Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Nisan '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Tanzanya gezi notları

Tanzanya gezi notları
 

tanzanya serengeti milli parkı zürafalar


Zanzibar’ı görmeyi ne zamandır kafama koymuştum. Ama, şu günlerde, bir gezi hazırlığım yoktu. 28 Ocak’ta, oğlumun Kırklareli’nde, askerlik görevi bitmiş, alıp, evimize gelmiştik. Aynı gün, Ankaralı Gezginler den, bir arkadaşımın maili geldi. 6 Şubat’ta Kenya ve Tanzanya’ya gideceklerini yazıyordu. O anda, malum şeytan, kanıma giriverdi, “ ben de geleyim “ diye yazdım. Tesadüf bilet buldum ( THY Nairobi gidiş – dönüş 534 €, Trek Turizm 8 taksit ), son Balkanlar gezimden artırdığım ve o günden bu yana kumbaramda biriktirdiğim dolarlar da bana yetecekti herhalde. Dört kişilik gruptan, iki arkadaş 20 Şubat’ta dönecekler, ben diğeri ile 25 Şubat’ta dönecektim.
Gezilerimin olmazsa olmazlarından Lonely Planet rehber kitaplarından “ Africa “ isimli kitabı, yeni baskısı yakında çıkacağı için, piyasada zar zor bulabildim. Karınca duasını andıran küçücük harfleri ile gözlerime işkence ederek, hedef ülkeleri tanımaya, çalışmaya, notlar almaya başladım.


06 ŞUBAT 2010 ( İSTANBUL - NAİROBİ )

Günlerdir süren bilgi derleme ve sırt çantamı hazırlama gayretlerim, öğlene kadar sürdü. Her uzaklara gidişimde, ailece mutadımız olan, veda yemeğimi, eşim, oğlum, gelinim, kızım, damadım ve en çok özleyeceğimi bildiğim torunumla yedikten sonra, Atatürk havaalanına getirdi oğlum ve eşim beni.
Ankara’dan gelen gezi arkadaşlarımla buluşarak, fiyakalı kapısında “ longe “ yazan, salona giriyor ve ilk planlarımızı yapmaya başlıyoruz.
Kenya, özellikle Tanzanya, sarı humma hastalığı açısından risk taşıyor, bu nedenle; gezilecek ülkeye gitmeden on gün önce, Hudut ve Sahiller Sağlık Müdürlüğünde sarı humma aşısı olmak gerekiyor. Bu aşıyı yaptırmış, ayrıca, yine potansiyel bölgesel hastalık olan sıtma önlemi olarak da; geziden bir gün önce başlayıp, gezi süresince ve gezi dönüşü de kullanacağım Tetradox kullanmam yolunda ikaz almıştım, görevli doktordan. Ayrıca da, sivrisineklerle temas etmemek için, mutlaka sinek kovucu krem veya sprey kullanmam önerilmişti. İşte, bu sinek kovuculardan metal tüpte olanlar x-ray’de görülünce, güvenlik görevlileri el koydu. Allahtan, bir tane plastik tüplü vardı, onu kurtarabildim.
Salonda uçağa geçiş saatini beklerken, yirmi dakika rötar geldi. Yolcuların çoğu, Afrika’ya daha doğrusu Kenya’ya gidecek yabancılarla dolu. THY, son zamanlarda, Arapların low cost firmaları gibi, Avrupa ile Asya ve Afrika arasında aktarmalı uçuşları hayata geçirince, yoğun talep görmeye başladı. Uçak tamamen dolu. Malum, uyanıp uyanmalar, hava boşluklarına düşmenin verdiği tedirginlikler, yiyeceklerin servis edildiği, bebeklerin yemek kapları büyüklüğündeki kaplar içinde gelenleri, üzerime veya yere düşürmemek gayretiyle geçti yolculuk. Dün akşam 20.00 de başlayıp, Kenya saati ile ( saatleri bir saat ileri almıştım ) sabah 03.13 ‘de Nairobi’nin, Jomo Kenyatta havaalanında sona erdi.
Kenya vizesi hakkında çelişkili bilgiler edinmiştim. Bu nedenle de, uçakta dağıtılan formlarda vize hanesini, özellikle boş bırakmıştım. Vize bankosu önünde oluşan kuyruğa girdim. Özel pasaportum olduğunu söyleyince görevli, dar bir koridorun sonunda başka bir salona gönderdi beni. Sempatik genç, vize bandını yapıştırarak üzerine “ gratis “ yani ücretsiz yazdı, üç aylık vize almış oldum böylece. Bankonun üzerindeki vize ücretleri dikkatimi çekti bu arada; normal vize ücretleri 25$, transit vize ücretleri ise, 10$, 10 € ya da 10 £, yani gönlünden ne koparsa misali… Açık olan döviz bürosunda 50 $ bozdurarak ilk Kesh ( Kenya şilini ) lerimi alıyorum. 1 $ = 73 Kes.


07.02.2010 ( NAİROBİ - NAMANGA - ARUSHA )


Nairobi gecelerinin kötü ününü hemen her yerde okuduğumuzdan, havaalanı dış hatlar terminalinde, kafe’de oturarak, günün ağarmasını beklemeye başladık. Bu arada ben, safari konusunda yaptığım araştırmaları anlattım arkadaşlarıma. Bulunduğumuz mevsim itibarıyla; Kenya’da, Masai Mara’da çıkmayı düşündüğümüz safari turu ilginç değildi. Zira, elimdeki “ yaban hayvanları göç haritasına “ göre, Ekim ayında, büyük hayvan popülasyonuna sahip, Masai Mara. Bu topraklarda yağmur mevsimi geçtiği için; milyonlarca öküz başlı antilop, zebra, onların peşinden yırtıcı ve leş yiyiciler, kuşlar, mayıs ayına kadar, Tanzanya’nın güneyinde, Serengeti, Ngorongoro gibi otların daha yeşil ve bol olduğu toprakları mesken tutmuşlar. Ve bu büyük göç, bizim evlerimizin üzerinden geçip giden leyleklerin de dahil olduğu, iç güdüleri ile binlerce yıldır aynı rota ve tempoda sürdükleri bir akış. Neyse ki; endişelerim kabul görüyor ve hiç Nairobi’ye girmeden, Tanzanya’ya, Serengeti Milli Parkı ile Ngorongoro Krater çukurundaki safarilerin başlangıç noktası olan Arusha’ya gitmeye karar veriyoruz. Kafe’deki masamıza ayakçıların biri gidiyor biri geliyor, Arusha’ya gidecek shuttle ( minibüs ) lar için bilet satmak için. Fiyatlar 18$ ile 30 arasında değişiyor. Yolcuların çıktığı salonun tam ortasındaki, minik gişe daha güven verici geliyor ve 20 $’dan, Arusha’da bulunan İmpala otele ait shuttle için biletlerimizi alıyoruz. Hareket saati olan 08.30’a kadar, sıkıntılı da olsa, beklemek zorundayız. Beş dakika kala, bilet aldığımız kız, mahçup bir tavırla geliyor yanımıza, bir aksaklık olduğunu, İmpala ile değil Riverside isimli başka bir firmanın aracı ile gideceğimizi söylüyor. Muhtemelen, daha ucuz olan firmaya devrederek, aradaki farkı cebine indirdi. Günahı boynuna. Kenya’da ilk kucaklanmamız diyerek sineye çekiyoruz.
Minibüs, Moshi’den Klimanjaro Dağı tırmanışına giden yabancılarla dolu. Yanlarındaki, dağcı malzemelerinden, giysilerinden anlamak mümkün. Moshi, Arusha’dan sonra, uğranacak yerleşim. Havaalanından çıkınca, ipek gibi bir asfalt üzerinde ilerliyoruz. Oh ne rahat demeye kalmadan yol bozuluyor, Kenya – Tanzanya arasındaki sınır kapısı olan Namanga’yı gösteren yola girince, sanki bir tarlanın içine düşüyoruz. Hemen yanı başında Çinli müteahhitlerin yaptığı yeni yolun bitmiş kısımları uzanıyor, bazen, bu yola girip nefesleniyor, bazen yine delik deşik tarlalara düşüyoruz. Yolun bozukluğuna bir de aracın içine dolan toz eklenince, beş yıl önce, Tayland’dan Kamboçya’ya geçerken, sınır kapısı Aranya Prathet ile Siem Reap arasındaki dokuz saat süren felaket minibüs yolculuğunu hatırlıyorum.
Tanzanya sınırındaki Namanga’ya yüz kilometre kala, salaş bir tesise sokuyor bizi şöför, her zamanki kurnazlıkları ile. Hediyelik eşyalara da, yemeğe de kimse rağbet etmiyor. Fazla beklemeden hareket ediyoruz. Akşam, sağlam bir yağmur yağmış olmalı, yollarda, su göletleri var, yukarıda kara bulutlar dolaşıyor.
İngiliz emperyalizminin mirası olan sol trafik uygulaması, Uzak Doğu’da olduğu gibi, burada da devam ediyor. Çok ender görülen akaryakıt istasyonlarından birine girince, gözüm, fiyat panosuna takılıyor, mazot 73 Ksh, bir dolar yani, güzel memleketimin siyasetçileri düşüveriyor aklıma birden. Akşam uçakta uykusuz kalmamak için her fırsatta uyumaya çalıştım, yine de, oturduğum yerde, sarsıldıkça içim geçiyor, başım öne düşünce uyanıyorum zaman zaman. Masaailer’in yerleşimi, İsinya’dan geçiyoruz. Sefalet, yoksulluk işareti saç kaplı kulübeler, omuzlarına attıkları, kırmızı desenli şalları, ellerinden hiç düşürmedikleri ince sopaları ile Maasailer takılıyor gözüme. Nereden gelip, nereden gittikleri meçhul, Afrika savanlarının içerisinde, kırmızı benekler halinde, incecik bacakları, incecik vücutları ile yürüyorlar. Kadınlar sırtladıkları heybelerinin içerisinde, bebeklerini taşıyorlar dimdik. Kırmızı desenli şalları siyah tenleri ile uyum, bembeyaz dişleri, simsiyah yüzleri ile tezat oluşturuyor.
Yanımızda, yepyeni asfalt uzanırken, sık sık, berbat toprak yollara girerek toz içerisinde kalıyoruz hala. Yol kenarına dizilmiş Protestan Anglikan ve Katolik Kiliselerine, ince uzun çizgiler halinde akıyor köylüler, bugün Pazar, ayine katılacaklar anlaşılan. En temiz elbiselerini giydikleri, özenle yürüdükleri belli oluyor. Kiliselerin yanında camiler de var bazen, takkeli, etekler giymiş Müslümanlar, caminin etrafındaki ağaçların gölgelerine uzanmış yatıyorlar. Maasailer’in kendi ilkel dinlerinden sonra, dayatılan hiçbir dini kabul etmediklerini okumuştum. Nairobi havaalanında sabahı beklerken gördüğüm, şişman, obez Kenyalılardan burada eser yok, herkes tazı gibi incecik.
Namanga sınır kapısına 50 km. kaldığını gösteren levha da, gerilerde kalıyor. Bazen yol kenarında, bazen daha içerilerde, ağaçların arasından yükselen dumanların nedenini tahmin edebiliyorum. Köylülerin, zaten cılız olan ağaçları keserek yaptıkları mangal kömürü harmanları bunlar.
Yavaş yavaş sınır kapısına yaklaştığımızın işareti olan kaotik görüntüler başlıyor. Kenya’ya giriş yaptığım tarihin hemen yanına çıkış tarihini vuruyor görevli. Gümrük binalarına yaklaşmaları yasak olmalı, karşıya dizilmiş Maasai kadınları sessizce ellerini sallayarak, kollarına doladıkları kolyeleri satmaya çalışıyorlar.
Nerede başladığı, nerede bittiği belli olmayan tampon bölgeden sonra Tanzanya giriş kapısındayız. Batılıların oluşturduğu bir kuyruğa dahil oluyoruz, giriş işlemleri için. Neyse ki; İstanbul’da Tanzanya vizesini aldığımız için ( 65 € ), daha sakin bir banko önüne diziliyoruz. Maasailerin, Kenya-Tanzanya arasında vize derdi yok, ellerindeki ince değneklerini sallayarak, diğer ülkeye geçebiliyorlar. Sıram geliyor, çirkin ama sempatik görevli genç kız, bir yandan şarkı söylerken, bir yandan bilgisayara işleyip, fotoğrafımı çekiyor.
Bir gölgeye sığınıp, diğer yolcuların işlemlerinin bitmesini beklerken, dünyanın her yerinde yaşanan ekmek kavgasını izliyorum burada da. Beni hiç rahat bırakmayan satıcıların gözlerinde ekmek kavgası telaşını ve yaşama sevinci pırıltılarını okuyabiliyorum.
Nairobi – Namanga arası 175 km. idi. Namanga’dan, Arusha’ya 115 km. yolumuz var daha. Daha da, kötüleşiyor yol Tanzanya sınırından sonra. Geçtiğimiz yerleşimlerin meydanlarının tozu içerisinde, bakkal, kasap dükkanlarını, yine hiç bırakmadıkları ince ağaç dallarına yaslanmış Maasaileri izliyorum geçerken. Longide isimli Maasai köyünde, yırtık kulak memeleri, abartılı küpeleri ve önlerindeki cılız keçileri ile turistlere poz verip, bahşiş bekleyen kadınlar yollara dizilmişler. Toprağın arasında, şapkasız, saçsız simsiyah kafalarını görmek mümkün olmayacak neredeyse, dikkatle bakmasam, yere çömelmiş, düşüncelere dalmış küçük çocukların.
Aracın güzergahı üzerinde çekilecek öyle portreler, manzaralar var ki; içim gidiyor. Afrika filmlerinden tanıdığım, konik tavanları kuru otlarla kaplı, silindirik toprak kulübelerden oluşan bir köyün yanından geçiyoruz. Arusha’ya yaklaştıkça, toprak yeşermeye başladı. Ağaç sıklığı ile işlenen topraklar arttı. Sağımda, uzanıp giden Meru dağının eteklerinde yemyeşil çay bahçeleri uzanıyor. Başlarının üzerindeki iri hasır sepetleri ile rengarenk giysiler içindeki kadınlar, tarlalardan uzanıp gelen, daracık toprak patikalarda dimdik yürüyerek evlerine dönüyorlar.
Arusha’ya girerken, yol kenarlarında yoğun bir kalabalık başlıyor. Kadınlar, gençler yere çökmüş, gayesiz oturuyor, yanı başlarında, üç beş tezgahtan oluşan pazarda, ümitle ellerindeki son sebze meyveleri satmaya çalışanlarla gevezelik ediyorlar.
Nairobi- Arusha arası yolculuk dört buçuk saat denmişti. Tam altı saat sonra, Riverside firmasının araçlarının sıralandığı bir meydanda iniyoruz.
Rehber kitabımda, otobüs durağını baz alarak, hedeflediğim otelleri işaretlemiştim. Ancak, ana otobüs durağı değilmiş burası. Öyle olunca, önce o noktayı bulup, otelleri aramak gerekecek. Ancak, daha Arusha’ya girerken başlayan yağmur, minibüsten inince öylesine hızlandı ki; bir ağaç altında, toparlanmaya çalışırken, bir anda 20-30 kişilik siyah bir grubun ablukası altına girdik. Hesaplarımız yatacak anlaşılan. Mecburen, içlerinde, bembeyaz gömlek ve pantalonu ile daha farklı gözüken şişman bir adama teslim oluyoruz. Bizi bir otomobile bindiriyor, kendisi de, yanındaki üç gençle bindiği başka bir otomobille bizi takip ediyor. Binerken söylediğim Flamingo Hotel’in önünde duruyoruz. Tabii; fiyatlar, elimdeki fiyatların iki misli, resepsiyondaki kız, peşimizdeki dört kişiye komisyon vermek zorunda olduğu için, indirim de yapamıyor. Gruptan sıyrılmak istiyoruz, bırakmıyorlar. Sırf, bizi bıraksınlar diye, “ biz 10 $ ‘lık otel arıyoruz “ diyorum. Şişman adam, “ sizi 10 dolarlık otele götüreceğim “ temiz, sıcak suyu da var deyince, bir kez daha teslim oluyoruz. Sürpriz, gerçekten temiz, başka yabancıların da bulunduğu oteldeki odaları beğeniyoruz. Sanıyorum, şişman adam, resepsiyona, “ 10 dolara ver, üzerini ben tamamlayacağım “ dedi. Bu coğrafyada safari turları çok yüksek fiyatlarla pazarlanıyor. Adamın, Victoria Expeditions isimli firması da, otelin hemen altında. Bakalım neler olacak ?
Bir saat dinlendikten sonra, önümüzdeki Sokoine caddesinde yürümeye başlıyoruz. Pazar günü hemen her kentte rastlanan görüntüler burada da karşıma çıkıyor. Trafik rahat, caddeler boş, kaldırımlar işportacıların işgalinde, sokaklar işsiz güçsüz yada vakit geçirmek isteyen gençlerle dolu. Dükkanların, marketlerin tümü kapalı. Açık iki pastanenin dışında, otelin altındaki restoran var gördüğümüz kadarıyla. Sonunda, buraya sığınıyoruz. Hintli bir aile işletince, menüde, Hint yemeklerini görmek sürpriz olmuyor. Hindistan’da gezdiğim günlerde, lezzetini sevdiğim Jeera Rice ( iri ve güzel kokulu pilav ) ile Dal Makhani ( mercimek ) sipariş ediyorum. Küçük bir ocağın üzerinde, sıcak olarak geliyor. Özellikle pilavın üzerindeki safran ve kardamon ( ülkemizde kakule denir ), yemeğe verdiği lezzetle, ziyafete dönüştürüyor. ( Pilav 3000 Tsh, Dal Makhani 7800 Tsh ). Netice de, aç kalmaktan korktuğum, kaotik Arusha’da ilk yemeğim lezzetle başlıyor.
Yemekten sonra, beyaz gömlekli şişman adamın tur ofisine gidiyoruz. Adı Samuel. Elimdeki notlarda, Tanzanya’da safarinin, Kenya’dan daha pahalı olduğu, sıkı pazarlıkla 75 $/kişi.gün fiyata anlaşabileceği yazılı. Ancak, Samuel, kağıtlar dolusu hesap yapıyor, terliyor, yazıyor çiziyor, sonunda; 3 gece 4 günlük, Manyara Gölü Milli Parkı, Serengeti Milli Parkı, Ngorongoro Krateri Koruma alanını kapsayan safarinin, kendisine maliyetinin 470 $/ kişi.gün olduğunu söylüyor. Saatlerce direnip, pazarlık etmemize rağmen de, tahminlerimizin çok üzerinde; 510 $/ kişi.gün’e anlaşıyoruz.
Safari pazarlığı yaparken, hava kararmış, caddeler iyice boşalmış, dolaşmak yerine, odama çekiliyor, sıtmaya önlem olarak gezi boyunca ve sonrasında bir ay süreyle kullanacağım Tetradox isimli hapımı içip, banyonun verdiği rahatlıkla uykuya dalıyorum. Tabii, yatağın üzerinden sarkan, cibinliği, açıp, yatağın altına sokarak, tedbirimi alıyorum.

08.02.2010 ( ARUSHA - MANYARA GÖLÜ MİLLİ PARKI )

Sabah 07.00’de uyanıp, bir saat düne ait notlarımı yazıyor, sonra, aşağıdaki Hint restoranına girerek, Hint usulü peynirli, soğanlı iki tost ile çay alarak kahvaltı yapıyorum. ( 3100 Ksh ) Kaldığımız Meru İnn otelin, iç avlusunda, bir hareketlilik var. Hazırlanan jipler, ekiplerle birlikte çıkıyor, bizimkilerden haber yok. Samuel’e soruyoruz, bir yerlere telefon ediyor. Neden sonra, gezeceğimiz 96 model Land Cruiser geliyor. Çadırlar, uyku tulumları, sebze ve meyveler yükleniyor. 0.35’de rehber- şöförümüz Benny ve aşçımız Peter ile çıkıyoruz.
Arusha çıkışında bir marketten, bolca su ve konserve alıyorum ne olur, ne olmaz diyerek. ( 4x1000+ 1500 Tsh ). Aşçı neden sonra, elleri boş çıkıyor marketten. Sanırım, yaptığımız, küçücük alışverişten bile komisyon aldı. Dünyanın her yerinde, olmazsa olmaz bir gelenek bu. Başka market yokmuş gibi, çıktığımız şehir dışından tekrar Arusha’ya giriyor, sağdaki yoldan Manyara’ya giden yola sapıyoruz.
Arusha-Manyara arası 120 kilometre, yaklaşık 2.5 saat yolumuz var. Kahve plantasyonları başlıyor, hepsi de, düzenli ve disiplinli bir uygulama içerisindeler. Solda, zengin yabancıların hizmetine açık, küçük bir havaalanı var. Gökyüzünde yağmur bulutları yok bugün. Anadolu baharını anımsatan panoramaların arasında ilerliyoruz. Yollar, lüks safari jipleri ile dolu. Arusha, tüm dünyanın belgesellerini izlediği Serengeti ve Ngorongoro’nun çıkış noktası. Yol üzerinde bir köye yaklaşırken, kırmızı bir doku beliriyor. Yaklaşınca, bunların, bir hayvan pazarını dolaşan Maasai’ler olduğunu anlıyorum. Maasailer, Kenya’nın güneyi ile Tanzanya’nın kuzeyinde yaşıyorlar, yoğun olarak. Toprakla uğraşmayı sevmeyip, hayvan besliyorlar ve kültürlerini korumakta en inatçı kabilelerden.
Biraz yavaşlayalım demeye kalmadan aracın etrafı, kolye, baston satanlarla doluveriyor. Manyara-Serengeti ayrımına girmeden, aşçı bir köy girişinde, bir çuval mangal kömürü alıyor. Bundan sonraki yol, çok düzgün ve bakımlı hale geliyor.
Manyara Gölü, uzaklardan parlamaya başlıyor. Yerleşimin içinden geçerek, yokuşları tırmanmaya başlıyoruz. Girdiğimiz bir toprak patika, Panorama Safari Camp’ın girişinde bitiyor. Bize ayrılan çadırlara çantaları atıp, kampa ismini veren, güzel panoramik terastan, aşağıda uzanan yemyeşil alanı ve ileride uzanan Manyara gölünü seyrederken, Peter, öğle kumanyalarımızı dağıtıyor.
Bir saat sonra, Manyara Milli Parkı giriş kapısındayız. Benny, kamp giriş ücretlerini öderken ( 35 $/kişi.gün ), turistlere hazırlanmış panolardan bilgi almaya çalışıyorum. Manyara Milli Parkının patikalarında ilerliyoruz. Tanzanya’nın pek çok, doğal yaşam içeren parklarından birisi burası. 329 km2 alanın 231 km2’lik kısmında, Manyara gölü bulunuyor. Alkalik özellikli bir göl, yani, bir nevi tuz gölü, suyun aşırı buharlaşması ile alkalik tuzlar yoğunlaşıyor ve karbonat bazlı soda gölüne dönüşüyorlar. Land Cruiser jipin, tavanındaki kapak açılarak, etrafı seyredebilmek, fotoğraf çekebilmek için, güzel bir platform oluyor.
Önce, babun sürüleri çıkıyor karşımıza, ardından, mavi maymunlar, filler, zürafalar arasında kalıyoruz. Ormanın gölgesi, açık alanlarda da, güneşin tepede olması nedeniyle fotoğraf çekmek için iyi şartlar olmasa da, aralıksız fotoğraf çekiyorum. Filamingolara iki kilometreden fazla yaklaşamayınca, pembe gövdelerinin oluşturduğu, pembe kuşağı seyretmekle yetiniyorum. Hipopotamlar, güneşin hışmından korunmak için, göletlere dalmışlar, sadece burunları görünüyor. Bu haliyle hipopotam gördüm demek çok zor. Yine de; Afrika doğal yaşamı, daha doğru deyimle vahşi yaşamına dair, ilk görüntüleri alıyorum, sanırım, Serengeti ve Ngorongoro daha mutlu edecek. Saat 18.00’e kadar, Manyara Milli Parkında, göle sokulan patikalarda dolaşıyor ve Panorama Safari Kamp’a dönüyoruz.
Hava kararıp, akşam yemeği hazırlanana kadar, yine Milli parka ve Manyara Gölüne hakim tepede oturup kulağıma gelen değişik kuş sesleri ile hayvan çığlıklarını dinliyorum.
Aşçı Peter sesleniyor, restoranda hazırladığı masaya oturuyoruz. Safarilerde, şöförle beraber aşçı da geliyor ve her aşçı kendi grubunun yemeğini pişirip, masayı hazırlayarak yemek servis ediyor. İlk defa hıyar çorbası içiyorum burada. Pişirdiği balık, patates, sebze türlü yemeği de tahminlerimin çok üzerinde temiz ve lezzetli.
Yemek sonrası, duvara asılı bez afişin anlamını çözüyorum. Black Tigers isimli 6 genç, önlerinde tabla ve davullardan oluşan enstrümanlarıyla konser veriyor sonra da, akrobasi ağırlıklı gösterilere başlıyorlar. Masaya bırakılan şapkanın içine 1000 Ksh koyuyorum, teşekkür ederek ayrılıyorlar.
Şöför, yanımıza gelerek, sabah 06.00’da çıkacağımız Serengeti gezisini ertelettirdi, gerekçe olarak da, kapılar açılmıyor falan gibi abuk bir şeyler söyledi. Amaç, Milli parklardaki konaklama sayısını bire indirmek. Çünkü, ücretler, gün başına alınıyor. Ses çıkarmıyoruz, daha yolun başındayız diyerek. Hindistan’da yaşadığım kötü bir deneyimden sonra, sırt çantamdan el fenerini eksik etmem. Zifiri karanlıkta, ağaç köklerine veya iplere takılmadan çadıra girmeyi başarıyorum. Çadırın içinde, çok kaba kerestelerden yapılmış, yataklar ve üzerinde yatağa benzer ( ! ) bir şey var. Yastık ve yorgan hak getire. Bunca para ödenen bir gezide, küçücük ve gerekli detayların dahi ıskalanmasını anlayamıyorum. Çarşafımı sererek kısmen huzurlu yatsam da, fermuarları kapanmayan bir çadır içerisinde sivrisineklere yem olup, sıtma riski istemiyorum. Epey uğraştıktan sonra, çadırı, dışarıdan izole etmeyi başarıyorum. Gelsin uyku.
Sabaha karşı korkunç ayaz oldu. Botlarımı, montumu giyerek, tam teçhizat sabah oluşunu bekledim. Gün doğarken, bin çeşit kuş ve hayvan seslerinden oluşan koroyu dinledim yatağımda büzülmüş halde. Ortalık aydınlanınca, çantamı toparladım, aşağılarda uzanan yemyeşil deniz ve mavi Manyara gölünü seyrettim bir müddet, sonra da; saç plakalardan tavanı olan, loş restorana geldim. Peter, masayı hazırlarken, diğer grup aşçılarının da, kahvaltı hazırladığı müşterek mutfaktan, aşçıların telaşlı sesleri geliyordu.
Kahvaltı sonrası, 08.30’da kamptan ayrılıyoruz. Manyara- Serengeti Milli Parkı arası 190 kilometre. Batının safari uğruna, çok rağbet ettiği bu bölgede, yollar, çok güzel asfaltlanmış. Köylülerin yegane yük taşıma aracı bisikletleri, Yokuşlarda, koca çuvalları yükledikleri bisikletlerinden inerek, kan ter içinde tırmanan insanların yerinde olmak istemiyorum. Zira, sabah saatlerinde bile, hava oldukça ısındı. Bölge volkanik olduğu için, gözüme çarpan evlerin çoğu, volkanik siyah taşlarla inşa edilmiş. Toprak koyu kırmızı renkte.
Karatu kasabasından geçiyoruz. Ngorongoro ve Serengeti güzergahındaki tek yerleşim burası. Aşçı, yemek hazırlamak için bir şeyler alıyor. Cadde boyunca, başta Maasai köylüleri olmak üzere, ilginç kıyafetleri ile değişik kabile üyesi insanlar gördükçe fotoğraf çekme arzum da artıyor.
Tanzanya, 1961 yılında, İngiltere’den bağımsız olmuş, 1950 yılında da; Kenya ile Tanzanya arasında, milyonlarca hayvanın durmaksızın göç ettiği topraklar ayrılmış. Masai Mara, Kenya, Serengeti ise, Tanzanya topraklarında kalmış.
Ngorongoro giriş kapısındayız. Ancak, önce, daha ilerideki Serengeti Milli Parkına giderek, iki gece kalacağız. Benny, Park giriş bürosuna gidiyor, işlemler ve ödeme için. Kitap, hediyelik eşya satılan mağazadan iki kartpostal alıyorum ( 1000 Tsh ).
Giriş ücretleri, Ngorongoro’da 35 $/kişi.gün, Serengeti de 50 $/ kişi.gün, ayrıca 10 $/ kişi.gün de konaklama için alınıyor.
Volkanik bölgede rakımlar şöyle; Manyara Gölü 1000 m., Ngorongoro 2300 m., Serengeti 1700 m. Ana giriş kapısından itibaren ilerlemeye başladıkça, bir cangılın içinde buluyorum kendimi. Sağımda, solumda uzanan cangılı, sarmaşıkları, likenleri görünce, Tarzan buralarda yaşamış olmalı diyorum. Yol üzerinde, Ngorongoro Kraterinin ucunda duruyoruz. Aşağıda Magadi Gölü, henüz sisler içerisinde. Hava puslu, kraterin bir yarığından, oluk gibi sis bulutları akıyor 8.5 km2 genişliğindeki kraterin içine.
Yola devam ediyoruz. Gittikçe, rakımın da yüksekliğinden olsa gerek; yemyeşil bir dokunun içine giriyoruz. Kırmızı şalları ile, hayvan otlatan Maasai çobanlar, hemen fark ediliyorlar. Kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel bir manzara seyrediyorum. Karşıdaki tepenin zirvesine oturan beyaz bulutlar, konik çatılı yerli kulübeleri, bulutların maviliğini yansıtan küçük göletler, Afrika’nın sembolü şemsiye ve akasya ağaçları öyle güzel ki; Fotoğraf çekmek için iniyoruz. Fotoğraf çektirmek isteyen çoban çocuklar, birer tazı gibi tırmanıyorlar aşağılardan bize doğru. Yollar, safariye giden, dönen jiplerle dolu. Turun fiyatına göre, jip modelleri de değişiyor, ama, hemen hepsi Toyota Land Cruiser. Anlaşılan, biz gerçekten az para ödemiş olmalıyız, bir çoğunun tavan kapağının üzerinde, güneşten koruyan örtü veya saç var. Ben, şimdiden, kafamı çıkardığım delikten yüzümün, kollarımın hızla yandığını hissediyorum.
Benny’e bizi bir Maasai köyüne götürmesini söylüyoruz. Ana yoldan toprak patikaya sapıyor. Köyden çok, geçmişin nostaljisini yaşatan kulübeler, avlular ve geleneksel giysileriyle Maasai yerlileri karşılıyor. Benny, aralarına girmek ve fotoğraf çekmek için, 50000 Tsh ( yaklaşık 40 $ ) ödememiz gerektiğini söylüyor. Tanzanya standartlarında, çok büyük bir bedel bu. Reisleri olan genç parayı alınca, karşımıza dizilip, dans etmeye başlıyorlar. Sonra, fotoğraf çekme faslına geçiliyor. Para aldıkları için, kadınlar ve erkekler yan yana dizilip, bekliyorlar, bizler de, mal beğenir gibi, karşılarına geçip fotoğraflarını çekiyoruz. Aslında, utanç verici, sıkıcı bir durum. Oldukça rahatsız oluyorum. Hemen her kadının, sırtındaki heybede, sineklerin hedefi olmuş bir çocuk var. Özellikle, gözlerinde bulut gibi sinek sürüleri konaklıyor. Kerpiç evlerin duvarları dökülmüş, altta ahşap ve çatma dallar görünüyor. Köy meydanında bir tek bitki yok, tamamen toprak, evlerin araları da, öyle. İnce dallardan yaptıkları çitlerle, evlerin kümelendiği meydanı, dışarıdan izole etmişler. Kadınların boyunlarına iple astıkları anahtarlar dikkatimi çekiyor. Beş altı haneli köyde de, güven sorunu mu var ?
Serengeti’ye varmak için bir saat yolumuz var. Aralık- Mayıs ayları arasında 1.5 milyon gnu ( öküz başlı antilop ), 360 bin Thompson’s gazalı, 200 bin zebra’nın, Kenya’dan bu topraklara göç etme nedeni, yağış mevsiminin hemen sonunda otların yeşil ve bol olması.
Haziran’da batıdan başlayarak kuzeye çıkıyorlar. Tabii, peşlerinde, yırtıcılar, leş yiyiciler, kuşlar, akbabalar gibi çok çeşit bir hayvan popülasyonu ile birlikte. Serengeti’ye uzanan yolda, önce zürafaları görüyoruz. Sonra, Thompson’s Gazalları, zebralar ve gnularla doluyor etrafımız. Gnular, uzun boylu otları, mineral yüklü kısa otları da zebralar yerlermiş, belki de, daha zeki olduklarından. Zürafaların ot yeme şansı yok. Onlar, uzanarak, akasya ve şemsiye ağaçlarının üst dalları ile besleniyorlar.
Benny, aniden, sağa uzanan dar yola giriyor ve ilerideki tepeye çıkıyor. Her tarafa hakim, aşağıdaki gnu, gazal ve zebra sürülerinin çok iyi göründüğü bir yer burası. Aşçı Peter, daha önceden pişirip, paketlediği kumanyaları dağıtıyor. Aşağıdaki, binlerce gnunun, hava ısındıkça, suya artan ihtiyaçlarını karşılamak üzere, ilerideki gölete yönelmelerini izliyorum. Volkanik lavların yayıldığı arazinin üzerinde, çok az toprak tabakası oluşabilmiş yüz yıllar boyunca, bu nedenle, Ngorongoro vadisi ve civarında büyük ağaç ve uzun bitki büyüyemiyor.
13.30’da Serengeti Milli Parkı giriş kapısına geliyoruz. Benny, yine giriş formaliteleri ile uğraşıyor. Sağdaki tepeye tırmanıp, dört tarafımda uzanıp giden yeşil denizi seyrediyorum. Bu park, 1981 yılında Unesco Koruma Mirası listesine alınmış.
Zebralar, kafalarını birbirlerinin sırtına dayamış, savunma iç güdüsüyle, ters yönleri kontrol ederken, çok güzel simetrik görüntüler veriyorlar. Thompson’s Gazalları, sütlü kahve rengindeki gövdelerinin karnına yakın siyah şeritleri ile yeşil doku arasında öyle güzel görünüyorlar ki.
Artık, Serengeti Milli Parkı içindeyiz. Gerçekten denizi andıran, dümdüz bir savanda, dar toprak patikaların içinde, ortalığı hayran seyrederek ilerliyorum. Göz alabildiğince yeşil, uzun otlarla kaplı her yer. Çok seyrek de olsa, denizin ortasındaki adacıkları andıran kaya gruplarının yanından geçiyoruz. Kayaların üzerindeki akbabalara bakılırsa, yırtıcı hayvanlar, avlarını, bu kayaların arasındaki gölgelerde yiyor olmalılar. Kopja deniyor bu yeşil ot denizi ortasındaki adacıklara. Ufka kadar, dümdüz uzanan savanların karakteristik ağacı akasya ve şemsiye ağaçları. Şemsiye ağacı, ince dalların uzandığı tepede, geniş bir şemsiye oluşturuyor gerçekten. Akasya ise, bizim bildiğimiz ağaç değil, şemsiye ağacını andıran, daha ufak kollar üzerinde oluşmuş, yine şemsiye benzeri yaprak ve diken dokusundan oluşuyor. Serengeti’nin ağırladığı safariciler, daha ziyade, tesislerin bulunduğu Serenora’da toplanmışlar.
Akşam kampta, çadırda geceleyeceğim. Muhtemelen, hayvan çığlıkları uykumu kaçıracak. Amacımız, güneş, adamakıllı kızıllaşıp, ufka batmadan, Afrika’yı istila eden beyaz adamların tabiriyle beş büyüğü bulabilmek. Gergedan, afrodizyak özelliğinden dolayı boynuzu, fil dişleri için avlanıyormuş.. Zavallı, bufalo, arslan ve leopar, sırf, ellerindeki silahlarla, bu güçlü hayvanlardan daha güçlü olma kompleksinin dürtüleri ile kıyıma uğramış yüzyıllarca. İşte, bu saydığım beş iri hayvan, safari dilinde “ big five “ safari jargonunun olmazsa olmazlarından. Rehberin de, safari süresince, tüm çabası, bu hayvanları gösterebilmek. Gezgin gördüğü için tatmin olacak, rehber de, gayretinin karşılığını verilen yüksek bahşişlerle alacak.
Uzakta görülen fil sürüsünün önüne getiriyor, tozlu patika. 25 civarında fil, akşam yemeklerini arıyor, otların arasında. İmpalalar, çakallar, sırtlanlar da geceyi aç geçirmemek için harekete geçmiş, otların arasında yiyecek arıyorlar.
Saat 16.45, jiplerin bir yerde toplandığını gören Benny de o tarafa yöneliyor. Safarimin ilk zaferi. Kocaman bir leopar, yakaladığı, kendisinden iri bir impalayı, ağacın on metre yukarısına çıkarmış, bir parçasını, düşmemesi için, ağacın dallarına asmış, pençeleri ile sıkıştırdığı diğer parçasını, aşağıda giderek artan araç ve insan kalabalığına aldırmadan, keyifle, kuyruğunu sallayarak yemekle meşgul. Zaman zaman kemik çıtırtıları geliyor kulağıma, kanlı et parçaları düşüyor ağacın altına. Doğanın yasaları ve acımasızlığını, birebir ilk defa görmenin heyecan ve şaşkınlığı içerisinde, deklanşörden çekemiyorum parmağımı. Yaşam kavgası, avını, sırtlan ve diğer yırtıcılara kaptırmamak için, kendisinden ağır bir hayvanı, ağaç dalları arasından geçerek, on metre yukarıya çıkmasını gerektiriyor ve ona o gücü veriyor. Yaşamın, karın doyurmaktan ibaret olduğunu, ancak, insanların, bunun ötesindeki ihtiraslarını düşünüyorum, leoparı ve avını izlediğim bir saate yakın süre içerisinde. Hava kararmaya yüz tuttuğu saatlerde, şöförün ikazı ile ayrılıyor ve kampa doğru yola çıkıyoruz. Ömrüm boyu unutamayacağım ender bir hadise bu, benim için.
17.30’da, mutfağının bacalarından, dumanlar tüten, 40 kadar çadırın bulunduğu kamp alanına geliyoruz. Serenora’dayım, Nyani Kampta. Peş peşe jipler geliyor kamp alanına. Kampın, neredeyse en dışına kuruyoruz çadırlarımızı Benny’e delikanlılık bozulmasın diye, “ daha içerilere kur “ diyemiyorum. Sonunda, gece, mümkün olduğunca dışarı çıkmamamız gerektiğini söyleyince, sırtımdan, bir ürperti geçiyor, avını parçalayan leopar geliyor aklıma. Kampta elektrik yok, generatör de yok. Çadırın önünde, aşçı Peter’in araçta taşıdığı pratik koltuklardan birine oturup, yemek saatini beklerken, önümdeki günlerde yaşayacağım heyecanı, karşılaşacaklarımı düşünüyorum.
El feneri ile gelen Peter, yemeğe çağırıyor. Kamp yerlerindeki mutfaklar müşterek kullanılıyor, her grubun aşçısı, çatalından, mangal kömürüne kadar, kendi malzemelerini kullanıyor, her aşçı ayrı pişiyor yemeğini. Masa örtüsünü yayıyor, tabakları, diğer malzemeleri diziyor ve servis ediyor.
Ortalıkta, ateş böceği gibi, dolaşan el fenerleri çoğalıyor. Sırt çantamdan çıkardığım fenerim olmasa; yemeğe gidip gelirken, çadırların iplerine takılmamam mümkün değil. Hangi ellerde ve şartlarda hazırlandığı düşünülmezse, yemekler oldukça lezzetli. Bunda, kullanılan mangal kömürü ateşinin rolü var mıdır bilemem.
Etrafımızdaki, Polonya’lı grubun fütursuz konuşmaları, bir o kadar yüksek ikaz sesleri, giderek yerini horlamalara bırakıyor. Kulak tıpalarım imdadıma yetişiyor, fenerin ışığında çantamdan çıkarıyor kulaklarıma takıyorum. Erken yattığım halde, ancak, bundan sonra uyumam mümkün oluyor. Gece öyle bir ayaz çöküyor ki; resmen, sabah olması için dua ediyorum, çadırın içinde.

10.02.2010 ( SERENGETİ - NGORONGORO )


Saat 05.45’de kurduğum saat uyandırıyor, kalkıyorum. 06.00’ da, Serengeti’nin düzlüklerine dalarak, sabah avına çıkmış hayvanları, özellikle de; arslanları görmeye çalışacağız. Sabah ayazının, iğne gibi delen soğuğunun hüküm sürdüğü karanlık saatlerde, açık tavandan dışarı sarkmış, titreme nöbetleri ile ortalığı görmeye çalışıyorum. İlerleyen aracın rüzgarı, soğuğu daha da insafsız yapınca, önce, burnum isyan ediyor ve öksürük nöbeti arasında üşümeyi unutup, terliyorum bile. Karanlığın hakim olduğu savanda, tek tük jip seçiliyor, farların ışığında.
Ortalık ağarmaya yüz tutup, güneş, kızıl bir top halinde, şemsiye ağaçlarının arasından, yükselmeye başlayınca, Afrika’nın, başka bir popüler görüntüsü çıkıyor ortaya. Güneşin ışınlarının önünde ağaç silüeti. Zengin safariciler, az ileride kopja’ların yanından, sabahın ilk ışıklarında, balonla safariye çıkıyorlar. Bunun bedeli 500 $, indiklerinde, balonla safari yaptıklarını belgeleyen bir de sertifika sahibi oluyorlar ! Bufalolar, gazallar, akşamın açlığını gidermek için, uzun otların arasında otluyorlar. Bufalolar gamsız, gazallar ürkek ve tedirginler. Ardından, savanı inanılmaz çeşitli kuş sesleri kaplıyor. Serengeti Milli Parkı, 15000 km2 alanı ile, Lübnan dahil, bir çok ülkeden daha geniş topraklara sahip.
Güneş yükseldi, kuşların feryatları azaldı, derken kesildi, ortalık ısındı, kat kat soyunmaya başladım. Üç günde kollarım ve yüzüm, güneşten kıpkırmızı oldu, sanırım, deri değiştireceğim yakında.
Bir kopjas grubunun etrafında hareketlilik var. Jipler, peş peşe mevzileniyorlar. Kayaların arasındaki boş alanda, bir aslan uzanmış, miskin miskin esniyor. Az sonra, kalkıyor ve savana ilerlemeye başlıyor. Uzun yeleleri, bal rengi gözleri ve iri cüssesi ile tam karşısındayım az sonra. Aramızda 2-3 m. kalıyor. Bir ara, gözlerini üzerime dikiyor, ürperiyorum. Peşindeki, onlarca jipe alışmış olmalı, hiç gergin değil. Sakin, fütursuz ve gururlu yürüyor patika içerisinde. Bir müddet yan yana ilerliyorum, bol bol fotoğrafını çekerek. Dünyanın küçülmesi, buralara insan akını, bunların da, huyunu değiştirmiş olmalı; bir fotoğrafta dişi aslanın bir jipin kaportası üzerine çıkarak, pençelerini cama dayadığını görmüştüm. Uzun takip sonrası, patikadan ayrılıp, otların içinde ilerlemeye başlıyor ve 20-30 metre ileride, otların arasında oturup, av gözlemeye başlıyor. Bu hali ile de öyle heybetli ve ürkütücü duruyor ki.
Benny, bu erkek aslanın ailesinin de, yakınlarda olması gerektiğini söylüyor. Atalarının mirası, keskin gözleri ile, aracı sürerken, bir taraftan da, ortalığı radar gibi tarıyor. Az ileride başka bir kayalığın etrafında jipleri görünce anlıyorum, diğer ailenin burada olduğunu. Büyük bir şans olmalı, güneş arkamda, kayaların üzerinde, anne, üç yavrusu ile oynaşıyor, yalıyor onları. Az sonra, kayaların üzerinden inen dişi aslan ve peşindeki üç yavru, neredeyse burnumun dibinden geçiyor. Yavrulardan birinin ayağı problemli anlaşılan, yürürken acı çektiği için inliyor. Geride kaldığı için, annesi ve kardeşleri durup bekliyorlar sık sık. Bir safaride görülmesi beklenen şeyleri izliyorum. Çektiğim ve çekeceğim yorgunluk ve uykusuzluğa değecek anlaşılan.
Tanzanya’da Milli Parklar, ülke ekonomisinin girdilerinde çok önemli rol oynuyor. Giriş kapılarındaki ciddiyeti gördükten sonra, yerel rehberler ve şöförler para ödemeden giriyorlar şeklindeki bilgilere itibar edilemeyeceğini anladım. Benny’in, Serengeti girişi için ödediği para makbuzları, camın önünde duruyor, alıp bakıyorum. Kişi ve gün başı olmak üzere 50 $ giriş, 30 $ konaklama, araç için 40 $, kendileri için de 1500 Tsh olmak üzere 333$ ödenmiş. 09.30 ‘ da Nyani kampa hareket ediyoruz, gecikmiş sabah kahvaltısı için.
Serenora havaalanı zahmetsiz safari yapmak isteyen zengin turistlerin hizmetinde. Büyük Afrika kentlerinden buraya uçakla gelenler, buradan alınarak, geceliği 600- 1500 $ olan lüks lodge’lara götürülüyorlar. İnmek üzere olan küçük bir uçağın homurtusunu duyunca, bakıyorum, safari şapkası giymiş, yaşlı bir kadın, elinde dürbünle ortalığı seyrediyor. Yağmurlardan bazı yerler su dolmuş, geçişi zorlaştırıyor. Böyle bir yerde, Benny uzun uzun düşündükten sonra, arazi vitesi ile suya dalıyor, bir anda savruluyor ve ters istikamete dönüyor, devrilmediğimize şükrederek, devam ediyoruz. Yol boyunca, otların arasında sinerek bufalo sürülerine sokulmaya çalışan aslanları gördükçe, geceyi de kazasız belasız geçirdiğim için ayrıca şükrediyorum. Zaman zaman televizyonlarda izlediğimiz gibi, bir vahşi hayvan sürüsü kampa saldırsa, herhalde, dünya medyasında meşhur olurduk ! Peter, pizza, haşlanmış patates ve çay hazırlamış. Açlığımızı bastırmaya yetiyor.
Kahvaltıdan sonra, çadırlar sökülüp, jip’e yükleniyor. 12.15’de Nyani Kamptan ayrılarak, Ngorongoro’daki kampa gitmek üzere yola çıkıyoruz. Dün geldiğimiz yolları geçerken, yine, zebralar, gnular, gazallar arasından geçiyorum. Büyük bir bufalo sürüsünün yanında, fotoğraf molası veriyoruz, ancak, tavandaki delikten dışarı uzanınca, güneş ışıkları, toplu iğne gibi, tüm cildime batıyor. Kötü yanıyor kollarım, yüzüm de pembe- kırmızı çirkin bir renk aldı.
Serengeti giriş kapısındayız, sanki bir ülke gümrüğü gibi işlem yapılıyor. Bu arada, yanıma sokulan mor ve sarı tüyleri güneşin altında çok güzel parlayan, gözlerinin etrafında beyaz halkalar bulunan kuşları seyrediyorum hayranlıkla.
Tekrar yollardayız, gnu’ların yanında, binlerce leylek, papatya sürüleri gibi yayılmışlar, savanların yüzeyine. Bir ara, sol ayak bileğimde bir acı duyuyorum. Etime yapışmış bir böcek, vurup atıyorum. Kolonyalı mendille, sık sık siliyorum. Ama, bu coğrafyada, bu tür böceklerin tekin olmadığını okumuştum. Kene de olabilir. Aklıma bin türlü şey geliyor. Yerde, böceği arayıp buluyor ve Benny’e gösteriyorum. Gülerek, “ önemli değil “ diyor. Bana da, “ inşallah “ demek kalıyor
Ngorongoro’ya tırmandıkça hava da serinliyor. Otlar arasında kır çiçekleri ne güzel diye düşünürken, aracın motoru hararet yapmış, aşağı inip, harika tabiata, etrafımdaki zürafalara bakıyor ve fotoğraf çekiyorum. Daha ileride de, Ngorongoro Krater çukurundaki Magadi gölüne hakim bir tepede, çukurun akıllara zarar güzelliğini seyrederken iki Maasai çocuk geliyor. Fotoğraf çektirmek istediklerini söylüyorlar, sonra da beşer dolar istiyor keratalar, 1000 Tsh vererek gönüllerini alıyorum.
Kraterin üzerindeki bir düzlükte kurulmuş Simba Kampa geliyoruz. Simba, Swahili dilinde aslan demek. Girişte, çadırlar arasında, umarsız dolaşan bir fil dikkatimi çekiyor. Fil ayağı ile, bir çadırı ve içindekileri ezebilir mi acaba ? Aşçımız, malzemelerini umumi mutfağa taşıyıp, yemek hazırlığına başlarken, bizler çadırları kuruyoruz. Akşam, Nyani Kampta, elektrik olmadığı için, fotoğraf makinesinin bataryalarını dolduruyorum önce, sonra da, hava kararmadan, yatağımı, giyeceklerimi düzenliyorum. 2300 rakımlı Ngorongoro’nun ayazı, bundan öncekilerden az olmayacaktır sanırım. Peter yine, sofrayı donatmış. Menüde, sebze çorbası, et sote, pilav ve meyve var. Nedendir bilmem, Peter’in yemekleri çok lezzetli. Acaba, unuttuğumuz mangal kömürü ateşinin marifeti olabilir mi? Yemek sonrası, biraz notlarımı yazıyor sonra, ayaz korkusundan ayağımda botlarla yatağa uzanıyorum. Safariler herkesi yormuş olmalı, saatler ilerledikçe, horlama sesleri sarıyor kampın her yerini. Yine, kulak tıpalarım imdada yetişiyor. Sık sık, çadırın hemen yanından gelen hayvan homurtularıyla, zaman zaman da, çadıra sürtünmeleri ile uyanıyorum. Uzaktan, yakından her yönden bin bir çeşit hayvan sesleri geliyor.
Korkudan, tuvalete gitme isteğimi sabaha ertelemek zorunda kalıyorum. Bu kez, 05.45’de saatin zili uyandırıyor. Henüz hava karanlık ama kamp kıpır kıpır. 40-50 çadırın kurulduğu kampta, herkes bir yana koşturuyor. Ngorongoro krater çukurunda, yırtıcı hayvanların sabah karın doyurmak, avlanmak için yapacağı saldırıları izlemek istiyorlar. Yüzümü yıkamak için giderken, demir ayaklar üzerinde yükselen su deposunun yanında dünkü fili görüyorum. Hortumunu daldırmış su içiyor depodan, yanında, biraz daha küçük olan da refakatçi olarak bekliyor.
06.30’da, hala hava karanlıkken, yola çıkıyoruz. Güneşin ilk ışıkları, yukarılarda, bulutların üzerinde doyumsuz ışık oyunları yapıyor. Yol boyunca rastladığım, üzerlerinde geleneksel kırmızı şalları ile Maasailer, ellerinden eksik etmedikleri ince daldan bastonları ile sabah ayazında iyice küçülmüş, büzülmüşler. Ngorongoro Korunmuş Bölgesi giriş kapısında Benny yine, bir yığın kağıtla, büroya giriyor ve elinde 520 $ lık makbuzlarla geliyor. Sanırım dünyada başka yerde bu kadar yüksek giriş ücreti yoktur.
Ngorongoro Krateri de 1979 yılında Unesco Koruma Mirası listesine alınmış. 600 metre aşağımızda uzanan krater çukuruna ve Magadi gölüne doğru dik toprak patikadan inmeye başlıyoruz. 8 milyon yıl önce aktif olduğu dönemde, koni biçiminde çökerek, dünyanın ikinci büyük sönmüş volkanı olan Ngorongoro çukuruna, yaklaştıkça, yeşil çanağın üzerindeki yoğun ağaçları, tabanın hemen altında ise; yayılmış olan lavlardan dolayı, bırakın ağacı, otların bile fazla büyümediğini görüyoruz. Benny, “otların kısası daha lezzetli olduğu için, gnuların favorisi Ngorongoro’dur “ diyor. Sabah saatleri, gölün üzeri bulutlu, gölün sakin yüzeyine düşmüş akisleri. Krater tabanı 16kmx19 km ölçülerinde eliptik bir alan. Aşağıda, henüz küçücük noktalar halinde görünenler gnular olmalı. Aşağılara indikçe, öküz başlı antilop ( gnu )ların koşuşturmalarını, peşlerindeki sırtlanları daha iyi seçebiliyoruz. Sabahın ilk ışıkları ile hepsi açlıklarını giderme peşinde.
Tabana iniyoruz, artık sırtlanların sarı gövdeleri, yeşil otların arasında daha rahat fark ediliyor. Evrimle gelen miras olsa gerek, bir yırtıcının saldırısını görmek, fotoğraflamak istiyor, bir yandan da kendime kızıyorum. Tüm tabana gruplar halinde yayılmış gnuların koşmaları hiç bitmiyor. Bir grup sakinleşiyor, derken, başka bir gruba yırtıcı dalıyor olmalı orada panik başlıyor. Başka bir yerde, sanki gnular doğumhane oluşturmuş, çember içine aldıkları anne gnu doğuruyor, yarım saat geçmeden, yanında titrek bacakları ile yürümeye çalışan yavrularıyla, önümüzden geçerek diğer gruba katılıyorlar. Lohusa gnuların arkalarında, kırmızı torbalar, şeritler sarkıyor hala.
Jipin tavanından uzanmış, sabah soğuğunda yüzüm donmuş olarak etrafı izliyorum. Az ileride jipler toplandığına göre ilginç bir şeyler olmalı. Bir aslan çifti. Belli ki; karınlarını doyurmuşlar, karı koca toprağa fütursuz uzanmışlar miskinlik yapıyorlar. Erkek aslan kalkıp, yandaki su birikintisine giderek, kedi gibi su içmeye başlayınca, bana da; fotoğraflamak düşüyor.
Dikkat ediyorum, etrafta, bir tek atık, çöp yok. Şöför bile, yerde gördüğü kağıt parçalarını, yasak olduğu halde, inerek, bir hamlede topluyor. Kurak mevsimde tamamen kuruyan Magadi gölünün kıyılarında, gövde renklerinden pembe bir bant oluşturan filamingolar da, göç ediyorlar. Bu mevsim ise yoğun olarak buradalar.
Benny, dürbün ile uzaklara bakıyor ve ileride iki gergedan olduğunu söylüyor. O kadar uzaktalar ki; iki nokta halindeler, ilerledikleri yöne gidip, beklemeye başlıyoruz. Ngorongoro’da 20 tane daha siyah gergedan varmış ve özel görevliler tarafından korunuyorlarmış anlatılanlara göre. Beklememiz netice vermiyor, net görebileceğimiz, fotoğraf çekebileceğimiz noktaya gelmeden geri dönüyorlar. İki metre boyunda, bir metre kadar da yükseklikleri varmış. Büyüyemeyip, kısa kalan otların başka müptelaları da zebralar. Gerçekten çok fazla zebra var, gnularla karışmış halde otluyorlar.
Jipler yoğunlaşmışlar yine bir noktada. Pek çok jipte, bazukaya benzer büyüklükte, zum yapan, lensler görüyorum. Doğum yapmak üzere olan bir gnu’yu fotoğraflıyorlar. Yerde, karnının üzerinde yuvarlanarak, yavrunun çıkışını kolaylaştırıyor önce, daha sonra ayağa kalkıyor, beyaz bir kese içinde yavru yere düşüyor. Anne, ağzı ile keseyi parçalayıp, yavruyu çıkardıktan sonra, keseyi yiyor. Yavru, otların arasında debelenerek, ayağa kalkmaya çalışıyor, ancak her seferinde devriliyor. 20 dakika sonra, ayakta durmayı başarıyor, titreyen bacakları ile, annesi de, kafası ile gövdesine yaslanarak dengelemeye çalışıyor. En sonunda da, aradığını buluyor ve dudaklarını annesinin memelerine yapıştırıyor.
Arusha, Manyara, Serengeti ve Ngorongoro derken, 1000 kilometre’ye yakın yol yaptık safaride. 11.15’de dönüşe başlıyoruz, çünkü dört saat yolumuz var Arusha’ya varmak için. Son kez bakıyorum, Ngorongoro’nun krater çanağına ve Magadi Gölüne; zebralara, pembe filamingolara. Bir kanalın içerisinde uyuklayan beş dişi aslanı seyrediyoruz karşımıza çıktıkları için. Sabah, indiğimiz çanağın, çok ilerisinden yukarılara tırmanan patikalara doğru yöneliyoruz. Bu sefer de; yolumuz, yüzlerce babun tarafından kesiliyor. Kimisi sırtında, kimisi karnında yapışmış olarak yavrularını taşıyor, ağaç dallarından üzüm salkımları gibi sarkıyorlar.
On beş yaşındaki Land Cruiser, çok dik rampayı bağıra çağıra tırmanırken, arkada tozdan göz gözü görmüyor. Simba Kampa giriyoruz. Peter, yemekleri hazırlamış bekliyor. Aslında ben bugün yemek karambole gelir, yine, paket içindeki yemeklerle idare ederiz diye düşünürken, nefis çöp şiş, patates kızartma ve makarna hazırlamış. Bu jest, son yemeğimiz olduğu için, verilecek bahşişi hatırlatma anlamı taşıyor bir bakıma. Rehber şöför için 35 $, aşçı için 25 $ topluyoruz. Peter’e ayırdığımız parayı uzatınca suratı karmakarış oluyor. Belli ki, beğenmedi. Benny’e aktarmış olmalı, Benny, kibarca, Tanzanya’da bahşiş adetinin safari bedelinin % 10’u olduğunu, bu oran çok gelirse, şöför için günde 20 $, aşçı için 15 $ vermenin uygun olacağını söylüyor. Lonely Planet’e bakıyorum, % 10 bahşiş oranı orada da var. Yola devam ederken tekrar para topluyoruz aramızda ve 77 $ ile 57 $ denkleştirip verince, Peter’in yüzü gülmeye başlıyor. Gerçekten ikisi de, çok güzel yaptılar görevlerini, yemekler de sıkıntı çekmedik, yine söyleyeceğim, piştiği umumi mutfak da gördüğüm manzaraları hatırlamamaya çalışarak.
Manyara’ya doğru, asfalt başladı tekrar. Karatu kasabasından sonra bir köyden geçerken, pazar kurulduğunu görünce durduk. Benny, dikkatli olmamızı istedi. Daha, adım atar atmaz, kene gibi yapıştı satıcılar. Ancak, birkaç fotoğraf çekebildim. En ilginci de, Maasailer’in giydikleri, araba lastiğinden yapılmış sandaletler oldu, yere dizilmiş, yüzlerce sandalet müşteri bekliyordu. Kime kamerayı döndürsem, “ one dolar “ diye bağırıyorlardı.
Ngorongoro- Arusha arası 190 km, durduğumuz bir akaryakıt istasyonunda, mazot fiyatına bakıyorum. 1450 Tsh yani, bir dolardan az fazla. Türkiye, dünyada en pahalı akaryakıtı satmakla rekor kırıyor. Tanzanya’da etin kilosu 3 $, markette işlenmiş kırmızı et 5000 Tsh yani 3.7 $.
Arusha’ya yaklaştıkça trafik yoğunlaşıyor, zaman zaman da kilitleniyor. Solumda uzanan Meru Dağının bulutlu zirvelerine bakarak oyalanıyorum.
Saat 17.00. Safari başlangıcımız olan, Meru House Inn’in bahçesinde iniyoruz. Victoria Expeditions’tan Samuel’le pazarlık ederken, dönüş gecesi konaklama ücretini dahil ettirmiş ve sözleşmeye yazdırmıştık. Çantaları bırakıyor, Sokoine caddesinin kaotik ortamına karışıyorum az sonra. 1 $= 1430 Tsh hesabı ile dolar bozdurup, aynı cadde üzerindeki Shoprıte marketten su ( 700 Tsh ) ve muz ( 900 Tsh/ kg ) alıp, odama dönüyor, notlarımı tamamlıyorum.
Yarın Klimanjaro Dağı eteklerindeki Moshi’ye gideceğiz.


12.02.2010 ( ARUSHA - MOSHİ )

Meru House Inn oteldeki cibinlikleri ilk gördüğümde gözüm tutmamıştı açıkçası, ama; yanılmışım, safari öncesi ve sonrası, rahat ve sivrisineklerle hemhal olmadan, rahat uyumamı sağladılar. Nedense, aşağıdaki Hint lokantası bugün açılmayacağını yazıyor kapı üzerindeki kağıtta. Akşam aldığım muzlarla, terasa çıkıp, Arusha’nın çürük dişlere benzeyen binalarını seyrederek kahvaltıyı geçiştiriyorum. Moshi’ye kalkan otobüslerin bulunduğu garaj, hemen arka taraflarda olmalı, yine de, peşimize düşecek ayakçılardan korunmak için, taksi ile gitme fikri rağbet görüyor ( 2000 Tsh ). Garaja girince, bindiğimiz araç 20-30 ayakçı tarafından ablukaya alınıyor. Bizi belli bir firmaya götürüp, satılacak biletlerden alacakları komisyon peşindeler. Hareket eden tüm otobüsler korkunç kalabalık. Biraz daha konforlu otobüs seçerek 3000 Tsh’e anlaşıyoruz. Arusha – Moshi arası 80 kilometre. Hareket ederken, tüm koltuklar dolduğu gibi, koridorlardaki, portatif koltuklar da dolunca, kucak kucağa bir yolculuk başlıyor. Fakat, bir türlü garajdaki kaos ve yoğunluktan sıyrılıp, çıkamıyoruz.
Arusha, tahminimden daha iri bir kentmiş. 10 kilometre ilerlediğimiz halde, hala yol boyunca turistik tesisler, kamp yerleri görüyorum. Serengeti ve Ngorongoro bölgelerinin bir lütfu olmalı. Zenginlere ait olduğu fark edilen evlerin etrafı, elektrikli tellerle çevrilmiş, emniyet tedbiri olarak. Bizde de kullanılan jiletli teller aklıma geliyor, utanıyorum insan olarak. Moshi’ye 13 km. kala, Klimanjaro dağına, trek ve tırmanış için kullanılan Machame giriş kapısı kavşağına geliyoruz. 17 kilometre ileride, dağcı ve trekçilerin kalacağı kamplara ulaşılıyor. Klimanjaro, 5896 metrelik Kibo zirvesi ile, Afrika’nın en yüksek dağı. Ancak, her zaman bulutlu ve sisli zirvesini görmek kısmet olacak mı bilmiyorum.
Moshi’ye giriyoruz. Hayret, kente girdiğimizden bu yana, hiçbir kaotik görüntü , salaş bir manzara çarpmıyor gözüme. Garajda otobüsten inerken, Arusha’da maruz kaldığımız ayakçı ablukası nedeni ile bu kez tedbirliyim. Gideceğim otellerin krokileri bile ezberimde artık. Şaşırıyorum, zira, hiç kimse yanımıza bile gelmiyor. Garajın önünden geçen Mwanzi ( bu Klimanjaro’nun ikinci yüksek tepesinin adı ) caddesini takip ederek Bufalo Hotel’i kolayca buluyoruz. ( 20 $/d ). Odalar henüz boşalmamış, çantaları lobide bırakıp, kenti keşfe çıkıyoruz. Bu arada, yarın gideceğimiz Dar es selam için, otobüs imkanlarını araştırıyor ve Dar Express firmasında karar vererek, yarın 08.00 için biletlerimizi alıyoruz ( 25000 Tsh ). Programımda, Dar es selam’dan Zanzibar’a geçmek, dönüşte, yine Dar es selam’dan direkt Nairobi’ye otobüsle geçmek var. Ancak, Dar es selam’dan Nairobi’ye overnight otobüs yok. Sabah kalkıp, 14-15 saat sonra Nairobi’ye varıyorlar. O kadar çok uyarı okuduktan sonra, biçimsiz bir saatte Nairobi’de olmak düşüncesi keyfimi kaçırıyor. Muhtemelen, şimdi yapıldığı gibi, Dar es selam- Moshi, Moshi’de bir gece konaklama, Moshi- Nairobi daha uygun olacak. Moshi’den İmpala Shuttle firmasının otobüsü sabah 06.30’da hareket ederek, öğleden sonra Nairobi’ye varıyor. Böylece, gece karanlığında Nairobi’de otel arama gerginliğinden kurtulmuş olacağım.
Temiz bir yere benzeyen Hint lokantasının terasında, Tanzanya’nın yerli kabilelerinden Chagga’ların, rengarenk yerel giysileri ile geçişlerini izliyorum, verdiğim yemek siparişlerini beklerken. Yine, Dal makhani ve jeera pilav söylüyorum ( 6500 Tsh ).
Yemek sonrası, çarşı ve pazarı dolaşmak istiyor, fakat, peşimi bırakmayan ayakçılardan sıkılıp, pek çok hediyelik eşya mağazasına bile girmeden odamın serinliğine sığınıyorum. Nedense, kimse fotoğrafının çekilmesine izin vermiyor, ya da; 1-2 $ istiyorlar bu kentte. Az sonra, kapı çalınıyor, görevli çocuk, dışarıda birinin beni beklediğini anlatmaya çalışıyor. Önce, şaşırıyor, sonra, anlıyorum. Az önce, güneşten korunmak için, boynuma sarabileceğim pamuklu şal bakmıştım. Hepsi, kötü, polyester alaşımlı idi. Peşime takılan ayakçılardan birisi bulmuş olmalı, otele kadar getirmiş anlaşılan.
Safaride, kızgın güneş altında geçen dört günde, cildim çok kötü yandı, yer yer sertleşmiş bölgeler oluştu. Sakal traşı olurken bile canım acıyor. Aslan, zebra kovalayalım derken, inşallah kalıcı bir arıza olmaz. Odam serin, fan çalışıyor, uzanmış safarinin yorgunluğunu atmaya çalışırken, notlarımı yazıyorum. Akşam üzerine doğru, Klimanjaro’nun bulutları ve sisleri çekilir umuduyla, Bufalo otelin balkonuna çıkıyor, aşağıdan geçen Chagga, Maasai yerlilerini ve tesettürlü Müslüman kadınları izliyorum. Bu arada, Klimanjaro bir görünüyor, bir kayboluyor. Dağa zirve yapmak altı gün sürüyor, 1000 $ maliyeti var ve teknik donanım gerektiriyor. Az önce, sohbet ettiğim Japon genç, zirveden yeni geldiğini ve oradaki soğuğu unutamayacağını söylüyordu. Güneş batana kadar bekledim, ama fazla yüzünü göstermedi, yüz vermedi Klimanjaro. Kızıllaşan ışıklar altında, heybetini gösterecek bir iki fotoğraf çekmekle yetinmek zorunda kaldım.
Hava karardıktan sonra, otelin karşısındaki bara gidiyor, bir bira içiyorum, kalabalık sıkıyor, odama çekiliyorum. Yarın, 555 kilometrelik Moshi-Dar es selam yolu bekliyor, klima dokunduğu için, normal otobüslerden bilet aldım. Arkadaşlar da, fedakarlık yapıp aynı otobüse bilet aldılar. Bu sıcakta, en az sekiz saat yolda olacağım.

13.02.2010 ( MOSHİ - DAR ES SELAM )

Cibinliğin verdiği güvenle derin uyumuşum. Ne hikmetse, bu coğrafyada, sivrisinekten çok korkar oldum. Sıtma veya benzeri hastalığa yakalanma düşüncesi germeye başladı. 06.30 ‘da uyanıyor ve doğruca balkona koşuyorum. Klimanjaro’nun Kibo zirvesinde tek bir bulut ve sis yok. Derken, güneş doğuyor, zirvedeki karlar pembe görünmeye başlıyor. Fotoğraf faslından sonra aşağı kahvaltıya iniyor, taksi ile ( 2000 Tsh ) Dar Express ofisine geliyoruz.
Kahvaltı esnasında Tanzanya Star Televizyonunda, askerlerin geçit törenini localarından izleyen, omuzları yıldızlarla dolu generaller ve yanlarında tombul, kaprisli karıları vardı. Dünyanın pek çok yerinde, aynı filmi izliyor gibi hissediyorum kendimi.
Harekete yarım saat var. Önümden geçen, rengarenk giysileri ile Moshi halkını izliyorum. En çok Chagga kabilesine mensup insanlar yaşıyor Moshi’de.
Dar Exprees otobüsü tam saatinde hareket ediyor. Yolcuların tümü yerli, ama varlıklı insanlar olmalılar, zira Dar Express otobüslerinin fiyatları, ülke standardına göre çok pahalı.
Dikkat ediyorum, tüm dünyadaki trend burada da devam ediyor. Herkes elindeki cep telefonu ile oynuyor, seyyar kontür satıcıları peşimizden ayrılmıyor. Moshi kenti dışına çıkınca, çarpık ve dağınık yapılaşma başlıyor. Gerçi, Moshi içinde de, birkaç ana cadde dışındakiler toprak idi. Kerpiç evler, toz, toprak içindeki yollar ve meydanlar, yere çömelmiş, boş gözlerle bakışan, gayesiz insanlar arasından geçiyoruz sık sık. Bu derbederliğin içinde, kiliseler temiz ve bakımlı yapıları ile dikkat çekiyor.
Otobüs, kantarın üzerine çıkıyor, içinde insan olan bir taşıma aracının tartıldığını da görmüş oluyorum böylece. Etrafımda izlediğim manzaralar, daha dramatik bir hal alıyor giderek. Kerpiç evlerin duvarlarında zamanın erittiği gedikler, delikler açılmış, önlerindeki gölgelere sığınmış kadınlar, tozların içinde oynayan çıplak çocuklar görüyorum.
Yola çıktığımızdan beri, otobüste katolik propagandası yapan bir video oynuyor. Bembeyaz, tertemiz giyimli insanlar, çocuklar ilahiler söylüyorlar. Oysa, şimdi, aralarından geçtiğim çocuklar ile öyle büyük bir tezat oluşturuyor ki; gözlerim doluyor. Bir ara Sultanahmet Camiinin içinde de, bir kadın, istavroz çıkararak ilahiler okuyor.
Yangın tehlikesine karşı olsa gerek; yol kenarındaki otlar kesiliyor. Görevlendirilmiş insanlar, belli aralıklarla dizilmişler, ellerindeki kısa palaları sallayarak, otları kesiyorlar. Bu sıcakta, öyle beyhude ve sabır isteyen bir iş ki; sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor bana. Milli Parklar için dünyanın en yüksek fiyatını uygulayan bir devletin, motorlu tırpanlardan haberi yok anlaşılan.
Bazı köylerin önünde, peygamber kılıcına benzer kaktüsler ekili. Lake Manyara’ya giderken de görmüş ve Benny’e sormuştum. Tekstil boyası elde ediliyormuş. Uzun yaprakları ustaca kesip, paketler yapmışlar, kamyonlara yüklüyorlar. İki saat sonra, otobüs yol kenarında aniden duruyor, 4-5 kadın ve erkek, toprak tepelerin ardında kayboluyorlar. Uzak Doğu ülkelerinde, sık karşılaştığım, doğal tuvalet molası bu. Köylerin çoğunda su şebekesi yok anlaşılan, meydandaki çeşme başında, her yerde karşıma çıkan sarı plastik bidonlarla su doldurmak için kuyruğa girmiş kadınlar görüyorum.
2.5 saatte, toplam 225 kilometre yol almışız. Her geçen zaman içinde, içinden geçtiğimiz yerleşimler daha da, fakirleşiyor. 11.30’da, bir tesiste yemek molası veriliyor. Her tarafta, mangalda pişen et ve yağ kokusu ve dumanları hakim. Elma ve erik alarak, güzelce yıkayıp, açlığımı bastırıyorum, zira, bunca yağ kokusundan sonra oturup, yemek yemem mümkün değil. Neyseki, onbeş dakika sonra hareket ediyor ve giderek yeşile dönen araziyi seyretmeye başlıyorum. Afrika’nın bu doğu ülkesi, alışılagelmiş Afrika imajını sarsıyor, buraları görene dek, Afrika çöl ve kuraklık demekti benim için.
Saat 15.00, beş saattir yoldayız, iki şeritli asfalt yol başladı, sarsılmadan gidiyoruz artık. Müslümanların yoğun olduğu köylerde, yüksek yerlere, ağaçların tepelerine, yeşil sancaklar asılmış, kimlik ifadesi olarak.
Chalinz isimli yerleşime geliyoruz, saat 14.15. Allahtan, video player’de oynayan film de bitiyor. Başından peş peşe kötü hadiseler geçen genç kızın trajedisi ile bayılmak üzereydim, bakmasam da, acıların kadını olarak, feryatları, hıçkırıkları giderek rahatsız etmeye başlamıştı beni.
Köy yerleşimlerinden geçerken, ortalığa hakim olan pis kokular, otobüsün içine de doluyor. Buralarda ne ekili alan, ne de hayvancılık yapıldığına dair bir iz görmek mümkün. Dar es selam’a 75 kilometre kaldı. Tek katlı kerpiç kulübelerin yerini, yığma tuğla binalar aldı, pejmurdelik devam ediyor yine. Denize yaklaşıldığından olsa gerek, Hindistan cevizi ağaçları, plantasyonları başlayıverdi birden. Şimdiye kadar, Swahili dilinde yazılmış levhaların yerini, İngilizce yazılanlar aldı. Türkiye ile yarış edercesine, her yerde, akaryakıt istasyonu kuruluyor. Dar es selam’a 35 kilometre kaldı, yol araç yoğunluğundan şişmeye başladı. Tam 8 saat sonra, kaotik Ubungo otobüs garajına girdik.
Şehir merkezi yaklaşık 10 km. ileride. Ubungo garajı öyle kalabalık, ortalık öyle sıcak ve toz duman içinde ki; 50 $ isteyen taksi şöförüne, çok olduğunu bile bile 20 $ vererek, bu karambolden ayrılıyoruz. Cuma öğlende başlayan tatil, Cumartesi ve Pazar da devam ediyor. Bugün Cumartesi. Dar es selam, terk edilmiş gibi, görünürlerde kimseler yok. Dükkanların tümü kapalı. Zanzibar’a hareket eden feribotların kalktığı iskeleye doğru uzanan Morogoro caddesi boyunca yürüyüp otel arıyorum, neticede, arkadaşların beklediği, ilk uğradığımız Kibodya Otelde ( 125000 Tsh ) karar kılıyoruz. Biraz nefeslendikten sonra da, feribot iskelesine ilerliyoruz.
Kentin en lüks otellerinden, Harbour Hotel’in altındaki pasajdan geçerken, karşıdan gelen iki kişinin Türkçe konuştuğunu fark ediyoruz. Birisi gümüşçülük yapıyor, diğeri de restoran açmayı düşünüyormuş. Bu coğrafyada çok Türk olduğunu, çoğunun da İslami cemaatlere mensup olduklarını söylüyorlar. Ellerinde viski ve yiyecek torbaları var. “ Beraber olurduk, ama, misafirlerimiz gelecek, yarına kalın, görüşelim “ diyorlar. Durumlarını anlayıp, ayrılıyoruz.
Feribot iskelesine yaklaştıkça, etrafımızı yine “ kene “ler sarmaya başlıyor. Perişan bilet gişesinin önü, bir yığın adamla dolu. Çoğu, işi gücü olmayan, gayesiz insanlar. Azam Marine Ferry Fast Coastal isimli bakımlı bir salona giriyoruz. Sessiz ve gereğinden fazla serin. Danışmadaki kızın mesaisi bitmiş, gitmek üzere. Yarın 09.30’da Zanzibar’ın Unguja ve Pemba Adalarına gidecek hızlı feribot için 5 $ indirim yapıyor, 25 $ vererek, biletlerimizi alıyoruz. Yandaki gişelerde kıyamet kopuyor, gişe önünde birikmiş bir sürü kılıksız adam, gelip geçene yapışıyor, kimseyi rahat bırakmıyorlar. Dönüşte, yine aynı yoldan dönerek, pasajın altındaki pizzacıda pizza yiyoruz ( 7500 Tsh ). Kibodya otele girerken elektrikler kesiliyor. Gürültülü bir generatör devreye giriyor, aydınlanıyor ortalık ve odama giriyorum.
Bu kentte, her bankanın, ATM’nin ve ofisin önünce özel güvenlik görevlileri bekliyor. Sık sık elektrikler kesiliyormuş, karanlıkta güvenlik nasıl sağlanır acaba ? Kibodya otelin önünde bile, güvenlik görevlisi oturuyor.
Banyo ile üzerime yapışmış güneş yağı ve sivrisinek kovucu kremleri atıyorum. Kollarım, cildim kötü acıyor. Şimdiden, bir kat soyuldular bile. Yarın, ayrı bir aleme yol alacağım. Afro- Arap kültürün içine, Unguja Adasına doğru, 1.5 saat sürecek deniz yolculuğu bembeyaz mercan sahillerine götürecek. Heyecanlıyım. Yarına hazır olmak için, yatağa giriyorum.

14.02.2010 ( DAR ES SELAM - ZANZİBAR )

Dün sekiz saatlik otobüs yolculuğunun verdiği yorgunluktan olacak, deliksiz uyumuşum. Azam Marine’nin serin salonunda, dışarıdaki kargaşadan uzak oturup, hareket saatini beklerken, kahvaltı yapıyoruz. Hareket saatinin, teknik bir arıza nedeni ile 09.30’dan, 10.00’a alındığı anons ediliyor. Feribot gelince, danışmadaki kızın dediği gibi, küçük ve hızlı feribotla değil, yandaki gişeden 20 $’ lık bilet alanlarla birlikte aynı feribota bineceğimizi anlıyorum. Kucak kucağa bir insan seli feribotun her yerini dolduruyor. Verdiğim 5 $ fark, özel feribot için değil, bize, çay, kek ve dondurma ikram eden salon içinmiş anlaşılan.

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..