyorum, gerçi merak da etmiyorum ama peki, ya Tanrı seni sınıyorsa…”

“Ne sınaması?”

“İşte gördüğün gibi, yıllardır boş tuttuğun yazlık evine dört çocuklu bir aile gelmiş oturmuş. Sen durup dururken birinin evine çoluk çocuğunla eşyalarınla taşınıp oturur muydun?”

“Oturmazdım.”

“Demek ki bu aile çaresiz kalmış ve Tanrı bu aileye senin vasıtanla yardım ediyor, Yani bu aile bir nevi tanrı misafiri. Ve tanrı bu çaresiz kullarına ne yapacağın konusunda seni sınıyor… Bir de böyle düşün.”

“Ben şu anda bir şey düşünebilecek halde değilim.” Derken biraz olsun rahatladığı, sakinleştiği yüzünden okunuyordu Ümit’in.

“Hem bak, evinin senelerdir boş olduğunu söylüyorsun, içinde insan olması daha iyi değil mi? Hiç olmazsa evine bir nebze olsun bakarlar, ilgilenirler, temiz tutarlar, korurlar.”

Git gide rahatlıyordu Ümit. “Evet haklısın. Ama hiç kira da vermediler.”

“Boş ver kira da alma, onlar tanrı misafiri, belli ki bu güne kadar hiç yapmamışsın, biraz da öbür taraf için bir şeyler yap. Her şey para değil. Hem bak böyle yaparsan belki her şey ileride senin için daha iyi olur. Tanrı belki senin ne yapacağını merak ediyor. Sakın üzme misafirlerini, yaptığın iyiliğin de karşılıksız kalmayacağını, günü geldiğinde mükafatını alacağını düşün. Bazen insan ne kadar istese de yardım edecek birini bulamazmış etrafında. Bunlar senin ayağına gelmiş Tanrı misafiri. Yardım et onlara.”

İyice sakinleşen, rahatlayan Ümit, “Tamam Ahmet, tamam abi.”, dedi. “Düşüneceğim.”

Yoğun bir çalışma temposuyla, günlerin nasıl geçtiği anlaşılmadan hafta sonu gelmişti.  Güzel ve bol güneşli bir hafta tatilinden sonra Pazartesi herkes yine işinin başındaydı.  Ahmet işe geldiğinde Ümit daha gelmemişti.  Sabah çayını yudumlarken “Bu mimar da her pazartesi işleri savsaklıyor.” Diye düşünürken Ümit geldi. 

“Selam millet!” Omzuna astığı çantasını çıkarıp çizim masasının üzerine koydu.  Sabah çok erken işe gelip çayı demleyen Nurten abla, sabah herkese yaptığı gibi Ümit’ inde çayını istemeden getirip çizim masasının yanındaki küçük masaya koydu.  Ümit bir müddet soluklandıktan sonra çayını alıp Ahmet’in çalıştığı odaya gitti. Kapıdan girerken onu gören Ahmet;

“Oo, Ümit Bey hoş geldin. Gözümüz yollarda kaldı. Hayırdır her pazartesi geç gelmeyi alışkanlık edindin.” Derken aynı zamanda da şaka olduğunu belli etmek için gülümsüyordu.

“Yok, yahu. Geçen hafta sonu biliyorsun Bodrum’daydım, seninle konuştuktan sonra bu hafta sonu da Bodrum’a gittim.”

“E, ne oldu, çıkarıp dışarı attım onları deme sakın, üzülürüm.”

“Yok, abi. Çıkarmadım. Sen haklıydın, ben ömrü hayatım boyunca ne yaptıysam bu dünya için yaptım. Senin de beni uyarman iyi oldu. Ben de bunu bir fırsat bildim ve Bodruma tekrar gittim. Evimin kapısını çaldım.  Benim tanrı misafirleri karı, koca çıktılar kapıya. Çok tedirgin olmuşlardı. Sakince, neden evime girdiklerini sordum. Başlarından geçen sıkıntılı günleri bir bir anlattılar. Düşündüm, anlattıkları hiç kimsenin temenni etmeyeceği ama her kesin de başına gelebilecek cinsten üzüntü ve sıkıntılardı.

“Nurten abla! Bize iki çay daha getirebilir misin, Lütfen!” diye seslendi Ahmet.

“Bir olsun, ben daha içiyorum!”

“Sonra ne oldu?”

“Sonra, onlara evimde kira vermeden oturabileceklerini söylediğimde, yüzlerindeki o mutluluk ve sevinç ifadeleri görülmeye değerdi. Ben de bunu görünce çok mutlu oldum açıkçası. Ancak ileride o evi satabileceğimi, eğer satmaya karar verdiğim takdirde, kolay satabilmem için çıkmaları gerektiğini söyledim ve döndüm. Ha dönmeden içeri buyur ettiler, çay demlemişler bana da ikram ettiler. Evin içini de gördüm, tertemiz yapmışlar…  Açık konuşmak gerekirse, bu insanlara yardım etmek bana da huzur verdi. Daha önce böyle bir duyguyu tatmamıştım.  Benim gidip orada oturacağım yok, yatırım için almıştım o evi.  Satacağım zamana kadar otursunlar. Şükür ki, en azından şimdilik o evin getireceği kiraya da ihtiyacım yok.”

...

Günler çabucak akıp geçti. Çizim işleri bittiği için ve başka proje çizim işleri olmadığından,  Ümit işten ayrılmayı ve serbest çalışmayı tercih etti. Kendisine, hak edip etmediğine bakılmaksızın, her türlü tazminatları ödendi. Daha sonra Ahmet de işten ayrıldı. İşletmeye hiçbir zararı olmamasına ve birçok personele ve hatta patronun yeğenine dahi iş öğretip yetiştirmesine rağmen ve birçoklarına kendileri istifa etmiş olsalar dahi tazminatları ödenmiş olmasına rağmen, Ahmet’e hiçbir tazminatı ödenmedi.  Bu şekilde her kes kendi yoluna gitti.

Ahmet bir müddet sonra İzmir’in beş yıldızlı büyük otellerinden birinde Mali işler müdürü oldu. Aradan beş altı yıl geçmişti ki, Ümit, Ahmet’i aradı. İzmir’ de olduğunu söyleyince Ahmet otele davet etti Ümit’i.  Görüşmeyeli uzun bir süre olmasına rağmen,  samimiyetlerinden bir şey kaybetmemişlerdi. Ahmet, ne içmeyi arzu ettiğini sordu, Ümit soğuk bir bira istedi. Birası gelinceye kadar hoş beş nerelerde zaman geçirdiklerini sorup öğrendiler. Birası gelince, birkaç yudum içtikten sonra söze başladı;

“Ben buraya neden geldim? Ben buraya hikâyenin sonunu anlatmaya geldim. Birlikte çalıştığımız işten ayrıldıktan sonra kendi mimarlık işlerimi yapmaya başladım. Çizimler yaptım, günlerim öyle geçti. Yaklaşık dört yıl sonra bir tanıdığımla, Bodrumdaki arsasının üzerine evler yapmaya karar verdik. Arsa ondan, Proje ve İnşaatı da ben yapacaktım. Öyle anlaştık. Müstakil on tane ev yapacaktık, yarısı onun, yarısı benim. Ancak ilk hafriyat ve temel inşaatını yapmak için, belediye harçları vs. işler için para lazımdı, bu yüzden İzmir’de bir evimi ve Bodrum’daki o tanrı misafirlerinin kira vermeden oturduğu evi satmak zorundaydım.  Önce boş olan İzmir’ deki evi satıp masraflara harcadım. Daha sonra Bodrumdaki evi sattım. Ancak öyle birden bire de ortada bırakmak istemedim o tanrı misafirlerini. Önce gidip bir ev tuttum onlar için. Kira ödemeden evimde oturdukları onca yılın üzerine, başlarının çaresine bakabilmeleri için tuttuğum evin bir yıllık kirasını da ödedim.  Daha sonra Kamyon tuttum ve eşyalarını taşıdıktan sonra evi sattım ve işlere başladım. Projeleri çizdim. Daha inşaat halindeyken, kendime ait olan evlerin tamamını peynir ekmek gibi sattım. Dolayısıyla hiç zorluk çekmedim.”

“Hayırlı olsun, çok sevindim!”

“Dur, daha asıl önemli yerini anlatmadım. Şimdi oraya geliyorum. Ben bu tanrı misafirlerine yardım ettim diye, öyle inanıyorum ki Allah da bana yardım etti. Şöyle ki; Bodrum’ da biliyorsun yıllardır su problemi var. Kışın metrekareye düşen yağmur istatistiklerine baktım, araştırdım kışın gayet yağmurlu. Bu durumu görünce de çizeceğim evlerin altına sarnıç yapmaya karar verdim.  Kışın yağan yağmurlar dolduracaktı evlerin altındaki sarnıçları. Sarnıçlar, yazın dört kişilik bir ailenin kullanma suyunu rahat rahat karşılayacak kapasitede olacaktı.  İtiraf etmeliyim, bu benim kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Zaten gelseydi, Bodrum’da o zamana kadar proje çizen birçok mimarın da aklına gelirdi. Ben, o garip tanrı misafirlerine onca yıl yardım ettiğim için Allah da bana yardım etti ve benim aklıma bunu getirdi. İşte evlerin altında sırf o sarnıçların olmasından dolayı, hiç zorlanmadan çok kolay bir şekilde evlerin tamamını inşaat devam ederken satınca, para sıkıntım da kalmadığı için rahatça inşaatı bitirdim.”

 

Adnan Şişman

27 Haziran 2013, Perşembe, 15.50, İzmir

 
Toplam blog
: 177
: 9
Kayıt tarihi
: 21.08.15
 
 

1961 yılının sıcacık Temmuz ayının 12. Günü sabah serinliğinde, Üsküdar Zeynep Kamil doğum hastan..