Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Haziran '12

 
Kategori
Eğitim
 

Tarihsel süreç içinde eğitim

Tarihsel süreç içinde eğitim
 

SONHABER, 26 NİSAN 1968, TRABZON


1 . GİRİŞ                                 

Tarihsel Süreç İçinde Eğitim konusunu işlerken insanlığın genel gelişimi, bilimsel buluşlar, eğitimde yenilenen anlayışlar, yöntemler, uygulamalar dikkate alındı. Eğitimdeki gelişme ve değişmelerden toplum olarak nasıl etkilendiğimiz tarih içindeki yürüyüşümüzden  koparılmadan eğitimimiz merkez alınarak işlendi.

Kısaca, dünyada ve ülkemizde eğitimin geçirdiği aşamaları insanlaşma ve toplumsallaşmayla birlikte ele alıp  bu süreç içinde insanlığın nereden nereye geldiğini  gözlemiş olacağız .

2 . EĞİTİMİN GENEL GELİŞİMİ

İnsanoğlunun doğruya ulaşması, doğmalardan kurtulması öyle pek kolay olmadı. Bütün toplumlarda düşünsel eğitim uygarlığın gelişmesine koşut gitmiştir.  Bu nedenle, uygarlığın ilerlemesi  eğitimin gelişmesi sonucu olmuştur diyebiliriz. 

Eğitim, genel anlamıyla alışkanlıklar, davranış biçimleri ve bir dünya görüşü kazandırma eylemidir. Eğitim ilkeleri rasgele düşünler, olaylar yumağı olmadığı için toplumsal ve siyasal bir amaca yöneliktir. Aynı zamanda belirlenen amaçlara göre insan yetiştirmek eğitimin görevidir. Başka bir tanımla, eğitim, bir kimseyi duyguca,davranışça, görgüce istenilene yani güdülen ereğe göre biçimlendirme işidir. Kişinin üzerinde yaşadığı coğrafya ,  - dağ, deniz, iklim  vb. -  içinde bulunduğu toplumsal kurumlar ve koşullar bir ulusun eğitimini belirleyen etkenler arasındadır. Bu nedenle, eğitbilimin gelişmesini kavramak öğretim ve eğitim işiyle uğraşan öğretmenin öncelikli görevleri arasındadır. 

Eğitbilim, eğitim olayına buluşlarıyla katkıda bulunanların ortaya koyduğu yöntemlerin ve ilkelerin tarihidir. “ Eğitbilim içgüdü yerine düşünmeyi, kör doğa yerine sanatı koyduğu tarihten başlar. " (1 )

Avrupada gelenek ve dinin baskısı 18. yüzyıla değin sürmüştür. Bu yüzyılda eğitim ve öğretim dinsel olmaktan kurtularak laikliğe ulaşır. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde eğitim halk için bir ga ereksinme ve hak olmuştur. Bu kazanımlar insanın yüzyıllarını aldı. Kısaca, eğitimde elde edilen bu kazanımlara uzun bir süreç sonunda ulaşılmıştır.

Tüm ulusların eğitim tarihine baktığımızda gelenek ve törenin öğrenilmesinden yola çıkıldığını, daha sonra din kurallarının öğrenilmesiyle eğitimin sürdürüldüğünü görüyoruz. Ulusların dinsel eğitimden kurtulmaları bilimin gelişmesiyle doğru orantılıdır. Eğitimin uzun bir süreçten geçmesi  bilinmezliklerin çokluğu nedeniyle zorunluydu. Tüm zorluklara karşın insanlık bilinmezlikleri – geç ve güç de olsa – aza indirmiş ve eğitimi yenilemiştir.

İÖ 3 . yüzyılda Sisamlı Aristarkhos, yer yuvarlağının döndüğünü ilk kez söyleme şansını yakalar.  Ancak, bu görüşün sonraki yüzyıllarda yasaklanması, hatta 1600 yılında Giordano Bruno ‘nun bu görüşü taşıyıp savunduğu için yakılmasını insanlık adına duyulacak bir utanç olarak tarih yazar. Onu yakanların unutulduğu, ama  Bruno’ nun yaşadığı bir gerçek.  İzin verirseniz  Doludizgin adlı  kitabımda yer alan  Brunolara adanmış bir şiirimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Koşu

Yaşam gökyüzüydü

Sevgilerin ertelenmediği zaman

Anılarda sivas

Doksan üç temmuzu otuz yedi genç ölüm

Fotoğraf makinaları

Sevdalı kalemleri

Ağıtlar içinde


Şiir topla inişli yollardan

Dostluk kur çiçeklerle kitaplarla

Yinelenmeyen gün

Gelecek sabah


Koşar aydınlıklara bu ses

Bruno’ dan bu yana


 

Bruno’yu  1600‘ de yakanların uzantıları, 393 yıl sonra  2 Temmuz 1993 ‘te  Sivas’ın Madımak otelinde 37 aydını  diri diri yakar. Tarih, dün olduğu gibi o gün de sayfaları arasına   utanç duyulacak, gelecek kuşakların, “Bunlar gerçekten oldu mu?” diyeceği notu düşer.

Bruno’nun soylu uğraşını bir başka bilge kişi sürdürür. İnsanlık tarihinde bu onur kalesi      Galileo Galile’ydi. Dünyanın yuvarlak olması ötesinde bu kez döndüğünü de ileri süren, insanlığın onur duyduğu  bilge karanlıklara bir çomak daha sokar. Kendi öncüllerini utandırmaz . Yargıçlar kurulunda yargılanırken, “ Ben yadsısam da dünya dönüyor. " der. İnsanlık tarihi 1616 ve 1632 tarihlerini düşüyordu  sayfaları arasına.

Tüm engellemelere, yıldırmalara karşın bilim adamlarının  yılgınlığa – tarihsel süreç içinde duraksamalar, caymalar, yadsımalar olsa da – düşmeden insanlığa sundukları buluşlar insanlığın yüz akı  olarak bugün önümüzde duruyor. Bilimsel buluşlar bilinmezlikleri çözüp karanlıkları aydınlatıyordu. Kuşkusuz bu bir süreçti. Ne yazık ki yaşanan, yaşanacak acılarla yol alıyordu insanlık.

Polonyalı gökbilimci Nicolaj Copernicus, ortaya koyduklarıyla yerkürenin döndüğünü, gezegenimizin öbür yıldızlar için bir önem taşımadığını gözler önüne serdi. Göstergeçle yaptığı gözlemler güneş sistemini, bizim samanyolunu, daha başka birçok samanyollarını içine alan evrenin çok geniş olduğunu kanıtlıyordu. Yerkürenin gelenekçi dinsel açıklamalardaki kutsallığı  gitgide azaldı. Tüm olaylar, belli yasalar içinde gerçekleşen olgulardı . Bunları belirleyen de doğa yasalarıydı. Doğa kendi yasalarını koymuştu. İşleyiş bu yasalar doğrultusundaydı . İnsanlık doğa yasalarına ulaştığında bilinmezlikleri  çözüyor, azaltıyor, yok ediyordu.

Gökbilim alanındaki bu gelişmeler karşısında gelenekçi dinsel eğitim bu kez yerbilimin konusu olan deprem ve volkanlara sarıldı. Dinsel eğitim yerkürede oluşan deprem, volkan gibi doğa olaylarıyla gökbilimdeki gelişmeleri  kargışlama yoluna yöneldi. Ancak bu kez de yerbilimdeki gelişmeler onları yalanladı. Bunlar da doğanın devinimi gereği yaşanması kaçınılmaz süreçlerdi. Yerde, gökte oluşan doğa olayları nedenleriyle açıklığa kavuştu. Doğadaki bu buluşların ardından hayvanlarla bitkilerin yaşamı, sonra insan gövdesi ve zihni karanlıklardan kurtularak yasalarıyla birlikte gün yüzüne çıktı. Doğa yasaları eğitime girerek insanlara ulaştı.

Bilimdeki buluşların yanında insanın eğitimi konusu da önemini korudu. Bu nedenle insanın eğitilmesi gündeme geldi. Ünlü düşünür Bertrand  Rusell, eğitimim üç amacı üzerinde özellikle durur:

1 . Yetişme olanakları sağlamak ve engelleyici etkileri ortadan kaldırmak.

2 .  Bireye kültür vermek , onun yeteneklerini mümkün olan en geniş ölçüde geliştirmek.

3 . Eğitimin birey yönünden değil , toplum yönünden ele alınması gerektiğini , görevinin yararlı yurttaşlar yetiştirmek olduğunu  belirtir.      

Görüldüğü gibi, ister bireye, ister topluma yönelik olsun, eğitimin tüm insanı kapsayan  bir yanı vardır. Ne var ki, hemen her çağda, egemen güçlerin baskısı altında, çıkarcı sınıfın bir sömürü aracı olma yolunda geliştirilmiş eğitim. Sözgelimi, bugün geniş toplulukları ilgilendiren Kelile ve Dimne’yi  Beydeba, ilerde yönetimi ele alacak olan prensleri yetiştirmek  için yazmıştır. O çağlar okulların yaygın olmayışı bir yana, eğitimin toplumla ilgili oluşu da düşünülemezdi. Toplum “ efendi ”ye hizmet etme yolunda koşullanmıştı. Geniş halk topluluklarının eğitimden yararlanmaları yüzyıllar, hatta bin yıllar sonra gerçekleşmiştir. Eğitimin bir azınlığın tekelinde olması , toplumsal iletişimin kurulmasını da engellemiştir.

Eski Yunan’da, Sokrates’in eğitimi, geniş alanlara yaymak istemesi egemen yöneticilerin ve o günün politikacılarının  tepkisiyle karşılanmıştır. Çünkü Soktrates’in eğitiminde toplumsal eleştiri söz konusudur. Bu, yüzyıllarca böyle sürüp gitmiştir. Denilebilir ki düşünce savaşı eğitimi halka iletmek isteyenlerle, bunun karşısına çıkanlar arasında olmuştur.  Çağımızda da sürüp gitmektedir bu savaş. Ayrıca bu savaş, geçmiş çağların eğitime verdiği anlam nedeniyle günümüzde daha da yoğunlaşmıştır. (2 )

Eğitimin “efendi”nin elinden alınıp topluma yaygınlaştırılması insanlığın yürüyüşünde yüzyılları aldı. Halkın istemleri karşısında duramayan yöneticiler eğitim hakkını toplumun tüm kesimlerine tanımak zorunda kaldılar. Tarihe baktığımızda ilk kez Yunanlı eğitbilimci Ksenofon ( İÖ 425 – 352 ) kızların eğitilmesi konusuna değindi. Fransız eğitbilimci, düşün adamı Rablais kilise anlayışına uyarlanmış eğitimin (iskolastik eğitim) karşısına doğal eğitimi ; yani, olaylara ve denemelere dayanan, çocukları yaşayış kavgasına alıştıran eğitim anlayışını koydu.

Avrupada, katolik dincilerin kurumları olan Cezvitler’de olayların incelenmesi, tümevarım, doğanın gözlemi yasak konulardı. Eğitim halk için gerekli değildi; hatta tehlikeliydi. Başka bir eğitim kurumu olan Jansenistler ise, insanoğlunun doğuştan kötü olduğunu varsayıyorlardı. Ayrıca, her iki kurum anadilin yerine Latinceyi koyuyordu.

Ortaçağın bu eğitim kurumları karşısında duran Thomas More (1478-1535), Ütopya (Yokülke,1516,Ou:yok, topos:yer) adlı yapıtında düşsel devlet tasarımı ile her bireyin topumda eşit paylaşımını planlar. Bu yapıtı ilk ütopya olarak kabul edilen Platon’un Devlet adlı yapıtından etkilenerek yazar.Platon’dan ayrıldığı yan aileyi önemsemesidir.Ütopya, ilk sosyalist yazın örneklerindendir.

Thomas More, İngiltere’nin 16.yüzyıldaki yoksulluğuna bu düşsel kurgulamayla karşı çıkar. Ütopya, güney yarım kürede bir ada halkının kurduğu düzeni İngiltere’ye taşır. Böylece İngiltere iktidarının sonlu olabileceğini belirtir. Bu, iktidara düşsel bir yapıtla karşı koymaktır.İngiltere Kralı 8.Henri çıkardığı yasalara karşı duran Thomas More’yi idam ettirir.

Hollandalı Erasmus (1465-1536), Deliliğe Övgü adlı yapıtını  aynı yüzyılda yaşayan Thomas More’ye adar.Erasmus, kitabında düşünce düzeyinde bağnazlığa eleştiri getirir.Hıristiyanlığı antik çağ yalınlığında arar.Erasmus bir din adamıdır.

Thomas More’den etkilenen İtalyan Tommasa Campenella (1568-1639), Güneş Ülkesi adlı düşsel yapıtını, çıkarmak istediği kalkışmayı başaramayınca, girdiği cezaevinde yazar. Bu yapıtında özel mülkiyetin olmadığı, çalışmanın zevk olduğu bir toplumsal bir düzen öngörür. Napoli’de 1591 yılında Duyularla Açıklanan Felsefe adlı yapıtı yayımlanır. Campenella Galile ile tanışır.Yıllar sonra1616’da Galile’nin Savunması adlı yapıtıyla Galile’yi savunur.

Annem Aşık adlı öykü kitabımda yer alan Martının Dostluğu’nda Güneş Ülkesi yer alır: “Üsküdar’ın kıyılarına dalmış maviden uzaklara düşen yeşilin betonlaşan durumuna vahlanıyordum ki gaganla vapurun kalın camlı penceresini tıklattın.Tutunduğun yerde zor duruyordun.Düşeceksin diye korkuyorum.Sonra kendime gülüyorum içten içe. ‘Kuşlar düşmez ki!’ diye duyulmaz sesle konuşuyorum. .........

Vapurun güvertesine yönelenince görevli beni uyardı: ‘Kış mevsiminde güverte kapalıdır, çıkamazsın.’ Oysa dost martıdan haberi yoktu. ..........

Baba, gerisin geri döndüğnde pencere kenarına tutunan martıyı bıraktığı yerde bulamadı.Martının engin maviliğin ötesinde duran, ‘Güneş Ülkesi’ne doğru uçtuğunu buğulanmış kalın camın arkasından düşledi.

Baba yalnızlığını yeniden duymaya başladı.”

 

Avrupa’da düşün ve sanat, bilim adamları bu etkileşim içinde toplumsal düzenlerini, eğitimlerini iyileştirmek için uğraş verirler.

 Mina Urgan, Ütopya’yı değerlendirirken şöyle diyor:

 “ Utopia’da, ortaçağın hiçbir izi bulunmaz ve Rönesans’ın tüm özellikleri görülür. Ortaçağ Hıristiyanları, insanların doğuştan günahkâr olduklarına inanırken; Utopia’da insanların iyi olarak yaratıldıkları, doğru dürüst bir toplumsal düzende kusursuzluğa erişebilecekleri kanısı savunulur. Ortaçağ, şövalyelik ruhunu ve savaşkanlığı överken; Utopia’da her çeşit savaş, ancak kiralık askerlere yaptırılabilecek iğrenç bir uğraş olarak yerin dibine geçirilir.Ortaçağ, ruhu yüceltmek amacıyla tüm kötü isteklerin kaynağı bildiği bedeni ezmek isterken, Utopia’da bedene ve bedenin hazlarına ayrıca önem verilir.”

Böylesine uzun bir yoldan geçen insanlık 1789 Fransız Devrimi’yle ulus olma bilincini yakalarken laik eğitime de ulaştı.Bilim alanındaki buluşların eğitime girmesi laikliktir. Laiklik, girdiği toplumlarda demokrasiyi doğurmuş, insanların dilediği gibi yaşama şansına ulaşmalarını sağlamıştır. Bu nedenle laiklik, diğer bir anlamıyla demokratik bir yaşama biçimidir. Herkesin inandığı gibi yaşaması, demokrasinin kurumlaşarak toplumun tüm kesimlerinde örgütlenmesi laikliğin getirdiği, insan için önemli kazanımlardan biridir.

Bilim adamlarının ulaştığı sonuçların eğitime girmesi için yüzyılların geçmesi acılar yaşanarak beklendi. Biz ulus olarak bilimin eğitimimize girmesini kuşkusuz Atatürk’e borçluyuz. “Yaşamda en gerçek doğru yolu gösteren bilimdir.” özdeyişi Atatürk’le yaşamımıza girdi. Atatürk, laik eğitimi egemen kılmak için bu eğitimle bağdaşmayan sıbyan okullarını, medreseleri , tarikat ve tekkeleri kapattı. Böylece laik eğitimle bilim, sanat okullarımıza girdi.

Olayların açıklanmasını artık bilimsel verilerden öğrenip yaşama geçirecektik. Boş inançlarla yapılan açıklamalar geçerliliğini yitirecekti. Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaşlığa ulaşması laiklik ilkesiyle sağlanacaktı. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden en önemlisi laiklik olarak belirlendi .

Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ilkesine karşı olanlar olumsuz tepki gösterdiler. Cumhuriyetin düşmanları kendilerine güven duydukları ortamlarda, koşullarda baş kaldırdılar. Bu aymazlar boy göstermekle kalmayıp Cumhuriyet savunucularından da can aldılar .

Toplumumuz tarihsel süreç içerisinde yol alırken bilime, sanata düşman olanların yıkıcılığı utku sanarak  giriştiği eylemleri şöyle sıralayabiliriz :

. “Tarihte 31 Mart olayı (1909), “istemezük” diye yükselen , her türlü yeniliğe direnen naralar Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının hazırlayıcılarından biri değil miydi?

.“Yarin dudağından gayri “ her şeyi ortak bilen Şeyh Bedrettin’i Serez çarşısında yine bunlar ipe götürmedi mi?

.Yunus Emre Türkçe söylüyor , salt Müslümanları değil, tüm insanlığı seviyor diye yobaz mollalar tarafından ölüm fermanlarına çarptırılmadı mı?

. Hallacı Mansur ve Nesimi , insanlarda Tanrı’yı , Tanrı’da insanı bulmuştu. Tasavvuftaki bu inceliği , bu güzelliği anlamayan yobazlarca derileri yüzülmedi mi?

.Pir Sultan özgürlüğün , emeğin türküsünü söylüyor diye aynı karanlık güçlerin  tepkisini görüp yaşamından olmadı mı?

.Bundan üç yüz yıl önce Galata Kulesi’nden Üsküdara uçan , ilk uçak denemelerini gerçekleştiren  Hezarfen Ahmet Çelebi  yobazların uğraşları sonucu Cezayir’e sürülür.

. Kubilay, genç Cumhuriyetin genç öğretmeniydi . Yeni rejimin yeşerttiği filizlerin boy atıp meyveye durmasını  istemesinden dolayı Menemen’de yine yobazlarca  yok edilmedi mi?

.Sabahattin Ali çağdaş bir öykücümüzdü . Kalemini halkın mutluluğuna adadığı için aynı düşüncenin yandaşlarınca tuzak kurularak canı alınmadı mı?

 Daha daha  Bahriye Üçok  , Muammer Aksoy , Turan Dursun , Uğur Mumcu , Ahmet Taner Kışlalı   Cumhuriyet düşmanlarının tuzaklarında can vermediler mi!

Tarihimize insanlığın en korkunç öldürmelerinden 2 Temmuz 1993 ‘te  Sivas’ın Madımak otelinde otuz yedi genç beyin yakılmadı mı? 

Pir Sultan gibi yok edilen otuz yedi  kırmızı gül artık Sivas’ın ortasında durmadan kanıyor . Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında övünç kalemiz Sivas bu kara günü tarihin sayfaları arasında nasıl taşıyacak ?

Sivas’taki kitlesel öldürmelerin hesabını sormayan bilim düşmanlarına göz yumanlar , öldürmelere destek veren okumuşlar, politikacılar  kendilerini  bağışlatabilecekler mi ?

 Usta ozan , Türkçeye kazandırdığı sözcüklerle övündüğümüz ulusal onurumuz Fazıl Hüsnü Dağlarca acıları haykırıyor.

Bu eller miydi kesen mavi serçeyi?

Birkaç damla kan ki zafer ve karanlık.

..............................................................

Ayrılmış sevgili oyuncaklardan,

Kırmış küçük şişelerini,

Ve her şeyden ve her şeyden sonra

Bu eller miydi Allah’a açılan

 

Bugün Silivri’de aylarca, yıllarca tutuklu bekletilen yurtseverelerin, ulusseverlerin dili, yüreği oluyor sevgili Mustafa Balbay, “Zulumhane” adlı yapıtında.Yapılan haksızlıkları, karalamaları  bir bir sıralıyor.Pınar Doğan, Dani Rodrik  Balyoz adlı yapıtında tuzakları belgeleriyle sergiliyor.

Tüm bunlara bakınca Dağlarca’nın bir başka dizesi kaygılanıyor işte : “Gelecek geçmişten parlak değil!..”  Doğru söze ne denir:” İnsanlığın kafasındaki karanlığı parçalamak , atom çekirdeğini parçalamaktan daha zordur. "   Ancak umutsuz değiliz . Fransız düşün adamı Jean Jaures’in  dediği gibi , “ Bizler zamanın ateşine, sizler külüne sahip çıktınız. “ (3

 

Kandır can veren kan dökenin de gövdesine

Delik deşiktir uykusu , kan damlar döşeğine

 

Sofrasında ekmek kanar bölününce sımsıcak

Kan sızar su testisinden , ince ince dibine

 

Kan döken kurtulamaz eline bulaşan kandan

Sinekler üşüşür bıraktığı parmak izlerine

 

Silinmez hiçbir şeyle akan insan kanıdır

Toprak bile içemez , sindiremez onu kendine

 

Sen söyle Altıok Metin , dökülen sıcak kanı

Ki kan sıçrasın senin de incinmiş şiirine

 

“ Kana Gazel “ şiirini yazarken  Metin Altıok Sivas’ta yakılacağını nereden bilebilirdi!  Bu şiirinin altında duran, “ Babacığım seni özledim . “ tümcesi  Zeynep Altıok’un yüreğini durmadan kanatıyordu  her gün. 

 Temiz kalmış ne bulunur bir çöplükte

 Aşk kirlenir elbet insanlarla birlikte

Bu dizelerinde de şiirini imbikten geçirerek kuran Metin Altıok’un ne denli haklı olduğunu yaşayarak   öğreniyoruz .                                                                  

Dünyada yaşanan acılar ülkemizde de yaşanıyordu . Laik düşüncenin toplum yaşamına girmesi işte bu ölümlerden geçerek gerçekleşmişti. . Bugün elimizde bulunan kazanımları  koruyup kollamalıyız. Okullarımızda uygulanan laik eğitim geleceğimiz açısından çok önem taşımaktadır. Bilim dışı kaynaklara yönelmek toplumumuzu düşünmeyen sürü niteliğine dönüştürür. Bu da geleceğimiz açısından karanlık demektir. 

 

1 . Pedagoji Tarihi , Nafi Atuf Kansu , s . 3

2 .  Emin Özdemir, Okuma ve  Metin İnceleme Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi  yayını,  s 54 – 55, Adnan Binyazar,  Halkı Eğitmek 

3. Mehmet Güler, Çağdaş Türk Dili, Mayıs 94. sayı 75, s.2, 3, 4

 

 
Toplam blog
: 1064
: 732
Kayıt tarihi
: 24.03.12
 
 

Türkay KORKMAZ, umuda yolculuğu ertelemez. Mermeri delenin damlanın sürekliliği olduğunu bilir. Y..