Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Haziran '09

 
Kategori
Öykü
 

Taşmasa ve içimdeki çocuk

Taşmasa ve içimdeki çocuk
 

Taşmasa/Aydıncık/MERSİN


Kafamda yanıtsız kalan bir yığın soru. Öğleden sonra attım kendimi dışarı. Önce iskeledeki çay bahçesine… Dertleşecek bir dost aradım… O da yoktu. İçimdeki çocuğa döndüm. Taşmasa’ya çıkalım mı? “Olur” dedi.

Taşmasa kentin hemen kuzeyinde bir tepe. Çıkıntıları kırılmış, girintileri doldurulmuş. İki de masa konmuş. Gündüz iki mavi, gece iki yıldız tarlası arasında. Boğucu yaz akşamlarında rüzgâr fısıltısı eşliğinde ağustosböceklerinin konseri. Çevresindeyse podyuma çıkmış bitkiler.

Tırmanmaya başladık. Yol, kara bir yılan gibi. Sağımız uçurum. Soldaki yamaçlarda azganlar açmış, sapsarı. Bir dönemeçte de mor çiçekli acıbaklalar. Akşamüstü vardık Taşmasa’ya. Kenti gölge basmış. Oturdum, paraşütteydim sanki. Atlayıversem, ya kentin üstüne ya da mavi suya düşerim. Denize bakan yamacın önüne demir korkuluk çakılmış. Kayaların üstünde çekirdek kabukları, şişe kırıkları… Onların arasında ise yaşama tutunmaya çalışan dilek çiçekleri, emzik otları… İnsana yaşama isteği aşılamak istercesine.

Çok sık giderim Taşmasa’ya. Börtü böceğiyle selamlaşır, bitkileriyle dilleşirim. Dökerim içimdekileri. Tepeden bakmaya çalışırım olaylara.

İyi bir sırdaştır, Taşmasa. Kulağı var, dili yok. Sıkılmaz başkasının sorunlarını dinlemekten, sevinçlerini paylaşmaktan. Ah! Dili olsa da bir konuşsa! Kim bilir ne hüzünlere ne neşelere tanık olmuştur. Ama anlatmaz, ne ketumdur o!

“Ne oldu, başına saksı mı düştü? Nasıl oldu da aklına geldim” dedi, içimdeki çocuk. “Bana bak, koca adam. Biz beraber dünyaya geldik ama baksana, sen ak saçlı, ak sakallı bir dede oldun oysa ben hâlâ çocuğum. Bunun tek suçlusu sensin. Azarladın sürekli beni, hep bastırdın, hep susturdun. Benim dediklerimi değil başkalarınkini kale aldın. Eşim ve çocuklarım birinci planda dedin. Sonra çevrem ve mesleğim, ardından da geleceğim deyip durdun. Aman meslektaşlarımı kırmayayım, aman öğrencilerim tarafından sevilip sayılayım, aman komşularım benim için “Ne iyi adam” desin diye didindin sürekli. Ardından da emekli olup köyüme gideyim ve ona olan vefa borcumu ödeyeyim dedin. Sen hiç kendin için yaşamadın, be koca adam. Soruyorum şimdi sana, çok mu önemliydi senin dışındakiler? Peki, hani neredeler? Oysa ben, yani içindeki çocuk, senin en yakın dostun olabilirdim. Keşke beni de kendinle birlikte büyütseydin! Ama buna olanak tanımadın ve beni çocuk bıraktın. Benim gibi birisi şimdi sana nasıl arkadaşlık eder? Demezler mi davul da dengi dengiyle diye. Kalkmış şimdi benimle dertleşmek istiyorsun. Hayır, dostum hayır! Ben, zor durumların adamı değilim. Kırgınım sana. Ne halin varsa gör. Dinlemiyorum iste seni.”

Uzun uzun düşündüm, haklıydı içimdeki çocuk. Yıllardır tıkamıştım kulağımı dediklerine. Hiç ciddiye almamıştım onu. Ama yıllar geçmiş ve artık vakit ikindi olmuştu. Şu sonbaharımda acaba en yakın dostum, içimdeki çocuk olabilir miydi? Ondan özür dilemek, ona sarılmak istedim. Ama kaçıyordu, küsmüştü bir kere. Onunla barışmak için ne yapmalıydım? Onu dinlesem, dediklerini yapsam, büyür müydü çabucak? En yakın dostum, sırdaşım, can yoldaşım olur muydu acaba? Bak, arkadaş özür dilerim, dedim. Biliyorum suçluyum. Ver elini de barışalım.

“Benimle barışmak istiyorsan, şunları yapmalısın: Bir, önce kendin için yaşayacaksın. Başkasını değil kendini düşüneceksin. Sen ne kaymakamsın ne belediye başkanı ne de muhtar, sana ne başkasından. İki, her şeyi olduğu gibi kabulleneceksin. Sana mı düşmüş başkasının görmediğini görmek, düzeltemediğini düzeltmek. Ne diye durumdan vazife çıkarıyorsun? Anlamadın mı daha aç insan önce karnını düşünür, kafasını değil. Yıllardır çalıştın çabaladın, söyle bana neyi değiştirebildin? Geç bunları, geç. Ye, iç, keyfine bak, be adam. Bir daha mı geleceksin dünyaya?”

Şaşırıp kalmıştım içimdeki çocuğun sözleri karşısında. O, benim bir parçam değil miydi? Nasıl adamsendeci olurdu? Dinlemez olaydım! Bacak kadar sıpa, nasıl da doluymuş meğer!

Tam bu sırada, “İnsanın içindeki çocuk, bencil olur. Hep bana hep bana der” diyen kalın, gür bir ses yankılanmaya başladı yandaki kayalıklardan. “Tamam, onunla barışık ol, isteklerine kulak ver, onu iyi dinle ama dediklerini de akıl süzgecinden geçirmeyi sakın unutma. O çocuk var ya o çocuk, paylaşmayı bilmez. Uzatılan ele bir şey koymanın hazzını hiç tatmamıştır. Boş torba ile at tutulmaz diyen cinstendir, o. Yetmez mi bugüne kadar yaptıkların, artık bırak başkaları için yaşamayı da biraz kendin için yaşa diyerek insanı sorumluluktan kaçırmaya çalışır. Oysa sorumluluk duygusudur insanı insan yapan. Benden söylemesi…”

Sen de kimsin, dedim. Yanıt vermedi. İçimdeki çocuğa seslendim: Hey, arkadaşım neredesin? Kaybolmuştu. Korkmuştu herhalde o davudi sesten de bir kovuğa sinip saklanmıştı.

Hâlâ Taşmasa’daydım, darmadağınık. Toparlayamıyordum bir türlü kendimi. Oturduğum yerden boş boş bakıyordum önümdeki uçsuz bucaksız maviye. Bir martı, var gücüyle kanat çırpıyordu bana doğru. Geldi ve az ilerideki masaya kondu. “Biliyorum kafan çok karışık. Bak, sana birini getirdim. Çay bahçesinde unutmuşsun onu. Ona kesinlikle gereksinim duyacağını bildiğim için alıp geldim” dedi ve indirdi üzerindeki yükü. Baktım, sağduyumdu. Kalkıp kucakladım onu. Martı bana sığınabileceğim huzur limanını gösterdikten sonra uçup gitti balıkçı barınağına doğru.

Sağduyum, “Boş ver. Haydi, rahatla biraz. Ben, içindeki o çocuğu çok iyi tanırım. O da senin bir parçan. O da ister elbette senin iyiliğini ama adı üstünde, çocuk işte. Onda duygular ön plandadır, onlarla hareket eder. Kayalıklardan gelen ses ise başkasının sesidir. Başkasının sözünü dinle, onu dikkate al ama sakın dediğini yapma. Asıl önemli olan, birlikte vereceğimiz karardır. Meraklanma sen. Ne zaman istersen, yine geliriz buraya. Yüksek sesle düşünür, birlikte çözeriz eğer varsa bir sorunun” dedi.

Tüm vücudumu bir sevinç yumağı sarmaya başlamıştı ki “Hişt, baksana” diyen bir ses geldi kulağıma. Baktım sağıma soluna. Az ileride blok taşlar arasında, küçük çalı görünümünde otsu bir bitkiydi bana el sallayan. Kalem kalınlığındaki gövdesinde oval yaprakları vardı, ucu sivri, etli, gri ile yeşil karışımı. “Gel, gel” diyordu bana “bir dilek tut sonra da sürgünümü kır ve eve götürüp as onu; eğer kurumaz da çiçek açarsa, dileğin yerine gelecektir. Haydi, korkma, kır onu.”

Bu yaşta ne dileğim olacak ki benim! Hem dişinle tırnağınla çalışıp çabalamazsan, hiç dilek yerine gelir mi? Kıramadım sürgünü. Okşadım sadece. O iki karış boyundaki sürgününün ucunda açacak beyaz sarı karışımı çiçeği düşününce kıyamadım ona. Belki de bir çiftin haziran sonu oraya gelebileceğini ve erkeğin sevdiği kadına bu dilek çiçeğini vererek onun gönlünü alabileceğini düşünerek kıramadım sürgünü…

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..