- Kategori
- Tarih
Tarihte Türk-Arap İlişkileri (4)
Bu yazı dizimizde Türk-Arap ilişkilerinin seyrinde, Türklerin özellikle Selçukluların meşruiyet kazanmak için Abbasi hilafetinin olurunu almak istediklerini ve ona bağlı gibi göründüklerini, hilafete çok saygılı olduklarını ancak gerçekte gerçek patronun hep Türkler olduğunu gördük. Selçuklular Sünni İslam’ı yok olmaktan kurtarma yolunda, önce Fatımi-İsmaili-Şii tehditleri bertaraf etmişler, ardından gelen Haçlı Seferleri’nde İslamı koruyan ve Haçlıların İslam coğrafyasında yayılmalarını engelleyen neredeyse tek güç olmuşlardır.
Türklerin hem Sünni İslamı kabul etmelerii, hem de Ali soyuna yani ehl-i beyte son derece saygı göstermeleri, mezhep olarak aklı ve rey esasını temel alan Hanefi-Maturidi inancını benimsemeleri, Arap yarımadasındaki karışıklığı hallettikten sonra, enerjilerini Hristiyanlara karşı cihat ve fetih faaliyetlerine harcamaları, onları islam dünyasının tüm milletlerinden farklı bir konuma yerleştirmiştir, mezhepsel bölünmelere karşı noşgörülü bakış açılarını şekillendirmiştir.
Din ve mezhep taassubundan uzak devlet yönetimleri, bütün inançlara ellerinden geldiğince yaşam hakkı vermeleri, önce Büyük Selçuklul sonrasında Anadolu Selçukluları ve devamında Osmanlı İmparatorluğu gibi devasa bir devlet kurmalarına sebep olmuştur.
DİNSEL HOŞGÖRÜ
Bir emperyal gücün, yani bir ırka dayanmayan çeşitli milletler ve inançları bünyesinde barındıran ve onları birlikte yaşatma ve yönetmeye mecbur olan bir devlet yapılanmasını davranış şekillerini içgüdüsel olarak genlerinde barındıran Türkler, yüzyıllar boyunca hiristiyan ve islam dünyasına hakim olmuş, buralarda asırlar süren bir huzur ortamı yani Osmanlı Barışı ( Pax Ottomana) diye isimlendirilen devri yaşatmıştır.
Yavuz Sultan Selim, Mısır’daki Memlük Devleti’ni ortadan kaldırıp, halifeyi alıp beraberinde İstanbul’a getirdiğinde, “Halife Kureyş’ten çıkar” prensibi de yıkılmış, bu tarihten sonra hilafet Osmanlı hanedanının uhdesine girmiştir.
Bütün Kuzey Afrika , Mısır, Arap yarımadası Osmanlı toprağı, buralardaki halk da Osmanlı tebası olmuştur. Eskinin gizli patronu, şimdi alenen hakim olmuş, padişahlar aynı zamanda birer emir’ül müminin haline gelmişlerdi. Bu da eski Türk geleneği olan, hakanın Tanrı’dan kut aldığı inancını yani “Gök Tengri’den kut bolmış” ilkesini tescilliyor, padişahlar hem dünyevi konularda tek otorite ve mülkün tek sahibi oluyor hem de Tanrı’nın yer yüzündeki gölgesi ünvanını alıyorlardı. Osmanlı padişahları da tıpkı Mısır Firavunları, Kutsal Roma-Germen İmparatorları gibi hem dünyevi, hem ilahi bir konuma geliyordu.
Bu tarihten sonra Osmanlılar, Rumeli ve Avrupa’da Hristiyanlarla olan deneyimlerini ve esnek politikalarını, dinsel, mezhepsel ve etniksel olarak bine bölünmüş Müslüman dünyasında da uygulama fırsatı buldular. Buralarda barışın hakim olması için gayet başarılı politikalar uyguladılar. Vergi ödedikleri ve isyan çıkarmadıkları sürece askeri müdahalelerde bulunmaktan hep kaçındılar.
OSMANLININ KURULUŞ DEVRİNDE İSLAM ANLAYIŞI
Osmanlı devletinin dinde aşırıya kaçmamasının ve mezhepçi uygulamalardan özellikle Yavuz ve sonrasında Kanuni devrine kadar uzak durmasının temel nedeni; özellikle kuruluş yıllarında, henüz küçük bir uç beyliğiyken, her ne kadar Müslümanlarsa da, dini bilgileri derin olmayan, eski Türk inanışı olan Kamlık özelliklerini bünyesinde barındıran dervişlerin ve onlara tabi disiplinsiz Türkmen kitlelerinin kafir ile cihat amacıyla bu bölgelere gelmeleri ve devletin genişlemesine büyük katkı yapmaları, bu Ortodoks islama hiç uymayan, hatta zaman zaman Sünni İslam gözüyle din dışı sayılabilecek yapılanmalara hoşgörüyle bakılmasına neden olmuştur.
Zamanın menakıbnamelerine baktığımızda, tahta kılıçlı, pejmurde giysili, geyiğe binen, şeriatın hilafında şarap içen, şehirli, yerleşik ahaliyi korkutan bu Kalenderi, Haydari zümreler gerek fetihlerde, gerekse Rumeli’nin İslamlaştırılmasında son derece etkili olmuş, devlet katında da bazı ayrıcalıklar edinmişlerdi. Onlara tekke ve zaviye kurma izinleri verilmiş, araziler bağışlanmış, bu yapıları desteklemek için bazı devlet gelirleri vakfedilmiştir.
Ayrıca Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında ve devletin modern kurumlara kavuşmasında çok önemli bir yeri olan Ahilik teşkilatı, çok açık bazı batınilik izleri taşımasına rağmen, devlet katında itibar görmüş, devletin ekonomisi ve hatta bazen yerel yönetimler onlara bırakılmıştır.
Devlet, Sünni İslam ulemasının bütün ihbarlarına ve eleştirilerine karşın Sünni bakışa göre rahatlıkla heterodoks (din dışı) kabul edeceğimiz bu zümre ve yapılara karşı, sürekli gözlem altında tutmalarına rağmen, aşırıya kaçmadıkları sürece inzibati tedbirlere başvurmaktan kaçınmıştır.
Daha sonra artan baskılar sonucu bu Kalenderi, Haydari, Cavlaki, Hurufi, Batıni zümreler, o sıralarda giderek büyüyen Bektaşi Tarikatına katılmış, o potanın içinde erimiş ve Bektaşiliğin bugünkü yorumunun ortaya çıkmasında son derece etkili olmuşlardır. Osmanlı’nın bu yapılara olan hoşgörüsünü, Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşliğe bağlanmasında görürüz.
SAFEVİ TEHDİTİ
Bu dini hoşgörü, İran’da yine Oğuz Türkü bir sülalenin kurduğu Safevi devletine kadar sürdü. Bu devlet özellikle Şah İsmail zamanında benimsediği Kızılbaşlık öğretisini, propagandacıları aracılığıyla Anadolu’daki Türkmen ahali üzerinde yaymaya başladı. Hele ki bu propagandalar sonucu Şahkulu isyanı çıkınca,, Osmanlı Devleti tehditi gördü ve Yavuz’un meşhur seferi başladı. Önce Çaldıran’da Safevileri yendi, sonrasında Merc-i Dabık’ta yendiği Memlüklüler Devletini yıkarak hilafeti İstanbul’a getirdi.
Fakat bu tarihten sonra devletin Alevi kitleye olan bakışı değişmiş, Sünni ulemanın fetvalarıyla üzerlerinde baskılar oluşturmuş, Osmanlı devleti bir tehlikeyi bertaraf edeyim derken, devlet katında tek muteber mezhep olarak Sünniliği benimseyip, diğer inançları dışlayınca, özellikle Türkmen ahali arasında huzursuzluk artmış ve bu saiklerle Anadolu, yüzyıllar boyu süren ayaklanmalarla perişan olmuştur, devlet enerjisinin önemli bölümünü bu ayaklanmaları bastırmaya harcamış, Osmanlı'nın yayılması ve zenginleşmesi duraklamıştır.
MİLLİYETÇİ AKIMLAR VE 1. DÜNYA SAVAŞI
Tekrar Arap ilişkilerine dönecek olursak, İslam dünyasındaki hakimiyeti ufak tefek olaylar dışında imparatorluğun son dönemlerine yani milliyetçi akımların çıkışına kadar problemsiz devam etmiştir. Milli bir unsura dayanmayan emperyal yapılar içinde, habis tümörler gibi yayılan bu milliyetçi faaliyetler, zamanın bütün imparatorlukları gibi Osmanlıyı da içten içe kemirmiş ve kaçınılmaz son 1. Dünya Savaşı sonrası gerçekleşmiştir.
Arap-Türk ilişkilerinin en önemli safhalarından biri işte bu dönemde yaşanmştır. Milli hafızamıza kazınmış olan ünlü Arap ihaneti, 1. Dünya Savaşı sırasında vuku bulmuştur. Bu dönemin birinci ağızdan öğrenmek isteyenler, ünlü İngiliz casusu Lawrence’in” Bilgeliğin Yedi Sütunu” adlı kitabını okuyabilirler. Her ne kadar Araplara fazla angaje olsa da, yer yer Türk düşmanlığı izleri taşısa da, görevini fazla içselleştirip sonunda kendi devleti olan İngiltere’yi Arapları kandırmak ve ihanet etmekle suçlama raddesine gelse de, O dönemi anlamak için çok önemli bir eserdir.
Arapları örgütleyerek özellikle Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Abdullah ile birlikte, Medine’de bulunan Türk ordusunun Mekke’ye ve daha geniş bir bakışla İhgiliz ordusuna karşı bir harekat yapmasını engellemek onları oyalamak, savunmada bırakmak ve İngiliz Ordusunun nihai saldırısına zaman sağlamak amacıyla Hicaz demiryoluna, Türk ordusuna malzeme ve asker taşıyan trenlere yaptıkları terörist faalyetleri ayrıntılarıyla anlatan bir kitaptır. Herkese tavsiye ederim.
ARAPLARIN ÖZELLİKLERİ
Bu kitabı okuduktan sonra Arapların davranış biçimlerinin neredeyse cahiliye döneminden 1. Dünya Savaşı tarihlerine kadar hiç değişmediğini, kabilecilik, yağmacılık, akrabacılığın onlar için hala en temel ögeler olduğunu görüyoruz. Bu durum günümüzde de böyledir. Suriye ve Irak bölgeleri, Arabisten’ın içleri ve Yemen’e göre, önce Roma ve Sasani, sonra Selçuklu, sonrasında da Osmanlı hakimiyetnin etkisiyle daha kültürlü ve aklı başında, sanata, kültüre ve modern etkilere daha açık sosyolojik yapılar barındırırken, daha iç bölgelerde bir nevi atasözü haline gelmiş “kardeşimle bir olup amcaoğluma, amcaoğlumla bir olup yabancıya karşı dururum” sözüne uygun yaşayan, soy-sopuyla böbürlenen, yağma ve çapul hikayelerini birer kahramanlık menkıbelsi halinde anlatan, özgürlüğüne düşkün, bilimle hiç ilgisi olmayan ve onunla uğraşanları aşağılayan, Arap’a sadece, şiir, hitabet, nesep ilmi (ensab) ve tarihle uğraşmayı yakıştıran bir toplumsal yapıyla karşılaşırız.
Büyük çöller nedeniyle tarih boyunca neredeyse hiç işgale uğramamış bu insanlar, coğrafyanın getirdiği zor hayat şartlarına rağmen, azla yetinmeyi bilen, dayanıklı, kavgacı ve son derece romantik insanlardır. Corci Zeydan’ın deyimiyle bir hamasi sözle galeyana gelip savaşabilen, güzel ve yatıştırıcı bir sözle birden sakinleşebilen bir yapıya sahiptir.
Arapların kabileler arası düşmanlıklarının ve romantik özelliklerinin 1. Dünya savaşı sırasında ve sonrasında egemen güçlerce nasıl kullanıldığını ve hala da kullanılmakta olduklarına şahidiz. Ayrıca neredeyse peygamberin ölümünden sonra çıkan mezhepsel bölünmeler onların yumuşak karnıdır. Gerek Sünni İslam, gerekse Şia başından beri birbiriyle çatıştığı için ve gerek Şia, gerekse Sünniler yorum olarak bir çok parçaya bölündüğünden Araplar arasında kaşınacak yara çoktur. Kolaylıkla birbirlerine düşürülebilirler ve defalarca düşürülmüşlendir.
SONUÇ
Cumhuriyetten sonra Atatürk’ün kurduğu ve tamamen bölge barışını sağlama amacı taşıyan Bağdat Paktı gibi girişimler dışanda devletimiz bu Arap ve Ortadoğu işlerinden uzak durmuştur. Çünkü yüzyıllarca süren hakimiyetimizin birikimi devlet hafızasına kazınmıştı. Devletimizin son yıllara kadar Arap dünyasına uzak durmasının değerini Arap Baharı ve sonrasında yaşadığımız gelişmelerden sonra daha iyi anlıyoruz.