Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Temmuz '09

 
Kategori
Tarih
 

Tarihin Bilinci

Tarihin Bilinci
 

Geocities kapanıyor. 2001 yılından bu yana sahip olduğum "Tarih Birikimi" isimli sitede yazdıklarımdan bir kaç tanesini bu platforma taşımak istiyorum.



Tarih zor bir alandır. Sosyal Bilimlerle ilgili olan kişilerin tarihle iç içe yaşamaları bir zorunluluktur. Eğer bir sosyalistseniz ve sosyalist bir düşünselliği üretmek istiyorsanız, mevcut yaşadığınız düzenden memnun değil ve yepyeni bir yaşam perspektifi arıyorsanız bir yanınızın tarihçi olması gerekir. Bir yanınızın değil bir çok yanınızın tarihçi olması gerekir.

Tarih dediğimiz şey bir antogonistik çelişkinin içine hapsedilirse, anlamak zorlaşır. Dünya ve Türkiye Solu tarihe yıllarca koyu bir tarihsel metaryalizm içinde bakar oldu. Bu anlamda toplumlar çeşitli bilimsel formüllerin içine hapsedilerek onların üzerinde bir takım beklentiler yaratılmaya. Aynı formülasyon, sınıfsal ayrılıklar üzerine de giydirildi ve bu sınıfların kendi içindeki mücadeleleri de bu doğrultuda belirlendi. Tamamen bir ezen ve ezilen karşılıklı çatışması tarihi yaratılmıştır. Tarih ezilen sınıfları iktidara taşımaktadır.

Kapitalizm en yüksek çelişkiye ulaşacak, gelişimin önüne geçecek, işçi sınıfı gelişimin motor gücü olacak ve önce kendi diktatörlüğünü kuracak sonra da bu diktatörlüğü devredecek; komünizm yaşanacak.

Tarihsel metaryalizmin en basit ve en anahtar açıcı formülü budur. Böylece kapitalizmin genel iç yapısı, işleyişi bir sınıfsal çelişkiler bütünlüğü içinde görülmüş, sınıfların kendi içindeki tabakalaşması göz ardı edilmiştir.

Oysa ne doğa bilimlerinde ne de sosyal bilimlerde böyle formüller yoktur. Örneğin, ışık nasıl yayılır? Işığın nasıl yayıldığı bir fenomendir. Deprem kuvveti nasıl yayılır? Belki deneysel olarak fenomenleri ampirik formüllere kadar indirgemek mümkündür ama realite bambaşkadır. Çünkü gerçek çok bileşkenlidir. En küçük etki tepkiyi değiştirebilir. Bilim adamları kelebeğin kanat çırpışına boşuna mı kafa yoruyorlar?

Pozitiv bilimlerinde nispeten daha genel denklemler mevcut olabilir. Örneğin 2 x 2’nin sonunu dünyanın her yerinde genelleştirebiliriz. Ama bu sonuç her zaman doğru değildir. Çünkü Bir dediğimiz BİR bile görecelidir. İnsan vücudu bir bütün gibi gözükür ama değildir. Nispeten daha yoğundur ve göz onu beden olarak algılar. Ama bedeni en yüksek düzeydeki inceleme aletinin altına koyduğunuzda sürekli şekil değiştiren ve sınırları temas ettiği yüzeyin bütün özelliklerine göre farklılaşabilen bir yapı halinde gözükür. Bütün cisimler kendi içinde bir çekimle bir arada duran ve moleküler anlamda birbiri ile titreşimle ilişki kuran maddeselliktir.

Nümerik olarak da Bir diye bir şey yoktur. Sıfır Noktasından Bir Noktasına ulaşmak mümkün değildir.

0,9999999999999999999...
bitmez. Sonu yoktur.

İstediğiniz kadar 9 koyabilirsiniz. Biraz akıl oyunu gibi gözüküyor olabilir ama 0 ile 1 arasını sonsuza kadar çoğaltabilirsiniz.

Sosyal Bilimler tam bir kaostur. İnsanların parmak izleri nasıl birbirinin aynı değilse, diğer özellikleri de aynı değildir. Örneğin her insan beyninin bir algılama merkezi vardır. Bu elle tutulabilir bir parçadır ve bu algı merkezi alınmış bir çok insan yaşamını devam ettirebilir. Bunun tam tersi de bir olay karşısında farklı algılamadan ötürü farklı tepkiler almak da mümkündür. Bununla birlikte insanlara aynı türden tepki verecekleri bir bilinç(altı) oluşturulabilir. Bugün düzen bilimsel olarak bunu yapmaktadır.

Genel anlamıyla bilinen "tarihsel metaryalizm" bilimin çoğullaştırılması değil, aksine genelleştirilmesidir.

İnsanlar "tarihsel metaryalizmin" içinde basit varlıklara dönüştürülür. Kolayca vazgeçilebildiği gibi, seçim yapabilme özgürlükleri de ellerinde alınılır. Stalinizmin bir ürünü olan "Tarihsel Metaryalizm" hem reel tecrübelerinden kaynaklanan hem de felsefi düzeyde düzenin devamlılığını sağlamak adına bu dogmaya tutunur.

Tarihin içinde elbette ilişkiler vardır. Ve bu ilişkilerin temelinde ekonomik çıkarlar vardır. Bu tüm zamanlarda böyle olmuştur ve olmaya devam edecektir. Marksist Tarihi Metaryalizm bunun üzerine inşa olur. Fakat burada kişiliklerin, örgütlerin, cemaatlerin büyük etkisi vardır.

Kapitalizmin gelişimini 1000’li yıllardan keyfi bir başlangıç yaparak başlatırsak 1000 yıllık bir serüvenin içindeki her türlü bakış açısı değerlendirme içindedir. 1000’li yılları referans noktası alırken elbette çok da keyfi davranmıyoruz.

Tarihin akışını değiştiren ya da bambaşka boyuta götüren dönemeçler, süreçler vardır. Bunlardan en belirgin olanı, İslamiyetin ortaya çıkışından sonra Haçlı Seferleri’dir. Haçlı Seferleri Batı’yı kapitalizme götüren bir süreci başlatmıştır. Haçlı Seferleri öncesinde ve sırasında batı medeniyet olarak dünyanın en geri ve barbar topluluğu olarak ortada duruyordu. Haçlı Seferlerini anlatan ve menşei batılı ya da doğulu olsun farketmez görece tarafsız(!) bir bakışlı tarihçinin yazdıklarını okursanız, Haçlıların o güne kadar görülmedik bir vahşet uyguladıklarını okuyabilirsiniz. Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasındaki tüm halkları dehşete düşüren bir barbarlıktır bu. Antakya, Urfa işgalleri ve şehirlerin Haçlılar tarafından ele geçirilmesi tam bir trajedidir. Haçlılar kent ahalisini o güne kadar bilinmeyen yöntemlerle kırmış ve yok etmiştir. O günler çok yakınlarda olsaydı sanırım şu an Haçlıların uyguladığı soykırımı tartışıyor olurduk. Ama o yüzyılda uluslardan çok, dini topluluk, kavim ve hanedanları konuşabiliriz.

Fakat bilinen bir gerçek var ki, Haçlılar önce Yahudileri yok etmişler, Orta Avrupa’da, özellikle Macaristan’da, sonra da Anadolu’da Müslüman ve Ortodoks halkları. Araplar, Süryaniler, Kürtler, Bizanslılar ve Türkler bu kıyımdan nasibini alan topluluklardır. Haçlı Seferleri ilk başta savaş seferi gibi gözükse de zaman içinde bir göç dalgasına dönüşmüştür. Bu Avrupalıların birinci göç hareketidir. Avrupalılar burada Medeniyetle karşılaşacaktır. Buradaki Medeniyet, Arapların, Hristiyanların ve Yahudilerin oluşturduğu bir medeniyettir. Avrupalı Tarikatlerden bir kısmı düşünsel anlamda büyük bir zenginlik kaynağı olan bu topraklardan çok etkilenecektir.

<ımg src="http://maryvictrix.files.wordpress.com/2007/11/templar01.jpg">

Bu tarikatlerden en ünlüsü Templar Knights’tır.

Tapınak Şövalyeleri ismi verilen bu tarikat bundan sonraki zamana damgasını vurmuştur. Süleyman'ın Tapınağı'nı korumakla görevli bu tarikat şövalyeleri zaman içinde özellikle Kabala ve Talmud bilgileri ışığında, Yahudi dini ile ilgilenerek, yine bölgede bulunan Şii mezhebine bağlı İsmaililerle sıkı ilişkiler içine girerek gizemli bilimlerin anahtarlarını almıştır. Burada gizemli kelimesinin altında yatan şey elbette metafizik öğretiler değildir. Aksine hayatın maddiyatına yönelik şeyleridir. Örneğin tarihteki ilk hücre tipi örgütlenmeye sahip Haşhaşiniler ile Tapınak Şövalyelerini çok sıkı ilişkiler içinde görüyoruz. Haşhaşinilerin hücre tipi örgütlenme modeli modern ve modern zaman öncesine kadar bir çok örgüte esin kaynağı olmuştur. İttihat ve Terakki, çok bilinen bir örnektir. Neredeyse tüm sol ve sağ örgüt modelleri aynı mantık çevçevesindedir. Ve bu çok kuvvetli bir modeldir. Haşhaşiniler dönemin en güçlü devleti Selçukluları dize getirmiştir. Hassan Sabah bir efsane değil yaşayan bir gerçektir ve tüm Şiiler için bir kahramandır.

Engels şöyle bir tanımlama yapmış.

“Herhangi bir büyük adamın, belli bir ülkede, belli bir anda kesinlikle ortaya çıkışı, elbetteki, sadece rastlantı eseridir. Fakat biz bu adamı bir kenara itecek olursak, yerini doldurma ihtiyacı kendini gösterecek ve yerine eninde sonunda iyi kötü bir başkası geçecektir.” (Felsefi incelemeler Editions Sociales, Paris 1961, s 163.)

Burada bir determinizm görüyoruz. Aslında Tarihsel Metaryalizmin özü bu paragrafta saklı. (Engels bununla ilgili olarak bir çaıklamada bulunmuştur. aslında bu determinizmden o da belki Marks da rahatsızdır. Fakat günün koşullarında girdikleri tartışmalarda sert ve ucu keskin cümleler kurmak zorunda kalmışlardır. Engels, ekonomik belirlemeciliğin dozunu fazlasıyla verdiklerini, oysa toplumsal hayatın içinde başka unsurlarında bulunduğunu belirtmiştir.) Ve bu insanlığın tarihsel metaryalizmi değil, olmuş bir tarihin, Avrupa Tarihinin bir tarihsel metaryalizmidir ve nispeten doğru diyebiliriz. Fakat sonuçlardan başa dönerek doğru olduğunu iddia ederiz. Bu formülü alıp, Ortadoğu ya da birz daha uzağa gittiğimizde aynı sonucu bir türlü bulamamış olmanın sıkıntısını, gelişimin ve medeniyetin öncüsü olarak Batı Medeniyetini göstererek geçiştirmeye çalışırız. Ve bir teori daha ortaya atar Asya Tipi Üretim tarzı deriz. Peki Asya Tipi Üretim Tarzı tarihsel metaryalizmle birlikte mi gider? Ya da Darwin’in, türlerin evrimi için Avustralya Kıtası’nın üstünde yer alan Süleyman Adaları isimli takımada grubunda yaptığı araştırmalardan bir tanesi yapmak üzere kendimize biz de bir yerli adası seçsek ve orada tarihsel metaryalizmin gelişimini, evrimini ve devrimini araştırsak neler buluruz? Sanırım böylesi bir araştırma özellikle Stalinist bir tarihçiyi oldukça sıkıntılı bir pozisyona getirebilirdi. Bu anlamda tarihsel metaryalizmin determinizmi toplumdan topluma farklılıklar içeren yeni yeni oluşumlar yaratabilir. Örneğin bir Irak'a demokrasi gelebilecek mi, Araplar demokratikleşebilecek mi diye bir soru sorduğunuzda ciddi bir sorgulamanın içinde olduğunuzu da fark edersiniz.

Haçlı Seferleri’nin neden olduğunu ve olmasaydı tarih ne şekilde gelişirdi, tartışmasını hiç açmadan tekrar konumuza geri dönmek istiyorum. Birinci tespitte, bir takım Stalinist tarihçilerin Feodal toplum yapısında kentlerin ortaya çıkışını ısrarla 600’lü yılara kadar götürmek istese de Avrupa’da oluşan kentin kapitalizmin öncüsü olma niteliğinden çok uzaklarda olduğu bir gerçek sanırım. Köleci Toplum dediğimiz döneme denk düşen ve Roma, Yunan uygarlıkları sözünü ettiğimiz Kent modelleri ile Batı medeniyetinin Kapitalizmin önünü açan bir süreci başlattıklarını da iddia edebiliriz. Fakat burada yine de kapitalizmin sermaye birikimi dediğimiz ve sermayeden para, paradan para dediğimiz ilişkiyi görebilmek çok kolay değil. Ve eğer böylesi bir ilişkiyi görmek istersek, yine Haçlılar öncesindeki Avrupa’da yaşayan Yahudilere bir uğramak gerektiği tesbitini yapmamız gerekecektir. Para bu dönemde yine Yahudilerin elindedir ve Haçlıların ilk planda Orta Avrupa’da yahudilere saldırması ve onların zenginliklerini talan etmesi tarihin içindeki rastlantılardan biri değildir. Ve Haçlı Hareketi kapitalizmin öncüsü olan güçler tarafından yapıldığını ve bu seferler sırasında şekil aldığını, seferler sonrasında ise yoğun bir düşünsel zenginlikle birlikte önemli bir teknolojik devrimlerin hazırlığının yapıldığının iddiası elbette Stalinist tarihçileri kızdıracak türdendir. Bu hareketin ana unsuru, itici gücü, beyni ve modeli içinde ağırlıklı olarak Tapınak Şövalyelerinin bulunduğu tarikattir. Burada başka bir parantez açalım.

Sosyalist dönüşümün öncüsü olarak işçi sınıfının partisi ve örgütleri çok önemlidir. Hatta vurucu noktadır bu. Örgütlü ve bilinçli mücadele, bu dönüşüm için vazgeçilmez, birincildir. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesi burjuvazinin sanayi devrimini yaptığı, manifaktürlerin fabrikalara ve büyük işyerlerine dönüştüğü zamanlara denk gelir. İşçi sınıfı, ağır kapitalist çalışma şartlarına direnmeye başlar. Sosyalist düşüncenin en büyük bilinç ifadesi olan Marksizm bu yüzyıl içinde şekillenir.

Sosyalist mücadaleye bu kadar bilinç yüklerken, kapitalistlerin örgütsüz olması elbette düşünülemez. Üstelik kapitalistler çok daha büyük bir dönüşüm gerçekleştirmişlerdir. Feodalizmden kapitalizme geçerkenki maddi koşulların dönüşümü ile kapitalizmden sosyalizme geçişteki maddi koşullar birbiri ile kıyaslama yapılamayacak derecede farklıdır. Zaten sosyalist dönüşümün mükemmel bir biçim alabilmesi için kapitalist maddi oluşumların en üst düzeyde çözümlenmiş olması gerekir. Kapitalistler, kendilerine ideal düzeni kurmak için aynı sosyalistler gibi büyük bir ütopya kurgularlar. Bu ütopya, Marks’ın da ifade ettiği gibi tüm idealist filozofların katkısı ile gerçekleşir. İngiliz Bacon, Atlantis’i tarif ederken acaba ideal kapitalist düzeni mi formüle etmekteydi? Bacon çok önemli kapitalist düşünürdür.

Kapitalizm kendisine iktidar ve maddi kazanç getirecek düzeni kurgularken elbette örgütlüydü. Tarih hiç bir zaman örgütsüz bir mücadelenin ürünü değildir. Tarih içindeki iz bırakan gelişimler, dönüşümler, devrimlerin altında örgütlü bir bilinç vardır. Bu bilinç, belli bir gelişmenin içindeki toplumların, spontane gücünden farklıdır.

Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde örgütlü bir bilinç vardır. Osmanlıyı 600 yıl ayakta tutan şey bu akıldır. Ve bu akıl sürekli dönüşüme uğramıştır. Özellikle gerileme dönemi sonunda, giderek Batılaşan düşünce sistemi ile Osmanlı güçsüzlüğü içinde kendine belli bir örgütlü bilinç yaratabilmiştir. İşte bu örgütlü bilinçtir ki onu Arap ve diğer İslam ülkelerin örgütsüzlüğünden kurtarabilmiştir. Osmanlıyı konumuz içinde küçük bir örnek olarak elbette geçiştirmiyoruz. Fakat bu çalışmanın amacı, özel belli bir tarih değil, tarihin kendisidir.

Haçlı Orduları 200 yıl kadar bölgede kaldıktan sonra, aldıklarını alıp, ülkelerine geri dönmüşlerdir. Bu geri dönüşü, bir yeri ziyaret edip, geri dönmek olarak gözümüzde canlandırmıyoruz elbette. 200 yıllık süreç sürekli ilişkiler bütünüdür. Deneme yanılmalar, öğrenmeler. Hafızaya kalıcı notlar alınmıştır. Avrupalı zihin belli ve bilinçli bir birikimin ürünüdür. Marko Polo nasıl bir kişiliktir ki, kalkar kendi yurdundan ve dünyanın çevresi uzunluğunda bir yol alır. Sürekli notlar tutar. Dikkat edelim bu 1200’lü yıllardır. Marko Polo kapitalizm için hatta empeyalizm için çok önemli bir şahsiyettir. Avrupalı zihin, petrolün varlığını, ona sihip olan ülkelerin insanların kafasındaki düşünme biçiminden çok daha farklı bir biçimde not etmişti, kendisine. Bu Avrupalı zihinin, üstün bir zekalı olmasından değil, bilinçli ve birikimli bir düşünce sistemine sahip olmasından kaynaklanıyordu. Bu asla spontane bir bilinçlilik değildi. Bu aksine son derece organize ve örgütlü bir bilinçti ve ne yaptığını ve ne zaman yapması gerektiğini biliyordu.

O dönemin büyük dehalarının hayat hikayelerinde hiç dikkat çekmeyen bir şey vardır. Neredeyse hepsi sipariş üzerine çalışmalar yapmıştır ve çalışmalarının neredeyse tamamı birileri tarafından desteklenmiştir. Ve mantıklı olan da budur. Hiç bir bilimsel buluş, o buluşu üreten zekanın maddi koşulları ve kaynakları çerçevesinde üretilemez. Mutlaka desteklenmelidir.

Kristof Kolomb bize çok büyük serüvenci, kaşif olarak tanıtılır. Ve Kristof Kolomb sanki, oturmuş, doğuda Osmanlıların ticaret yolunu kestiğini düşünmüş, batıya doğru gidilirse Türklerin egemenliği altında olan coğrafyadan kurtularak zenginliklere ulaşmanın başka yolunu bulacağını düşünmüştür. Ve yıllarca İspanya ve Portekiz Kralı arasında mekik dokumuştur. Ve sonunda bir kraliçenin aklını çelmiştir. Elbette tarihi olaylar ve keşifler bu kadar basit olarak yapılmıyor.

Avrupalı’nın ikinci ve en büyük göç hareketi 1492 yılında başlar. 1492 yılı tarihin çok önemli bir milestone’dur. Bu tarih Avrupalı museviler için de çok kötü bir yıldır. İber Yarımadası’ndaki tüm Museviler, önemli bir göç hareketine zorlanır. İki olayın üst üste gelmesinin tarihin bir cilvesi olarak değerlendirirsek sanırım biraz saflık yapmış oluruz.

Amerika’nın keşfini 1492’den başlatan tarih anlayışı yine kapitalist bir bilinci ürünüdür. Amerika 1492’den çok daha önce keşfedilmiştir. Orada yaşayan halkları bir kenara bırakırsak, Amerika Kıtasına ait, 1492 yılından önceki zamanlara dayanan eski haritalar bize çok önemli ipuçları verir. Kristof Kolomb bir bilinmeze yolculuk yapmıyordu. Aksine nereye gideceğini çok iyi biliyordu. Yani karşılaşacağı dünyanın yabancısı olabilirdi ama gittiği yerin Hindistan’dan farklı olduğunu biliyordu. Eğer o bilmiyorduysa da onu o yolculuğa çıkmaya iten güçler biliyordu. Ve neredeyse bütün filmlerde işlenen temadan alınan ilhamla;, gittiği yeri bilen bir kişilik ve nasıl, nereden gidileceğinin bütün esrarına kuşanmış büyük kaşif imajının altında mutlaka bilimsel gerçekler olmalıdır. Kristof Kolomb, çizdiği rotada gidilebilecek en uygun bir yol bulmuştu. Neredeyse tüm rüzgarları biliyordu. Burada belki bizde bilinçli bir abatma yapıyoruz ama, konunun vuruculuğu açısından bu gerekli bir şey. Sevgili kaşifimiz yepyeni bir dünyaya gidiyordu. Ve o yolculuk için her türlü donanıma sahipti. Ve başka önemli nokta geriye dönerken nedense yolculuğunun amacı olan batıyı değil doğuyu kullanmıştır. Sürekli batıya giderek dünyayı dolaşan ilk kaşif Macellan olmuştur.

1492’den sonra çok büyük dönüşümler yaşanmıştır. Avrupalı hızla yeni kıtaya göç ederken beraberinde tüm birikimlerini de yeni kıtaya götürüyordu. Bu kıtaya gidenler eski kıtadan farklı bir yaşam biçimi hayal ediyor olmalıydılar. Özellikle Kuzey Amerika kıtasına göç edenler ellerinde sanki bir program varmışçasına çalışıyordu. Hızlandırılmış bir film izler gibiyiz. Kısa sürede kurulan şehirler, fabrikalar, bankalar, yeni dini anlayışlar... Yeni bir ülkenin ortaya çıkışı. Amerika her anlamda kapitalizmin özgürlükler ülkesi olarak yükseliyordu. Peki bu hareketin arkasındaki "bilinç" neydi?

Fransız Devrimi’nin Devrim olarak Fransa’da olmasının tarih için çok farklı anlamları vardır. Feodalizm’den Kapitalizme geçişin en büyük göstergesi olan 1789 Devrimi’nin neden bu kadar kanlı ve radikal bir dönüşüm olduğunu sorgulamak da tarihçilerin önemli bir görevidir. Fransa acaba İngiltere’de yaşanan bir süreçten geçemez miydi? Fransız Devrimi tüm devrimlerin esin kaynağı olmuştur. Simgedir. Arkasından 1917 yılındaki Ekim Devrimi gelir. Burada tarihsel bir yanılgı söz konusudur. Stalinist ve Tarihsel Metaryalist tarihçilerin ısrarla devrimi bu tarzda dönüşüm biçiminde şekletmelerinin 1789 ve 1917 etkilerinden kaynaklandığı gerçektir. Peki acaba tarih bu yolu mu izler her zaman? Bu devrimler, suyun 100 derecede kaynamasına mı benzer?

1789 yılında olup bitenlerde tarih başka şeyler daha aramalıdır. Çünkü Avrupa coğrafyasında bugün dahi AB topluluğu üyesi olup, biçimsel olarak kraliyetle yönetilen iki elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar ülke vardır ve bunların hiç birinde feodalizmden kapitalizme geçiş bu kadar kanlı olmamıştır. Radikal ve keskin dönüşümler dediğimiz şeyler illaki kanlı dönüşümler değildir. İktadar mücadelesi bir savaş ortamında geçebilir. Savaş kaçınılmaz da olabilir. Tarihte bunun sayısız şekli vardır. İktadar mücadelesi bir savaş ortamında geçebilir. Tarihte bunun sayısız şekli vardır. Bugün bile savaşın kaçınılmaz olduğu durumlar vardır. Fakat Fransız Devrimi öncesinde Fransa’da burjuvazi zaten ülkenin hakimi olmuştu. Meclis kurulmuştu, soylular bariz bir şekilde güçsüz ve mülksüzdüler. Geniş feodal araziler kapitalist üretimle yarışamayacak kadar boş duruyordu. Yine bir roman kahramanına gidelim. Monte Kristo Kontu, burjuvazinin yükselişinin bir romanıdır. Çok önemli bir hikayedir. Keşke bize gösterildiğinin aksine biraz da tarihsel bir bakış bilinci ile bakabilsek.

Fransız Devrimi bir simgedir. Bundan dört yüz yıl kadar önce olan yine radikal bir döşüm içeren ve kapitalizmin bilinçli ve örgütlü öncü yapısına yönelik bir saldırının öcünün alınmasıdır. Hedef Fransız Kraliyet ailesidir. Ve ona bağlı soylu sınıfıdır. Başarıyla planlanmış ve sonu baştan belli bir devrim senaryosudur bu. Ve nedense Fransız Devriminin tüm aktörleri Devrimin kendisi tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Fransız Devrimi sırasında alt sınıflar taşeron olarak kullanılmıştır. İşçi ve köylüler Paris Sokaklarında Devrimin şanlı bayrağını dalgalandırırken bir tecrübe yaşıyorlardı. Ve bu başkaldırı ve savaşma kültürü, Fransız Devrimi sonrasındaki işçi sınıfının mücadele bayrağı haline gelecektir. Tam bu dönemin içinde Marks vardır ve bu mücadele kültüründen ister istemez etkilenir. Marks’ın kurduğu kuram doğrudur. Yapmış olduğu tarihi tesbitler gerçektir ve Avrupa’nın gelişim çizgisi Tarihsel Metaryalizmin fomüle ettiği şekilde olmuştur. Tek farkla, Marks, kapitalizmin gelişim çizgisinin boyutlarını hesap edememişti. Marks’ın, kapitalizmin üstyapısal kaynaklarının ve örgütlülüklerini bildiğini düşünüyorum ben. Marks, sosyalist dünya görüşünü, daima ayakları tersde duran bir şeyin doğrusuna getirilmesi şeklinde ifade etmiştir. Belli bir çizgi dahilinde bu doğru süreçtir. Fakat kapitalizm belli bir çizgide sabit kalmadı. Gelişimin motor gücü olmayı sürdürdü. Üstüne, kendi bilinçli ve ötgütlü yapısını dünyanın bütüm köşelerine birbiri ile kopmaz bağlar kurarak sağladı. Kapitalizmin bilinçli bu yapısının hafife alınmaması gerekiyor.

1917 yılında kapitalist dönüşümün çok farklı bir şekli Rusya’da gerçekleşti. Rusya’da burjuvazi gelişmemişti. Örgütlü de değildi. Rusya kendi doğası içinde farklı özelliklere sahip bir coğrafyadır ve böylesi geniş arazilerin eşzamanlı denetlenmesi kolay değildir. Bolşevik partisi, bütün donanımlara sahip bir örgüttü. Ve Bolşeviklerin karşısında burjuvazi değil, daha çok feodaliteye yakın toprakağaları ve zirvede Çar bulunuyordu. Fakat Rusya insanı ne kapitalist bir bilince ne de onun bir üst aşaması olan (tarif öyle) sosyalist felsefeye uyuyordu.

Burada küçük bir parantez daha açalım. Kapitalizmin mantığı karekteristiktir. Türkiye 1923 yılında daha cumhuriyet ilan edilmeden kapitalist bir ülke olduğunu dünyaya duyurdu. Peki Türkiye kapitalizmi ne zaman öğrendi? Türkiye kapitalizmin temel mantığını seksenli yılların sonlarına doğru, Özalizmle kavramaya başlamıştı. Kapitalizmin ana felsefesi insanlarının hemen hepsinin düzene uyum sağlamasıdır. ABD bu anlamda kapitalizmin cennetidir. Çünkü yaşayan her insana kendini kabul ettirmiş ve nüfuz etmiştir. Türkiye’de beş aile saymak insanların kapitalizmle yaşadığı anlamına gelmez. Bütün sosyal sınıfların kapitalizm içinde bütünleşmesidir temel mantık. Türkiye’de hala şehirde yaşayıp, köyle bağı kesilmemiş insanlar vardır. Bu kapitalizmin temel mantığına uymaz. Bu nedenle bu bağların kopması gerekir ki son 10 yıl bu bağların koparılmasının öyküsüdür.

Rusya ile Türkiye arasında inanılmaz benzerlikler vardır. İkinci Dünya Savaşı’na kadar gelişim çizgisi doğrusaldır. Temel mantık da öyle. Fakat Rusya Sosyalist bir ülkedir ve o felsefenin temel mantığını harekete geçirmelidir. Bu anlamda, Rusya gayet planlı bir şekilde kapitalist gelişime geçmiş, Türkiye ise anonim olmuştur. Türkiye’nin gelişim çizgisini Kapitalizm (Not: Bu seriyi daha sonra paylaşacağım) serisi içinde anlatmıştım.

<ımg src="http://www.ufukcizgisi.org/img/25_ekim_devrimi.jpg">

Lenin aslında bir tür burjuva örgütü olan partinin teorisini oluşturmuştur. Leninist Parti Modeli bundan sonra tüm devrimci örgütlerin biçimi olacaktır. Bütün Komünist Partiler bu modele göre örgütlenirler. Bu aslında özden kopuştur. Yanılsamadır. Kapitalist düşünce tarzı, araçları dahil, sosyalist düşünme yönteminden radikal bir farkla ayrılır. Fakat Lenin’in başka seçeneği yoktur. Elindeki tüm seçenekler onu böylesi, başarılı da olmuş yola götürür. Stalin bu partiyi tam bir dikta gücüne dönüştürür. (Türkiye ile olan paralellikler burada da devam eder. Mustafa Kemal ve daha çok İnönü.) Her türlü tartışmanın, çoksesliliğin yok olduğu, muhaliflerin ülke ülke dolaşılarak öldürüldüğü, kendi düşüncesinden başka bütün düşünceleri yok sayan bir bilinç yöntemi ile sosyalist mücadele yapılmaya başlanır. En büyük sosyalist ülke, sosyalist düşünce ve yaşam biçiminin muhalif gücü olarak yükselir. Daha sonra bu Parti modeli yine bir zorunluluklar doğrultusunda Nazi almanyası, insanlığın gördüğü en büyük yıkımın mimarı ile saldırmazlık antlaşması yapar. Bundan dört yıl sonra Emperyalizmin temsilcileri ile Avrupa’yı kendi aralarında paylaşır. 1956’da Budapeşte’de, 1968’de de Prag’da özgürlük isteyenlerin üstüne tanklarını sürer. 1960’lı yıllarda dünyanın yok olabileceği bir Nükleer Savaşın fitilini ateşlemeye hazırlanır. 1979’da Kabil’dedir. Elbette yaptıklarının karşılığını 1989 yılında alır. Koca sosyalist devlet 70 yılda kullanılamaz ve kapitalizm karşısında ağır bir yenilgi almış bir halde tarihe karışır.

Tarih, yani insanların karşılıklı yaşam ilişki ve toplumsal düzenlerinin yazılı olduğu kronoloji bir bilinç dahilinde yürür. Kapitalizm ne kadar örgütlü olduğunu son elli yılda cümle aleme göstermiştir. Fakat bu bizim için yakın bir tarihtir. Bunun öncesinde, pre-kapitalist dönemdeki loncalar önemli örgütlerdi. İçinde bir çok politikacının, iş sahibinin, askerin, sanatçının, devlet adamının ve bilimadamlarının bulunduğu daha değişik örgütlenem modelleri de bu bilinci kendisinden gelen kuşaklara aktarmanın rolünü oynamıştır.

<ımg src="http://www.bucklesofestes.com/images/Mason-Shriner/mason-g.jpg">

Bunların en ünlüsü mason teşkilatlarıdır. Tarihte isim olmuş ve insanlığın hizmetinde bulunmuş bir takım kişilerin neredeyse tamamı masondur, ya da benzer bir örgütle yine birbirine bağlıdır. Yukarıda sözünü ettiğimiz, kapitalizmin en iyi teorisyenlerinden, Bacon, çok önemli ve etkili bir masondur. Ve çok büyük bir ihtimalle Templardır. Fransız Devriminin tüm aktörleri masondur. Kuzeyli Amerikalılar ve iç savaşın galibi Birleşik Devletlerin tüm kurucuları masondur, İtalyan Devleti’nin temelini atan Garibaldi masondur. Bir çok şair, sanatçı, müzisyen, masondur...

Bu şahıslar düzenin adamı oldukları için mi masondurlar yoksa, mason oldukları için mi kapitalizm düzeni yaşamasını belli bir örgüt ve bilinç çerçevesinde götürebilmektedir. Bu çok kritik bir sorudur. Ya da şöyle bir soru sorabilir miyiz? Kapitalizmin kendi ilişkileri mi masonluk gibi örgütlenmeleri doğurmuştur, yoksa bu tür kalıcı ve sağlam ilişkiler ve bunlardan doğan bilinç mi kapitalizme bugünkü şeklini vermiştir? Bu tavukla yumurta hikayesinden farklı bir paradokstur. Fakat klasik düşünme tarzımızla olayları, olguları ve kişilikleri tamamen o dönemin zorunlu sonucu halinde kurgulamayı zorunlu hale getiriyor.

Örneğin, Cumhuriyeti kuran kadronun düşünsel yapısı mıdır önemli olan yoksa, Türkiye’nin kendine has şartları mı? İttihat ve Terakki gizli bir örgüt biçimidir. Belli bir ritüeli vardır ve Selanik’te kurulmuştur. İttihat ve Terakki Türkiye’nin son 120 yılında vardır. Peki İttihat ve Terakkiyi kuran kadro ve bilinç nedir? Cumhuriyeti kuran kadro ve bilinç nedir? Türkiye’nin son 150 yıllık hatta çok daha ötelerinde olan düşüncenin üretim merkezi nerelerden esin alır? Bu sorunun cevabı için çok uzaklara gitmemiz gerekmiyor. Dün ve bugün isim olmuş ve tarihimize damgasını vurmuş bir takım kişiliklerin rastlantısal bir şekilde hayatlarının kesişmesinde sanırım bir espri vardır. Türkiye’de sağ ve sol göreceli kavramlardır. Sol uzun yıllar, Türkiye’de eski aristokrat sınıftan gelenlerin kontrolünde olmuştur. Bunda da anlaşılır bir neden vardır çünkü, sol dediğimiz şey bir gelişim çizgisine tekabül eder. Türkiye’de sol elbette yüzyılın başında kırsal alandan çıkmayacaktı. İstanbul ve İzmir dışında 1915 öncesinde Doğu Anadolu’da belli bir manifaktür ve işçi sınıfından söz etmek mümkündür. Orta Anadolu kırsalından bir solcu çıkmasının hiç bir açıklaması olamazdı. İstanbul’da da öyle ahım şahım bir işçi sınıfı yoktu. Fakat İstanbul kendine münhasır büyük bir şehirdir ve hangi dönem olursa olsun metropoldür. Her türden insan olduğu gibi bütün düşünselliklere açık bir şehirdir. Dönemin çeşitli aileleri, çok büyük savrulmalar yaşıyordu. Abdülhamite yakın olanlar, kısa süre sonra İttihat ve Terakki, 10 yıl sonra işgal orduları, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet... Bütün bunlar 23 yıl gibi bir süreye sığmış, hiç bir altyapısal özelliği olmayan insanlar değişik düşünsel akımların içinde kendilerini subjektif olarak ifade etmişlerdir. Bu anlamda bir ailede günün koşullarına da uyum sağlamak adına her düşünsel yapıdan birey çıkabilmiştir. Ve günümüze kadar bunun bir kast sistemi içinde şekillendiğini görebilmekteyiz. Ve bu kast sistemi içinde yer alan şahısların Sabetaycılık adı altında toplanmaları da tarihin çok değişik bir tesadüfüdür.

Buraya kadar yapmış olduğumuz bütün düşünce üretme mekanizmalarının altında ana fikir olarak şu özeti çıkarabiliriz. Tarih her ne kadar belli bir mantık ve kurallar çerçevesinde ilerliyorsa da bu mantığa yön veren düşünsel akımların ve örgütlerin çok önemli bir rolü vardır. Ve bu rol koşullar ve karşılaşılan sorunlar çevçevesinde değişmemekte, sadece hızlanmakta ya da ertelenmektedir. Tarihin elbette metafizik bir bilinci yoktur. Bu bilinç insanların kafasındadır ama vardır.

Uzay Gökerman


 
Toplam blog
: 2033
: 1268
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

"Keyif verici bir yalnızlık" olarak gördüğüm yazma serüvenimin en önemli merkezlerinden bir tanes..