Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Nisan '07

 
Kategori
Oyunlar
 

Tavlanın kitabını yazdım (!)

Tavlanın kitabını yazdım (!)
 

Ailedeki erkeklerin zar sesleriyle karışık, futbol maçı heyecanıyla ortak bir zevkle oynadıkları eski bir tavlamız vardı. Ben o sıralarda sadece tavlanın dış kısmıyla ilgileniyordum, içinden bir kaç pul alıp bilumum dama çeşidini oynardım. Tavla karşılaşmalarına rağmen dama müsabakaları sessiz sedasız geçerdi. Çünkü tavla cephesinde babam zar tutardı. Zar tutmadan zarı nasıl atabilir ki, esprisini yapmayın lütfen! Lütfen! Oyunun ortasında hep fincan getirttirilirdi şahsım tarafından. Tavla; zar, pul ve fincanla oynanır sanırdım. Bu yüzden bende, tavla oynadığım kişiye karşı güvensizlik vardır hep. Evet Freud, her şeyin sebebi çocukluktaki yaşadıklarımızla ilgili. Şimdi daha açık ve net bir şekilde görüyorum gerçekleri!

Bizim evden çıkıp, genel olarak tavlanın tarihini araştırdığımda (kaynak olarak, google açılır, tavla yazılır, ara butonuna basılır, beğenilen tanımlar yazıya bilgi olarak aktarılır, ortaya karışık olarak yazıldığı için kaynak verilemez), İran şahı Nevşiyan'ın veziri Büzur Mehir’ in yaklaşık olarak 1400 yıl önce 10 günde, zaman üzerine kurulu bir oyun olarak icat ettiğini öğrendim. Şöyle ki, tavlada karşılıklı altışar hane 12 ayı, 15 beyaz ve 15 siyah pul ayın 15 gece ve 15 gündüzünü, karşılıklı 12' şer hane de günün 24 saati temsil edermiş. Peki böyle bir icada neden ihtiyaç duyulmuş sorusu geliyorsa aklınıza, o daha da ilginç;
Vakti zamanında Hint İmparatoru, satranç oyununu Pers imparatoruna, yanında bir mektup ile hediye olarak göndermiş;
“Kim daha çok düşünüyor,
Kim daha iyi biliyor,
Kim daha ileriyi görüyorsa
O kazanır.
İşte hayat budur...”
Pers İmparatoru dönemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesajı paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve kendisinin de karşılık olarak Hint İmparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister. Vezir haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve oyunu çözer, daha sonra da on günde tavlayı icad eder ve imparatora sunar. Hint Imparatoruna tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere şöyle bir mesaj hazırlanır;
“Evet,
Kim daha çok düşünüyor,
Kim daha iyi biliyor,
Kim daha ileriyi görüyorsa
O kazanır.
Ama biraz da şanstır.
İşte hayat
budur...”

Yani iki imparatorun, mektuplarla beraber çekişmeli bir armağan(!) mücadelesinden zamanla tavla çıkmış karşımıza.

Tavla tarihinden çıkıp kendi yaşamsal hikayeme döndüğümüzde, acımasız gerçek bir gün gerçekleşti; bana tavla öğretildi. Bu tarz oyunlarda hırs küpüne dönen ben, başlangıç zamanlarında yenilginin ağırlığı altında tam bir eziyet dönemini yaşadım. Yeni yeni öğreniyorken kuralları, amacı, standart zarları, kapıları, kaçayım mı, vurayım mı çelişkisi içinde, her oyun sırası bana geldiğinde parmaklarımla sayarak ilerlerken ben, karşımdakinin beni ezen gözleri ve sıkılgan oflamaları karşısında terledim. Olacak, olacak! Bir gün ben de saymadan çat diye tavlayı kıracak bir kuvvetle ses çıkartarak pullarımı dans ettireceğim. Ama o âna kadar sefalettir çektiğim. O zamanlar, Tübitak’ ın çıkardığı “Bilim Teknik” dergisine aboneydik. Bilim Teknik’ in son sayfalarında tavla taktikleri vardı. Zorda kaldığımda oradaki taktikleri uygulardım. Bilim Teknik der ki; açık vereceksen en yakın mesafeden, 1 arayla açık ver. Bilim Teknik der ki; … vs vs…diye oynardım. Hatta zarların farsça isimlerini bir kağıda yazıp ezberlemeye çalışmıştım. Daha karizmatik oluyordu. Sonra bir gün beklenen gün geldi ve bana tavlayı öğreten kişiyi yenmemle beraber çektiğim tüm acılar biraz hafifledi. Ama yanıldığım bir nokta vardı ki, dışarıda binlerce tavla ustası vardı. Yenilgilerim bitmek bilmiyordu, hatta bazen aynı panikle pulları saya saya ilerliyordum. İlerliyordum diyorum ama parmakla saydığım her sayıyla beraber aynı hızla karşıdakinin gözünden düşüyordum! O dönemlerde hırs yapıp internette sabahlara kadar oynamışlığım vardır.
Bir arkadaşım vardı (-dı diyorum sebebini açıklayacağım), tavlada bir numaraydı. Herkesi yenerdi. Kaybettiğini görmedim. Hatta sırf onu yenebilmek için turnuva bile düzenlemiştik. Yenmek dediysem dolaylı yoldan yenmek için. Başkası onu yener, şans bu ya ben de onu yenen başkasını yenerim ve arkadaşımı yenmiş olurum. Ama beklenen sonuç gerçekleşmedi. Tavla her zamanki yerinde (koltuğumuzun altında), birinci yine aynıydı! Artık bu gerçeği kabul edip önünde eğilmiştim. Beni yenen herkese, titreyen bir sesle, “Ama arkadaşım sizi yener” derdim, ilkokuldaki babam sizi döver edasıyla. İnatlaşanlar ağzının payını alırdı. Hatta evdeki tavlamızı eskiten üstatlarla yaptığı maçtan da alnının akıyla çıkmıştır ve artık koltuğu sarsılmaz bir şampiyondur o benim için! Ta ki bir gün, her zamanki gibi yenildiğim bir arkadaşıma yine, şampiyon arkadaşımın onu yeneceğine dair tehditler savururken, er meydanı kurulup, kazanlar kaynarken şampiyon arkadaşımın içine atıldığına şahit olana kadar… İlk kez yenilmişti benim yanımda. Bu onu son görüşüm oldu. Sonrasını bilmiyorum, şu an nerede, ne yapıyor bilen yok. Bir rivayete göre Karadeniz’ de, denize kıyısı olan bir köyde, cebinde konyak şişesi, ağzında filtresiz sigarasıyla görülmüş. Ama sonra tarif ettikleri yere gidip baktık, bulamadık. Neyse, bir arkadaşım var-dı-, efsaneydi. Ben de bıraktım tavla oynamayı o tarihten sonra. Çünkü artık yenildiklerimi dövecek arkadaşım yoktu.

Geçen Çarşamba akşamı, bir konser çıkışı, birkaç arkadaşla karşılaştık. Bir tanesi çok benziyordu şampiyonluğunu kaybeden arkadaşıma. Duygulandım. Konu döndü dolaştı, gecenin ikisinde tavlaya geldi. Ben sadece dinleyiciydim. Felsefe ve sosyoloji üzerine hayatını vermiş iki kişi başladı tavla üzerine konuşmaya. Çok ilginçti. Birisi işin içinde şans var diyordu; zarlar ne gelirse ona göre oynarsın. Diğeri, o şans değil olasılıktır diyordu; çeşitli olasılıklar üzerine gereken hamleleri yaparsın. O gece hepimizin canı tavla çekti.

Tekrar oynamaya başladım.

Peki şans ne kadar, zeka ne kadar tavlanın içinde? Dünya Tavla Federasyonu’nun bu soruya verdiği cevap: Tavla, yüzde 100’lük bir bütünse bunun yüzde 30’u oyun bilgisi, yüzde 30’u zar faktörüdür. Yüzde 40’ın yüzde 10’u tecrübe, yüzde 30’u da; oyun sırasındaki psikolojik faktörlerdir (rakibini konuşarak yenmek buradan geliyor galiba!).

Türkiye’ de tavla, emekli olanların, kahvelerde oynadığı bir şans oyunu olarak algılansa da, dünyada 1997 yılından beri zeka olimpiyatlarına tavla da eklenmiştir. Tavlanın zarla oynanması ona biraz kumar havası verse de, atılan zar sonucunda gelen sayılara göre yapılabilecek hamle sayısının 4500 ün üzerinde olması, şanstan öte zekayı ortaya koyuyor bence. Ama duruma göre değişiyor değil mi; kazanınca zeka, kaybedince şans!
Tavla, bizde bir tek tavla olarak bilinmez; bize özel bir sınıflandırması var onun; “Erkek Tavlası”. Bir bayan olarak bende sinirlilik durumu yaratmıyor değil aslında. Ama bir gün bu oyunun yazılmış kurallarının da ötesinde, erkeklerin koyduğu “Yazılmamış Kuralları” nın olduğunu öğrendim. “Vur-Kaç” yapmanın ne sakıncası olduğunu hiç bir zaman anlayamayacağım gibi.
Bir de benim bildiğim %100 doğru olan bir şey var ki; tavlada büyük konuşmayacaksın! Ağır cümleler kurmayacaksın! 4-0’ lık maçı 4-5 kaybetmek; tam pullarını toplamaya başlamış, mars ettim seni geyikleri yaparken, bir anda vurulup oyuna yeniden girmeye çalışırken, ballı rakibinin arka arkaya düşeş zarlarına karşı, senin hala gele atışların sonucu, o oyunu kaybetmen acıdır.
Büyük konuşmayacaksın; Tavlanın kitabını yazdım demeyeceksin meselâ. Sonra bir gün yeni baştan okuman gerekebilir.

 
Toplam blog
: 73
: 5913
Kayıt tarihi
: 06.09.06
 
 

Yılın en uzun gecesinde doğmuşum. Bu yüzden midir bilinmez ruhlarımızın özgür kaldığı geceleri se..