Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Temmuz '11

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Tarafsızlık üzerine...

Tarafsızlık üzerine...
 

Aslında her insanın hayatı boyunca yaptığı asıl iş, bir “seçim yapmaktır”. Herhangi bir şey yapmadan önce ve asıl, bir seçim yapar her insan.

Seçim yaparken de, bunu mutlaka ve sadece bir tek şeye göre yapar: “Kendine göre”!
Kendi her nasıl ve her ne ise, onu ve öyle yapmayı seçer.
Ve yine herkes, sadece kendi gibilerle ancak mutlu olur ve kendi gibilerle bir “taraf” oluşturur.

Ve bir vecizem:
İki seçeneği vardır insanın, ya ilim, ya zulüm… ilmi olmayan zulmedecektir çaresiz, kesin!

İşte “taraf olma” konusunda da yine bir seçim yapar her insan ve tam da kendine göre.
“Bilen” biriyse eğer ne aladır, değilse fena.

Hatta öyle ki ilmi olmayan insan, kendini “tarafsız” bile zannedebilecektir ve öncelikle ilk kendine zulmedecektir, kendini kandırarak. Sonra da başkalarını tabii.

İçeriğinde bizzat tarafsızım diye diye özellikle tarafsızlığını vurguladığı halde, öyle söylemleri olacaktır ki, baştan aşağı taraflı, ama bunun farkında bile olmayacaktır, ne acı.

Ya da hakkını teslim etmeyecektir haklıya, ama belki de asıl haklıyı, doğruyu, gerçeği söyleyenin taklitçisi olacaktır sadece.

Böyle bir durumda da,
Söyleyesi gelir ilim sahibinin, sorası gelir… susmaz, susamaz gerçek ilim erbabı. Oysa bilir, söylese tesiri yok, ama sussa gönül razı değil.

Sorar;
Gerçekten, nedir bu böyle?
İnsan değil miyiz her birimiz?

O halde nedir, her birimiz zaten birer insan olduğumuz halde, söylediğimiz gerçeklere, doğru olana, haklıya karşı, insana karşı, HAKKA karşı bu denli ilgisiz, duyarsız ve sessiz kalmalar? Nedir bu suskunluk böyle, nedir sadece olan biteni öylece seyretmeler, neme lazımcılıklar? Acımasızlıktır... Bu aldanış niye, bu isteksizlik niye, bu korku niye? Güvenmiyor musunuz kendinize, öz güveniniz mi eksik? Veya yürekli mi değilsiniz yeterince?

Ya da yoksa “bilmiyor musunuz”, sadece iyi, doğru, "iyi niyetli", dürüst, mert, "insan olabilmiş", makbul, erdemli insanların ancak susmayıp, mutlaka doğrudan, haklıdan ve gerçeği söyleyenlerden “taraf” olacağını! Ve haklıya hakkını teslim edeceğini, başkasının hakkının üstüne yatmayacağını!

O halde, şöyle mi düşüneceğiz, siz insanlar kötü, yanlışlarda, kötü niyetli, sahtekar, namertsiniz de o yüzden mi yani bu suskunluğunuz ve doğrudan, haklıdan yana olmayışlarınız, ol-a-mayışlarınız?

Olmuyor musunuz, olamıyor musunuz… Hangisi??

Çünkü ilim taifesi görüyor ve biliyordur ki, doğrudan, gerçekleri söyleyenden veya haklıdan yana olamıyor değilsiniz, olmuyorsunuz!

Evet bir seçim yapıyorsunuz, bir tercihte bulunuyorsunuz.

Zira pek ala “istediğinizde”, “işinize geldiğinde”, aynı durumda aynı yanlışın yapıldığı birilerini, hatta diğerinin yanında çok daha münferit kalan, diğerine kıyasla çok daha önemsiz bir yanlışın yapıldığı, çünkü kendi de zaten kusurlu birilerini destekleyebiliyor, onun haklılığını sahiplenebiliyorsunuz.
Hele de kendinize bir yanlış yapıldığında, haksızlık edildiğinde hem de öyle bir sesinizi çıkarıyorsunuz ki, sizi tanıdığını zannedenler bile şaşırıp kalıyor.

Lafta sürekli verdiğiniz o “herkesi olduğu gibi kabul etmek lazım”, “olgun olmak lazım”, “gülüp geçmek lazım”, “okumazsın olur biter”, "öylelerini yok saymak lazım”, “hiiç ilgilenmem bile öylesiyle arkadaş, bırakırım kendi haline, kendi yanlışında kendi boğulsun”, “cevap vermeye bile değmez, muhatap olmak zaten asıl hata, çok gereksiz, anlamsız, sıkıcı, saçma” ve bunun gibi tavsiyeler, ahkam ya da tepeden bakmalar;

Veya “olumlu tarafından bakın”, “o olumsuzsa siz olumlu olun”, “ her kötü laf sahibini bağlar”, “herkes kendi yaptığından kendi sorumludur” gibi her halükarda pozitivist yaklaşımlar veya işin içinden böylelikle sıyrılıverişler;

Ya da barış, uyum, sevgi, hepimiz kardeşiz bağlamında verdiğiniz tüm o iyilikçi, süslü mesajları hiç siz vermemişsiniz gibidir… Hele bir size yanlış yapılmaya görsün, size haksızık edilmeye görsün veya sevdiğiniz, kendinizden saydığınız birilerine yapılmaya görsün, unutuverirsiniz anında zikrettiğiniz bütün bu lafları; rafa kalkıverir hemen hepsi. Ama kendinize yapılmadığında ya da kendinizden saymadığınız başka birilerine yapıldığında hiç oralı bile olmayabilip, gayet geniş bir fütursuzlukla o yanlışı ve onların haklılığını, doğruluğunu, hatta olanları-gerçekleri görmezden geliverirsiniz. İnsanoğlunun, “sadece” kendinden ve kendi gibi saydıklarından taraf olma meselesi yani!!


Şunu söylemeliyim ki, hiçbir insan zaten asla “tarafsız” değildir, olamaz! Yoktur çünkü insan için “tarafsızlık” diye bir şey. Bir insan mutlaka bir şeylere taraftır, zira aynen dediğim gibi, bunda da bir seçim yaparlar. Ya gerçeklerden, doğruyu söyleyenden, doğruyu yapandan, haklı olandan taraftırlar; ya kendinden taraftırlar; ya da her ne işine gelmekteyse, ondan taraftırlar.

Zaten dilimize yerleşmiş o “tarafsız olmak”, “tarafsızlık” gibi söylemler de asıl, o ilk seçenekteki doğrudan, gerçekleri söyleyenden ve haklıdan taraf olmakla özdeştir. Ve gerçekten iyi, doğru, iyi niyetli , dürüst, mert, yani insan olabilmiş, makbul ve erdemli, ilime vakıf, gerçek anlamda olgun, olmuş insanlar, kesinlikle doğrudan ve haklıdan taraftırlar. Ve her hakedene de hakkını teslim ederler. Aksi mümkün değildir bunun.

Böyle olan çok az sayıdaki ender insanlar için, yanlışlara, doğruya ve haklıya ilgisiz, duyarsız kalmak da mümkün değildir, susmak da mümkün değildir. İlgilidirler her türlü olan bitenle ve susmazlar da… Çünkü bilirler ki, haklıdan, doğrudan gerçeklerden taraf olmazlarsa, yanlış, yalan ve haksızlıklar an gelir, gün gelir, yeri gelir onları da, herkesi de alır içine, etkiler mutlakabir bütün içindedirler, o bütünün bir parçalarıdır çünkü herkes gibi kendileri de. Onun için de söylerler, çekincesiz, açık, dürüst, mert ve yürekli bir şekilde ortaya koyarlar gördükleri, bildikleri her doğruyu, yanlışı, gerçeği… Üstelik bunlar, her ayrıntıdan asıl gerçeği, doğruyu, haklıyı gerçekten görürler ve bilirler de. Ve insanlar arasındaki fark da işte oradadır. Bunlar ilim sahipleridir, diğerleri ise, ilimden yoksun zulmediciler.

Evet, zulmedici, çünkü en ufak bir haksızlık dahi zaten bir zulümdür. Zira bunu "kasten" yapanların dışında kalan bazı insanlar da, iyi, doğru, iyi niyetli insanlar oldukları halde ve aynı çevrenin aynı gerçeklerini paylaşmalarına rağmen, olanlarla ilgilenmiyorlarsa eğer, ya bir taraftan da "bencildirler", ya da hayata dair de, insana dair de, kendilerine dair de, doğrulara dair de henüz birşeyleri bilmiyorlar veya eksik biliyor, yanılıyorlar, yanlış biliyorlar demektir. Ya da ilgilendikleri halde sessiz kalmayı tercih ediyor, susuyorlarsa da eğer, ya henüz o sırada ne olup ne bittiğini tam kestiremiyor, bilemiyorlar, karar veremiyor, emin olamıyorlardır, ve/ya doğrudan ve haklıdan yana olduklarını gösterecek yeterlilikte yürekli, “doygun” ve güvenli de, güvenilir de değillerdir.

Ve üstelik, bilir misiniz ki acaba, “yanlışlar” sadece ve sadece bazı insanların zaten susmak gibi, sırf kendini düşünmek gibi, ilgisiz kalmak gibi, gerçek haklının ve gerçek doğrunun, gerçeği-olanı söyleyenin yanında yer almamak gibi bir tercihle “böylesi işine geldiği için” bir ortamda hayat bulurlar, çoğalırlar. "Yanlış" da zaten adı üstünde zarar verir!

Onun için ben tarafsızım demek veya olana bitene sessiz kalmak, aman neme lazım ben karışmayayım millet birbirini yerse yesin demek ne denli bir yanılgı, sahtelik ve yanlış ise, herkese şirin görünmek adına, nabza göre şerbet vermeler, herkese mavi boncuk dağıtmaya çalışmalar, yalakalıklar, güya tarafsız-mış gibi bir ahval ile nötr durduğunu farzedip, her kim ne yaparsa yapsın, hep iyi, olumlu cümlelerlerle her tarafa gülücük yollamalar da, yanlıştır, bir aldanıştır, aldatıştır ve sahtedir yine. Çünkü yine bu tarz davranan kişiler, kendi işine öylesi geldiği için öyle yaparlar. Yani makbul ve şahsiyetli bir tutum değildir zaten. Üstelik de ayrıca, o “taraf”lar da sırf kendi işlerine öyle geldiği için yanlışlar yaptıklarında, yanlış yapana tepki göstermemekle veya yanlış yapılanı desteklememekle, onların da diğer yanlış yapanlardan bir farkları kalmamış olur haliyle.

Bir yanlışın ve haksızlığın bulunduğu bir yerde ancak ve ancak tarafsız olmak değil ama, “taraflar üstü” olunur ki, asıl makbul ve geçerli olan, doğru olan ve olması gereken de odur zaten. Taraflar üstü olmak ise, yine zaten o sadece doğrudan, gerçekleri ve olanı söyleyen ve haklıdan yana olanlara mahsustur.

Ama yeterince bir ilim, insanlık, doygunluk ve olgunluk çizgisinde olmayanlar, bunun aksini yaptıklarında, sessiz kalıp, doğruyu haklı olanı, gerçeği söyleyeni desteklemediklerinde, karakterden ödün vermiş ve onlar da aynen o haksızlığı ve/ya yanlışı yapan kişiler sınıfına, haksızdan, yanlıştan tarafa düşmüş olurlar böylelikle.

Oysa her birimiz önce “insanız”… bunu hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Diğer her kimliğimiz, hangi milletten, hangi ırktan, hangi inançlardan, hangi takımdan, hangi partiden, siyasi görüşten, hangi meslekten, hangi taraftan, gruptan vs. olduğumuza dair “kimliklerimiz” insan kimliğimizden daima sonra gelir. O nedenle, önce ve asıl “insan” kimliğimizin gerektirdiğini yerine getirmemiz, önce ve asıl insan kimliğimiz neyi seçmemizi gerektiriyorsa onu, yani doğruyu seçmemiz gereklidir ki, diğer kimliklerimizle yapacağımız seçimler de, işler de yine “doğru” olabilsin ve o tercihlerimizde de haklı olabilelim, onurlu kalabilelim. Kaldı ki, gerçek iyi niyet de budur zaten.

Ben de işte seçimimi o yönde yapmış biriyim. Asla tarafsız değilim, doğrudan, haklıdan, gerçeklerden tarafım. Çünkü olgun, doygun, insan olanın, bilenin işine gelen de budur.

Ya siz?



Filiz Alev
22.07.2011 

 
Toplam blog
: 157
: 3152
Kayıt tarihi
: 03.03.11
 
 

Ekonomistim, emekliyim. İki evlat annesiyim. Müzikle ilgilenirim, bestelerim vardır. Düşünürüm, a..