Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ağustos '07

 
Kategori
Mizah
 

Tatil-o-mani

Tatil-o-mani
 

Nihayet beklediğimiz gün geldi. Tatile çıkıyoruz!

Nihayet çantalarımızı hazırlayıp, arabamızı yükleyip, daha mart ayında, uzun ve titiz araştırmalar sonucunda tesbit ettiğimiz tatil mekanımıza doğru yola çıkabiliriz. Ama o da ne?

Deli gibi sevinip, coşku ile hazırlanacak yerde, içime bir sıkıntı çöküyor, değil koşturup, eşyalarımı toplamak, yerimden kıpırdamayı bile canım istemiyor. Elimde yanıma alacaklarımın listesi, odadan odaya isteksizce dolaşıyor, mahzenden çıkartıp koridora yığdığım çeşitli boydaki çantalara, adeta korkuyla bakıyor, sonra kendimi herhangi bir bahane ile, salondaki koltuklardan birinde yayılmış oturur buluyorum. Ara sıra yanından geçerken göz attığım ve ayni işle meşgul olmaya çalışan eşimin durumu da benden farklı değil. O da sabahtan beri ayni hedefle ortalıkta dolaştığı halde, daha bir tek çanta bile hazırlayamamış. Bir netice getirmeyen dönenmelerimizin birinde, yemek masası önünde karşılaştığımızda, gözgöze geliyor ve ikimiz de baklayı ağzımızdan çıkarıyoruz: “Gitmesek olmaz mı yahu?”

Soğuk kış günlerinde, internet sayfalarından ve sonradan bize yollanmış olan broşürlerden, dayanılmaz bir cazibe ile bizi kendisine çağırmış olan tatil yerimiz, sanki birden bütün çekiciliğini yitirmiş gibi. Fotoğraflarda görünen masmavi su sanki buz gibi soğuk, kıyılarında uzanan palmiyeler sanki kağıttan. Buna karşılık, her köşesine adeta akmış, her duvarıyla, her basamağıyla, her penceresi ile adeta kaynaşmış olduğumuz emektar evimiz, sanki kollarını uzatıp panik içinde paçalarımıza sarılıyor ve onu bırakıp gitmememiz için yürekler parçalayan bir yalvarma ile mızıldanıyor.

“Bahçedeki ortancalar da tam ne güzel açmışlardı..” dediğimi duyuyorum.

“Ya, balkon masası ve iskemleleri de yeni almıştık..”

“Havalar da ne güzel gidiyor..”

Sessizlik... Sonra yine benim sesim yükseliyor:

“Olmaz ki! Tatili son kuruşuna kadar peşin ödedik. Ne olacak o kadar para?”

“Paradan değerli şeyler de var.”

“Tabii. Mesela aklı başında, normal insanlar olabilmek gibi. Haydi kalk, şimdi sağımıza solumuza bakmadan toparlanıyor ve yarın da tam saatinde yola çıkıyoruz.”

Ertesi gün akşama doğru, yedi saatlik bir araba yolculuğundan sonra, gerçekten de tatil yerimize varmış durumdayız. Çantaları dairemize taşıdıktan, balkondan görünen manzaraya sevindikten sonra, kısa bir teftiş gezisine çıkarak, yiyecek maddelerini, gazeteleri nereden alacağımızı öğreniyor, neticede küçük bir akşam kahvaltısı ile açlığımızı giderip, tedirginliğimizi birbirimizden saklamaya çalışarak ilk gecemizi geçirmek üzere yatağa giriyoruz.

“Manzara çok güzel ama.”

“Evet, çok güzel.”

“Havuz yarın belki daha az kalabalık olur.”

“Belki”

İkimizin de gözleri faltaşı gibi açık. Kapatsak da faydası yok. Çünkü yandaki daireden gelen müzik sesi uyumaya değil, ancak tepinmeye elverişli.

Zumbada zum zum, Tsss Tsss! Zumbada zum zum, Tsss Tsss!
“Yandakilerde bu gece parti var galiba.”

“İyi ya, o zaman yarın gece parti yok demektir.”

Yandan ve dairemizin önündeki yoldan gelen gürültüler, kulaklarımıza tıkadığımız tıkaca rağmen, nihayet dayanılır bir seviyeye indikten sonra, yadırgadığımız yataklarımızda uykuya dalabiliyor ve ertesi gün, sabah altıda, alt katımızdaki tatil komşumuz Alman hanımın, yan kattaki tatil komşumuz Avusturyalı’ya balkondan balkona avaz avaz verdiği pasta tarifi ile uyanıyoruz.

“Evet, çukulatalı sosu en son üzerine dökmeniz lazım, sıcak sıcak. Yoksa çukulata mahvolur..”

“Aaa, çok iyi bir tavsiye. Ama ben onun başka türlüsünü yapıyorum. Sosu baştan içine katıyorum. Yoksa bütün pasta mahvoluyor.”

Eşim homurdanıyor:

“Ben şimdiden mahvoldum.”

“Olan oldu, uyandık. Kalkıp kahvaltı edelim bari. Fazla kalabalık olmadan havuza da girebiliriz hiç değilse.”

Ama galiba herkes bizim gibi düşünmüş, çünkü havuz çoktan kalabalık. İki üç yaşlarındaki oğluna büyük itina ile yüzme öğretmekte olan genç Alman anne ile, sürekli çeşitli atlama denemeleri yapan Hollandalı babayla iki yetişkin oğlu arasından kendimize yol bulmaya çalışarak havuza giriyor, aralarında yüzme yarışı tertiplemiş bulunan üç çocuklu Fransız ailenin fertleri arasından sıyrılmaya çalışarak yüzmeyi deniyor, sıra halinde havuz kenarına tüneyip bacaklarını suya sallandırmış bir düzine gencin ayaklarıyla birbirlerine attığı suların bir kısmını yutarak tekrar merdivenlere ulaşmaya muvaffak oluyor, yüzmekten ziyade ıslanmış olarak sudan çıkıyor ve havuz kenarında sıralanan şezlongların bir tanesinde bile boş yer olmadığından, neticede başarı ile balkonumuza dönüyoruz.

Akşam yemeğimiz birkaç çeşit peynir ve haşlanmış patates. Niyetimiz balkonumuzda manzaraya karşı, huzur içinde karnımızı doyurmak.

Sağ al kat balkonundan gelen bir gürleme ile yerimizden zıplıyoruz:

“Ahla ve vahla...Ha!.. Ha!...Esselaha!..Ha....Ha..”

Orada oturan esmer komşumuz, cep telefonuna sesinin var gücüyle Arapça olduğunu tahmin ettiğimiz bir lisanda birşeyler haykırıyor. Ve anlattıkları biter gibi değil.

Bu sese kulağımız tam alışmışken, bizim altımızdaki balkondan, orada oturan yaşlı, beyaz bıyıklı Alman komşumuzun (pastacı hanımın eşi herhalde) tiz sesi yükseliyor, tane tane ve hiç bir kelimesini kaçırmanın mümkün olmadığı bir şekilde, kendi ev halkına eski Romalılar hakkında bir söylev vermeye başlıyor. Sol taraftaki komşu da, kendi altındakiyle, artık anlayamadığımız bir konuda sohbete giriştiğinde, yemek müziğimiz son şeklini almış oluyor.

“Neden sarımsaklı peynir aldın? Sarımsağı sevmediğimi biliyorsun?”

“Ben sarımsaklı peynir almadım ki’”

“İyi ama sarımsak kokuyor acı acı!”

“Şekerim, o sağ tarafımızdakilerin yemeği, sarımsaklı birşey yapmışlar.”

“Bu peynir de ızgara et tadında, ızgara isteseydim et alırdım.”

“Mızmızlanma şekerim, ızgara bizde değil, solumuzdaki komşular ızgara yapıyorlar.”

“A, bak bu pratik işte, demek fazla yemek masrafı yapmaya hiç gerek yok, yemiş kadar oldum vallahi.”

Vadiye yaptığımız gezi aslında çok güzel olmaya namzetti ama, yol kavşağında meydana gelmiş bir kaza yüzünden, bir saat boyunca tıkanmış trafik içinde, arabada beklemek zorunda kaldıktan sonra, geri dönüp, kendimizi tekrar balkonumuza atıyoruz.

Balkonumuz direkt havuza baktığından, gün boyunca aralıksız yapılan atlama ve suya atma şampiyonalarının, suda yarattığı muhteşem seslerden ve bu esnada her yaşta ve cinste insan tarafından atılan, çeşitli nota ve şiddetteki naraların hiçbirinden çok şükür ki mahrum değiliz.

İki gün kadar havuzda Alman, Avusturya, Hollanda, İngiliz ve Arap ordularına karşı yüzme savaşı verdikten sonra hava birden bozuyor. Sonraki üç günde, sicim gibi yağan yağmurun altında yıkanan tatil köyünü, kapalı balkon kapımızın ardından seyrediyoruz.

“Ne romantik bir görünüş! Bulutlar sanki suyun üzerinde.”

“Ya gerçekten, ayaklarım da çok romantik üşüyor. Keşke kürklü terliklerimi getirseydim.”

“Aman şekerim, sen de hep olumsuz bir taraf bulursun.”

“Bu buz gibi havada, eve kapanmış, şakır şakır yağan yağmuru seyretmenin olumlu tarafı nerede kuzum?”

“Mesela havuza gitmek zorunda kalmadığına sevin. Hava iyi olsaydı, kendini havuza girmeye zorunlu hissedecek ve yüzmeye benzer birşeyler yapabilmek için, suda belki tünel kazman gerekecekti. Karnına yiyecek olduğun kulaç ve tekmeler de cabası.”

“Haklısın, böyle düşünmemiştim. İyi ki buraya yüzmek için geldim ve iyi ki şu anda yağmura şükür, suya giremiyorum. Gerçekten mantıklı.”

“Sızlanma, bu anın keyfini çıkarmaya çalış.”

“Benim şu anda çıkarabildiğim tek şey, ancak şu netice: Bir daha buraya tatile gelmem!”

Hava tekrar açtığında, tatil köyünün tüm sakinleri, tekrar neşeyle havuza koşuyor, ama pek de o kadar neşeli olmayan sonuçlarla.

Öğleden sonra, beklenmedik beklenen şey nihayet oluyor ve havuz kenarında, şezlongları durmadan ille de başka bir yere taşımakla uğraşan Alman gençlerinden birinin, elindekini suya düşürerek, tam o anda altında kulaç atmakta olan eşimin kafasına tam isabet sağlamasıyla, soluğu en yakındaki hastahanede alıyoruz.

Sonraki günlerde eşim başı sarılı “İngiliz Hasta”yı, ben de vefakar hemşireyi oynuyoruz.

Birkaç gün sonra, eşim tekrar havuza girecek hale geldiğinde, olanca albenisiyle ortalığı yakan güneş, bizi eşyalarımızı toplarken buluyor. Tatilimiz bitti.

“Çok güzeldi. “

“Evet, öyle.”

“Ufak tefek bazı olumsuzluklar vardı ama, genelde iyiydi.”

“Ayni fikirdeyim.”

“Seneye tekrar gelelim.”

“Mutlaka! Hatta şimdiden yerlerimizi ayırtalım.”

Biten tatilin hüznüyle dolu ama etrafı palmiyelerle bezenmiş güzel tatil köyünün, doya doya yüzebileceğimiz nefis havuzun, şahane güneşin, tadına doyulmaz sahilin hayali ile seneye tatilimizin muhteşem olacağından emin ve mutlu, evimizin yolunu tutuyoruz.

 
Toplam blog
: 165
: 1414
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Uzun yıllardır yurt dışında yaşıyor. İsviçre'de Adalet Bakanlığı'ndaki mesleği yanında tiyatro ya..