Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Kasım '13

 
Kategori
Tarih
 

Tarihimizle yüzleşmek: Nasıl Müslüman olduk? "Ceyhun Nehri Kan akıyor"- 16 (Son Yazı)

Tarihimizle yüzleşmek: Nasıl Müslüman olduk? "Ceyhun Nehri Kan akıyor"- 16 (Son Yazı)
 

Büyük Selçuklu İmparatorluğu


“ Şaşılacak olan şey, bu yollarda suyun bile bulunmayışıdır.(…) Seferin üçüncü gününde, su sağlamak için kuyu kazmak zorunluluğu ortaya çıktı.”

Sultan Mesut’un kâtibi Beyhaki, Dandanakan Hisarı önündeki son hesaplaşmadan önce yaşananları, tarihe işte böyle kaydeder.

Görülmektedir ki Gazneli’ye son darbeyi, aslında Selçuklu Ordusu değil, açlık ve susuzluk vurmuştur.

“Uzun ömürlü ol. Oturduğunuz taht, Sultan Mesut’undur… Böyle olaylar olur, geleceğin ne olacağını kimse bilemez.”

Nişapur şehrinin önderi Kadı Said, Nişapur’a girmeden önce kendisi için hazırlık yapılan görkemli Sadyan Bahçesi’nde, Sultan Mesut’un tahtında otururken kendisini kabul eden Tuğrul Bey’e yaptığı konuşmasına, işte böyle başlıyordu. Sonra konuşmasına devam eder:

“Ölçülü olun ve Tanrı’dan korkun. Adaletli olun, zulümden acı çekenleri ve çaresizleri dinleyin. Askerlerini baskı yapmakta serbest bırakma. Zira adaletsiz bir davranış hayır getirmez. Size hoş geldiniz diyerek görevimi yapıyorum, yeniden gelmeyeceğim. Bu kadar öğüt yeter.”

Tuğrul Bey, gayet saygılı bir şekilde cevap verir:

“Kadı’yı yeniden gelmesi için rahatsız etmek istemem. Başka gerekli temaslar, haberleşme yoluyla da yapıla bilir. Söylediklerinize özenle uyacağımı vadederim. Biz yeniyiz ve bütün bunlara yabancıyız. Acemlerin geleneklerini bilmiyoruz. Kadı, gelecekte haber gönderme yoluyla da olsa, bizi öğütlerinden yoksun bırakmasın.” Yıl: 1038. (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, cilt: 3, sayfa: 1435/1436)

Tuğrul Bey, artık çapulcu (yağmacı) Oğuz çetelerinin askeri şefi değildir. Kaynaklar hutbede adını “Büyük Sultan” olarak okuttuğunu yazar. Ancak bastırdığı sikkelerde “Emir” ünvanının yazması, bu bilgiyi kuşkulu yapmaktadır.

Gazneli zulmünden yıldığı için, 3 ya da 4 bin kişilik kuvvetiyle emrine giren Buzcan Saları Ebul Kasım’ı, ilk veziri yapar. Mikaili Dihkan ailesinden Ebu Abdullah’ı ikinci veziri yapar.  Memurlar atar, haftada iki gün, Pazar ve Çarşamba mezalim soruşturmasına başkanlık ederek, halkın sorunlarını dinler. Nişapur eşrafını kazanır, eşraf, askeri uzmanlar ve eyalet savaşçıları sağlar. Bağdat’a elçi olarak yolladığı bir bilginle Halife El Kaim Bİ-Emrillah’a, Müslümanları Gazneli zulmünden koruduğunu ve adalet dağıttığını bildiren mektubunu iletir.

“Ya yağmaya izin verirsin yâda elimle kendimi öldürürüm.”

Tuğrul Bey, artık adalet dağıtıcısı bir sultandır. Bu nedenle Oğuzların çapulculuğuna karşı Nişapur halkına verdiği sözü tutmakta kararlıdır. Başını Çağrı Bey’in çektiği Oğuz çapulcularına karşı “Ramazan ayındayız, bu ayda yağma haramdır”, diyerek yatıştırmaya çalışır.

Oğuz çapulcuları bu söze kızarlar. Ramazan ayında haram olan çapulculuğun, başka aylarda helal olup olmadığı konusunda tartışma çıkar. Bu sırada Halife’nin elçisi Tus’lu Ebu Bekir, Nişapur’a gelerek Halife El Kaim Bi-Emrillah’ın mektubunu iletir.

“ Allah korkusunu unutma, halka güzel davran ve ülkeni bayındır kıl.”

Tuğrul Bey, bu mektupla ululuk ve saygınlığının arttığını düşünerek övünür. Halife elçisi Tus’lu Ebu Bekir’e 13 kat hilat giydirir. Ancak adamları, Ramazan’ın bitmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Bayramın birinci günü yağma için toplanan çapulcuların karşısına çıkar, Halife’nin mektubunu bildirerek, bu işten vazgeçmelerini ister. Yağmacılığı bitirmeye kesinlikle kararlıdır.

Çağrı Bey bıçağını çıkartır, “ya yağmaya izin verirsin, yâda kendimi öldürürüm” der. Çoğu Nişapur eşrafından sağlanan ve gerisini de Tuğrul Bey’in şahsi varlığından tamamladığı 40 bin Dinar’a razı edilen Çağrı Bey, parayı arkadaşları arasında paylaştırır.

İşte tarihin, ısrarla saklanan ve çarpıtılarak yanlış aktarılan, acı gerçeği:

Yılar yılı halkımıza belletilen tarihi yalan şudur:

“ Türkler, İslamiyet’ten önce göçebe, yerleşik kültürden uzak, çobanlık ve çapulculukla geçinen barbar bir kavimdiler. İslamiyet’ten sonra son derece yüksek ve yerleşik bir yaşam kültürüne geçtiler.”

Özellikle günümüzde Şeriatçılardan ziyade her devrin adamı olan neo liberal sözde aydınlar, günümüz siyasi ortamının da etkisinden olsa gerek, kafa yapıları nedeniyle de anlaşılır bir şekilde sık sık bu yalan dillendirmektedirler.

İşte bu saptamanın maksatlı bir şekilde nasılda çarpıtılmış olduğunu maalesef yerli kaynaklardan değil, yine batılı kaynaklardan öğreniriz:

“H. G. Wells, Yuan Chwang adlı Budist gezginden MS. 45 yılında Hindistan’a kadar uzanan gezisindeki izlemlerinden hareketle şu saptamayı yapar: “Gezici bizlere Türkistan diye bilinen yerlerdeki Türkleri değil ve fakat Kuzey Yolu olarak anılan bölgelerdeki Türkleri de tanıtmakta… Buralardaki birçok kentlerden ve bakımlı yerlerden söz etmekte… Gezicinin anlatışına göre Semerkant büyük ve refah içinden bir kent… Ahali son derece uygar… Şunu hatırlatalım ki o tarihler itibariyle böyle uygarlaşmış kentlere, Anglo Sakson İngiltere’sinde rastlamak mümkün değildir.” (Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk?) Cumhuriyet Kitapları 15. baskısı, 1999, 18. bölüm sayfa: 255)

Evet, Türklerin bir kısmı hala göçebe ve savaşçıydı, ancak Türkistan’ın en büyük ve en önemli kısmını oluşturan Aşağı Türkistan ya da Güney Türkistan ( Arapların, Maveraünnehr dedikleri Ceyhun-Seyhun arası: Merkezi Buhara olan Soğd, Uşrusana, Fergana, Hotel bölgeleri). Ceyhun’un iki koldan Hazar’a döküldüğü Harzem (Harizm) bölgesi. Yukarı Ceyhun Bölgesi: Toharistan ve Bedahşan bölgeleri, Seyhun ötesi topraklar: batısını Seyhun nehri ve güneyini Tanrı Dağları’nın çevrelediği, Merkezi Taşkent olan İlâk bölgesi ve önemli merkezleri Otrar, Taraz, Kulan, Özkent ve Endican şehirleri olan bölgeler. Merkezi Kaşgar olan Yukarı Maveraünnehr) işte H. G. Wells’in, Yuan Chwang’tan aktardığı gibidir.

Başta Buhara, Taşkent, Semerkant, Baykent, Cürcan, Kaşgar olmak üzere Güney Türkistan’ın büyük şehirleri Arabistan yarımadasından çok daha fazla daha modern ve refah yüksektir. Aşağı Türkistan, oldukça büyük olan Ceyhun ve Seyhun nehirlerinin havzalarını kapsaması nedeniyle geniş sulama sistemleri kurulmuş ve tarım oldukça gelişmiştir. Çin’den başlayarak Hindistan, Türkistan, İran ve Bizans üzerinden Avrupa’ya ulaşan Dünya’nın ticaret yolunun merkezinde olması nedeniyle (İpekyolu), Ticaret oldukça gelişmiş ve buna bağlı olarak Sağlanan servet birikimi, yüksek refahı ve imarıyla, Arabistan yarımadasından çok daha öndedir.

İşte bu bilgileri de bizzat dönemin Arap kaynaklarından öğreniriz. Bölgenin ikinci dereceden öneme sahip Baykent şehrinin Araplar arasındaki adı: “Medine-tüt Ticaret” (Ticaret Şehri) olarak bilinir.

Türkistan’ın İşgali diğer ülkelerden çok daha farklı olmuştur. Ortadoğu, Endülüs gibi bölgelerde orduların yenilmesiyle şehirler tam bir yıkıma uğramadan ülkeler topyekûn ele geçirilirken, Türkistan’da ise bizzat şehirlerin üzerine gidilerek yağma, yıkım ve katliama uğratılmış, Türk ülkelerinin sosyoekonomik ve sosyokültürel evrim süreci darmadağın, edilerek tersine döndürülmüştür.

Yağma ve yıkıma uğratılan şehirlerden kovulan Türklerin yerlerine ise, Arap koloniciler yerleştiriliyordu. Sadece Buhara katliamından sonra hayatta kalanlardan köle ve cariye olarak götürülenlerin sayısının 50.000 kişi olması, bölge nüfusu hakkında bize önemli bilgi verir.

İşte Wilhelm Barthold’un, Semerkant’ın başına gelenler hakkında verdiği bilgi, son derece tüyler ürpertici ve düşündürücüdür:

“Bir kaynağa göre Semerkant halkı, şehri tamamen boşaltmak zorunda bırakılmıştır. Araplar şehri işgal ederken Kuteybe, Âd ve Semûd kavimlerinin yok edilmesi ile ilgili ayeti okuyordu.” (Wilhelm Barthold, İlk Müslüman Türkler, Örgün Yayınevi, 2008, sayfa: 110). Barthold, kitabının dip notunda kaynağının, dönemin İslam Tarihçisi Taberi olduğunu belirtir.

Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk? Adlı eserinde bu tarihi sürecin soncunu ise şöyle tespit eder:

“Türk boylarının doğal evrim sürecine bu etkin Arap müdahalesinin sonucu ise, 300-350 yıllık kanlı bir sürecin sonunda, göçebe kimliğin bu kez tanrısal bir kutsamayla egemen olduğu, İslamlaşmış bir Türk toplumu oldu.” (Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk? Cumhuriyet kitapları 15. baskı, 1999, 18. Bölüm, sayfa: 263)

İşte Çağrı Bey’in, Tuğrul Bey’e “eğer yağmaya izin vermezsen, kendimi öldürürüm” demesi, aslında İslamlaşmanın Türkleri hangi noktan alıp hangi noktaya getirdiğinin, acı ve düşündürücü bir ifadesidir.

(Not: Sayın Erol İrdelmen, yazı dizisinin 3. bölümüne yorum göndermiş, ancak sorduğu soruyu yazı dizisinin sonunda ayrıca inceleyeceğim için, cevapsız olarak yayınlamıştım. Yukarıdaki paragraf, Sayın İrdelmen’e umarım ki tatmin edici bir cevap olacaktır. Ahmet Elden)

“Şaşılacak olan şey, bu yollarda suyun bile bulunmayışıdır… Seferin 3. gününde, su sağlamak için kuyu kazmak zorunluluğu, ortaya çıktı.” (Beyhaki)

Sultan Mesut, komutanlarının başarısızlığı üzerine 1038 kışında 300 fil ve büyük bir orduyla, bu kez kendisi sefere çıkar. Bu durum üzerine Tuğrul Bey, Musa Yabgu, Çağrı Bey ve askeri şeflerin de katıldığı toplantıda, Tuğrul Bey, Horasan’dan batıya İran ve Bizans’a doğru göç etmeyi teklif etse de, Çağrı Bey: “İnsan ve zenginlikte Sultan üstün. Ama bizde hareketlilikte üstünüz, Horasan’da kalmalıyız” der. Çağrı’nın görüşü kabul edilir.

Sultan Mesut, ilk temasında Selçukluların dağınık bir şekilde geri çekilmesi üzerine umutlansa da, aslında yenilgi, Çağrı’nı görüşü doğrultusunda askeri bir taktiktir. Selçuklu Ordusu Seras’tan kuzeye, çöle doğru çekilirken, bütün su kaynakları, kuyular bozularak, ekili alanlar ve otlaklar da tahrip edilir.

Ordu komutanları, yöre halkının Selçuklularla anlaşmalar yapmasından yakınırken, Horasan’da bu nedenle girişilen cezalandırma seferleri ile Mesut’un ordusu bir işgal ordusu olarak görülmeye başlanır. 1040 yılı başında hiç güvenmediği Nişapur’a giren Sultan Mesut, yeniden hazırlık yapar.

Bu arada Halife Kaim Bi-Emrillah, gönderdiği mektupla Sultan’ın Türkmen fesadını söndürmeden Horasan’dan ayrılmamasını isterken, Selçuklu ve Irak Türkmen Beylerine de halkın can ve malına dokunulmaması için mektuplar yollar.

Görüldüğü gibi çevresi Şii ve Fatımi kuşatması altındaki Halife, sonucunu tahmin edemediği bu iki Sünni gücün büyük hesaplaşmasında, ikircikli bir tutum içindedir.

1040 yılı baharında vergi vermeyen Seras’a hareket eden Sultan Mesut, açlık çeken şehri savaşla alabilirken, kendi ordusu da açlık ve susuzluk çekmektedir. Komutanları Herat’a çekilmeyi önerse de Türkmen sorununu bitirmekte kararlıdır.

“Şaşılacak olan şey, bu yollarda suyun bile bulunmayışıdır. Büyük nehirlere (yâda kollarına) geldiğimizde, onların da kurumuş olduğunu gördük. Seferin 3. Gününde su sağlamak için kuyu kazmak zorunluluğu ortaya çıktı.” (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi 3. Cilt, sayfa: 1444)

İşte sefere katılan Mesut’un yazıcısı Beyhaki, Gazneli ordusunun düştüğü durumu bu şekilde anlatırken, bunun sebebinin Türkmenlerin sulama şebekelerini tahrip etmesi olduğunu belirtir.

Nihayet Merv yakınlarındaki Dandanakan şehri hisarı önünde karşılaşan iki ordunun 3 gün süren amansız mücadelesi sonunda büyük bir bozguna uğrayan Gazneli ordusunu, aslına Selçuklulardan ziyade susuzluk vurmuştur, yıl: 23 Mayıs 1040.

Güçlükle Gazne’ye çekilen Sultan Mesut, yeni bir ordu kurmak için ailesi ve tahttan indirdiği küçük kardeşi Muhammet ile Hindistan’a hareket eder. İndus nehri geçildikten sonra isyan eden kendi askerleri tarafından hazinesi yağmalanır ve bir kaleye hapsedilerek Muhammet yeniden sultan ilan edilirken, hapsedildiği kalede öldürülür, yıl: Ocak 1041.

Bu büyük zaferden sonra egemenliğini hızla genişleten Tuğrul Bey, Taberistan ve Cürcan’ı ele geçir. Ardından Rey ve Hemedan’ı ele geçirerek Rey şehrini yeni başkenti yapar.

“Senden korktuğumuz için uzaklaştık ve buraya konduk. Eğer üzerimize doğru gelirsen Horasan’a yâda Rum ülkesine gideceğiz ve seninle hiçbir zaman bir araya gelmeyeceğiz.”

Tuğrul, Rey’i ele geçirdiğinde yakınında bulunan Irak Türkmenleri liderleri Gök-taş, Buka, Mansur ve Anası-oğlu’nu yanına çağırdığına, işte onlardan bu cevabı alır. Gerçekten de bu Türkmenler, Rum ülkesine, yani Anadolu’ya doğru yola çıkarlar.

Cizre, Diyarbakır ve Musul ve çevresinde yağmacılığa başlayan bu Türkmenleri yaptıklarından dolayı şikâyetçi olan Diyarbakır’ın Kürt egemeni Mervanoğlu’na şu cevabı gönderir:

“Sen bir hudut emirisin, Türkmenleri kendine yaklaştırıp, kâfirlerle olan savaşlarda onlardan yararlanabilirdin.”

Yine Türkmenlerden şikâyetçi olan Büveyhoğlu sultanına da şu yanıtı verir:

Bu Türkmenler bizim uşaklarımız, kullarımız, reaya ve uyruğumuz olup buyruğumuzu tutarlar ve kapıya hizmet ederlerdi… Bunlar Rey’e yerleştiler, orada fesada başladılar. Bunun üzerine üzerlerine yürüdük. Lâkin onları korku sardı ve kudretimiz onları bizden uzaklaştırdı. Lâkin onlara yeniden baş eğdirmek için, ister uzakta, ister yakında olsunlar. İster dağa çıksınlar, ister ovaya insinler, bu asilere şiddetimizi tattırmamız gerektir.”

Görülmektedir ki Tuğrul Bey, bir zamanlar içlerinden biri olduğu Türkmenlerden artık tamamen kopmuştur. Çünkü o, İslam’ın hızla egemenliğine yükselen bir Sultan olmuştur.

İşte burada bir tarihi çarpıtmayı daha irdelemek gerekir:

“Türklerin birbirlerine yönelik kırımlarını gizleyen resmi tarih söyleminin çok büyük önemle vurguladığı Malazgirt Savaşı’na oranla gizlenen Dandanakan Savaşı’nın önemi çok daha büyük olmuştur. Malazgirt sonuç olarak Anadolu’nun Rumların elinden çıkıp Türklerin yurdu olmasının önünü açmıştır. Oysa Dandanakan bir yandan İslam’ın kavimsel dengelerini değiştirirken, biryandan da Türk boylarının genelde İslamlaşması, özelde Sünnileşmesini belirleyen bir dönüm noktası olmuştur.” (Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk? Sayfa: 231-232)

İşte bir zamanlar kendilerinden olan, ama artık Halife’nin sultanı olmaya aday birisinin sünnileştirme baskısıyla karşılaşıyorlardı. “Hayvancılıkla geçinen insanların Beyleri, tarım alanlarının yüce hükümdarı ve vergi toplayıcısı haline geldiği zaman, hayvancılıkla geçinenler onları terketmeye başladılar.” (M. G. S. Hodgson, İslam’ın Serüveni, sayfa: 45). İşte Türker’in Anadolu’ya göçünün gerçek nedenini bu noktadan sonra anlıyoruz.

Tuğrul Bey, bir türlü denetleyemediği Türkmen boyları ve Selçuklu Beyleri sorununa karşı çareyi, onları Bizans’a karşı gazaya yöneltmekte bulur. Zira kendi devletini ayakta tutabilmek için başka çaresi de kalmamıştır. Zaten Türkmen Boyları ve Selçuklu Beyleri, Sultan’ın iznine gerek duymadan bu yağma akınlarını serbestçe yapmaktadırlar. İbrahim Yınal, Erzurum’a kadar ilerlemesi üzerine önüne çıkan Bizans ordusunu yenerek, komutan Gürcü Prensi Liparit’i tutsak alır, yıl: 1048.

Bizans İmparatoru, Liparit’in serbest bırakılması için Tuğrul’a elçi gönderir ve Liparit serbest bırakılır. Elçi, Konstantiniyye Camii’nde hutbenin Sultan Tuğrul adına okutulacağını vadetmiştir. 1054-1055 yılları arasında Muradiye’yi (Bergri) ele geçiren Sultan Tuğrul, Erciş’e boyun eğdirirken Malazgirt’i ele geçiremez. Selçuklu’nun diğer kolları Erzurum’a akınlar düzenler. 1055 yılında Konstantiniyye Camii’nde hutbenin Halife adına okunmasını ister. İsteği Kabul edilir. (Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, cilt:3, sayfa: 1461). Acaba neden?

Sultan Tuğrul’un 60 bin kişilik ordusu Bağdat halkıyla savaşarak şehri ele geçirirken, bu kez de Büveyhi Hanedanı, devşirme bir komutana güvenmenin cezasını, tarihten silinerek çekiyordu:

Halife’nin veziri İbn-i Müslime, Kadıların Kadısı ünlü İslam bilgini Maverdi’yi, Sultan Tuğrul’a elçi olarak göndermiş, Halife’ye bağlılığını, vergisini düzenli göndermesini ve ele geçirdiği ülkelerdeki Müslümanların zarar görmemesini bildirmişti. Ancak Sultan Tuğrul, Halifenin bu ilk çağrısına diplomatik yanıtlar vermiştir: “ Benim askerim pek çoktur, bu memleketler onlara yetmiyor. Ben dürüst davranıyorum ama aç kimseler kötülük yapıyorsa ben ne yapabilirim, İstediğiniz vergiyi bildirin, elimden gelirse geri kalmam.”

Sultan Tuğrul’un gücüne muhtaç olan Halife, ona önce “Sultan” daha sonra “Rüknüd-din” (dinin direği-koruyucusu) Ünvarlarını verecek, arkasından tekrar ısrarla Bağdat’a çağrılacaktır, yıl: 1055.

Sultan Tuğrul, 8 fil ve 60 bin kişilik ordusuyla Bağdat’ın üzerine gelirken, Büveyhi Hanedanının Türk asıllı devşirme komutanı Arslan El-Besasiri Bağdat’ı terk ediyordu. Bağdat’ta kalan Türk ve Deylemli lejyon askerleri ve Bağdat halkı bu duruma şiddetle muhalefet eder.

Selçuklu Ordusu halkı bozguna uğratarak Bağdat’a hâkim olurken Sultan Tuğrul, olaylardan sorumlu tuttuğu Büveyhi sultanını yakalatarak Rey şehrine hapse gönderir.

Böylece zoru gördüğü anda askeriyle geri çekilen devşirme bir komutana güvenmenin cezasını, bu kez de tarih sahnesinden silinerek Büveyhi Hanedanı çekiyordu, yıl: 1055. Kendisine aradığı desteği bulan Halife El Kaim Bi-Emrillah, Sultan Tuğrul’a, sonunda çok istediği “El Melik Ül-maşrık Vel-mağrip” (doğunun ve batının sultanı) ünvanını verecektir. Ancak İslam Ülkesinin Sultanı ilan ettiği Sultan Tuğrul’un elinde siyasi bir koz olmayı, hiç değilse uhrevi ünvanını koruya bilmek için kabul etmek durumunda kalıyordu.

Sultan Tuğrul, İbrahim Yınal’ın kendisine karşı başlattığı isyanı bastırmaya çalışırken, Arslan El-Besasiri Bağdat’ı ele geçirerek Sultan Tuğrul’a elçi gönderen vezir İbn-i Müslime’yi öldürtmüş ve Halifeyi bir Arap emirine hapsettirmişti. Sultan Tuğrul, Rey şehri önlerindeki hesaplaşmada bir zamanlar en yakın komutanı olan ve Nişapur kapılarını kendisi için açan İbrahim Yınal’ı yenerek öldürtür.

İbrahim Yınal, Sultan Tuğrul’un despot bir imparatora dönüşmesinden rahatsız olan Türkmenlerin başına geçerek, onun bu önlenemez yükselişine karşı çareyi Fatımilerle işbirliğine gitmekte bulmuş ve cezasını da çekmişti.

Daha sonra Bağdat’ı yeniden ele geçirerek Halifeyi tekrar tahtına oturtan Sultan Tuğrul, Arslan El-Besasiri’yi öldürtüyor ve bir zamanlar Kâbe’ye ondan çektiklerinden dolayı dua astıran Halifey'i de, en büyük belalısından kurtarıyordu, yıl: 1059.

Tuğrul Bey öldüğünde Selçuklu İmparatorluğu, Ceyhun’dan Fırat’a kadar uzanıyordu, yıl: 1063.

Bitirirken: Türklerin Müslüman oluşunun ve yazı dizisinin ana konusuna bağlı olarak İslam İmparatorluğunun tarihini, 16 bölümlük bir yazı dizisiyle, okuyucunun aklında herhangi bir soru işareti kalmamasına özen göstererek vermeye çalıştım. Yine de okuyucunun aklında bazı soru işaretleri kalmışsa, gelecek yomları cevaplamaya da çalışacağım.

Görüldüğü gibi Emperyal imparatorluklar, hep aynı tarihi süreci izlerler. Osmanlının doğuşu ve batışı da bundan farklı olmamıştır. Yani Kırım Hanı Murat Girayın 2. Viyana Kuşatmasında Osmanlı’ya ihaneti, aslında gerçekleri saptırmaya yönelik görünür sebeptir.

İşte biz bu duruma en güzel cevabı Atatürk’te buluruz:

“Efendiler! Kılıçla fütuhat (fetih) yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara binnetice terk-i mevki etmeye mahkûmdur. Uzun seferlerde fütuhat meydanlarında dolaştırılan "Unsuru asli (millet)", fütuhat meydanlarında kılıç sallamaktan kendi hayatlarıyla uğraşmak fırsatını elde edememişlerdir."

Bu yazı dizisi ve diğer yazılarımı, beni bilgi verici bir kişi olarak değerlendirerek takip eden okuyucular edinmişsem, başta onlar olmak üzere bu yazı dizisini takip den tüm okuyuculara, özellikle gençlere Teşekkür ederim.

AHMET ELDEN

Bu yazı dizisinin oluşturulmasında faydalanılan tüm kaynaklar:

Erdoğan Aydın’ın kitapları: Nasıl Müslüman Olduk, Cumhuriyet kitapları 15. Baskısı, 1999.  Öteki Tarih, Kırmızı yayınları 4. Baskısı, 2011.  Arif Tekin’in kitapları: Kur’an’ın kökeni 1. Ve 2. Ciltler, Berfin yayınları, 2012. Bilinmeyen yönleriyle Hz. Muhammet’in ölümü, genişletilmiş 2. baskı, Berfin yayınları, 2012. Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi 3. Cilt, Tekin yayınları. Wilhelm Barthold’un Kitapları: İlk Müslüman Türkler, Örgün Yayınları 1. Baskı (Turkestan v. epolyu Mongoli, Petersburg, 1900). İslam Medeniyeti Tarihi (M. Fuat Köprülü tarafından, ilave ve düzeltmeler yapılmış), Diyanet işleri başkanlığı yayınları, Ankara, 1977. Claude Cahen: Türkler Nasıl Müslüman Oldular, Örgün Yayınevi 5. Baskısı Kasım 2011 (İslamiyet, doğuşundan Osmanlı İmparatorluğu’nun başlangıcına kadar, 1970). Büyük Larousse, sözlük ve ansiklopedi, Milliyet Gazetecilik A. Ş. , c. Librarie Larousse, 24 cilt, İslam Dini, İslam Tarihi, Türklerin İslam sonrası tarihi ile ilgili tüm maddeler, 24 ciltten incelenmiştir. Yazı dizisinin 11. bölümünün kaynakları, 11. bölümde ayrıca verilmiştir.

Ayrıca bir imparatorluğun doğuş, gelişim ve batış süreçlerinin incelenmesinde, İbn'i Haldun'un Mukaddimesinin, Türkiye Cumhuriyeti dönemimde yapılmış 3 tercümesinden de faydalanılmıştır: Süleyman Uludağ tercümesi, 2 cilt, Dergah yayınları, 2011. Zâkir Kadiri Ugan Tercümesi, 3 cilt, Devlet kitapları ikinci basılış, İstanbul 1970. Turan Dursun Tercümesi, 2 cilt, Kaynak Yayınları 3. Baskı, 2013.   

 
Toplam blog
: 138
: 5557
Kayıt tarihi
: 05.10.11
 
 

1968 Afyon doğumluyum Antalya'da yaşıyorum. Antalya end. meslek. lisesinden sonra Anadolu Ünivers..