Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Nisan '08

 
Kategori
Anılar
 

Tavuk göğsü

Tavuk göğsü
 

İlk Türk kimlikteki resim yirmi beş yaşıma ait.


Türkiye….

Görebilmek, en büyük hayallerimden biriydi. Hiç olmazsa tek günlüğüne.

Türkiye’nin vatandaşı olarak yaşamak….işte bu hayallerimde bile yoktu.

Çok imkansız gibi görünüyordu.

Bulgaristan’ da doğmuştum bir Türk olarak, zorlukla Türkçe konuşan bir Türk.

Bulgaristan, tam anlamıyla demir perde ülkesiydi, dışarı kuş uçurtmazlardı.

Kuş olabilmeyi hayal ederdim bazen......Belki yolunu bulurdum, sınırın ötesini görmeyi, o kadar yakın aynı zamanda o kadar uzak......

Hayat bu, bizi neler beklediğini, hiçbirimiz bilemeyiz. İşin cazibesi burada saklı zaten. Kader okunmamış bir kitap gibidir.Herkesin kendi kitabi vardır.Her yeni sayfada ne olacak belli değildir.Hayatin gidişi o sayfalarda yazılır.Bu kitabın tek yazarı ve okuru vardır, hepimiz o anlamda birer yazarız ve okuruz.

Bir gün uyandım ve Türkiye’nin vatandaşıydım. Türk kimliğim elimde, sarı - pembe karışımı bir renk, şeffaf plastik ile kaplanmış önüne arkasına bakıyordum, inanamıyordum. Gerçek olabilir mi? Yoksa rüya mı? Günlerce, aylarca inanamamıştım. Kimliğimdeki fotoğrafım- renkli, hayatımda çekilmiş ilk renkli fotoğraf. Yıl 1989…

Kimlikteki resim yirmi beş yaşıma ait. Üzerimde çok sevdiğim açık mavi gömleğim. Koyu kahverengi saçlarım toplanmış. Anlım açıkta.Uzun kalın kaşlarım vahşi bir görünüm katmış yüz ifademe. Her zamanki sert bakışım fotoğrafa da yansımış Gözlerim simsiyah. İnce dudaklarım, hafif tebessüm içinde. Elmacık kemiklerim belirgin. Zayıf ve uzun yüzüm. Gurur duyduğum burnum ve sevmediğim keçi çenem. İnatçılığım yüz hatlarıma işlenmiş sanki. Fotoğraftan bana bakan, Türkiye Cumhuriyeti'nin yeni bir vatandaşıydı.

Gerçek - inanılması zor da olsa - gerçek.

Mutluluk, korku, belirsizlik, heyecan, özgürlük ve umut dolu karışık duygular içindeydim

Başımda ağırlık hissi, sanki kurşunla dolu, yeni iklime alışmaya çalışıyordum.O kadar çok yenilikler vardı ki algılamaktan zorlanıyordum:

boş olan yeni evimiz-yerde sadece şilteler, deniz - yosun kokan deniz, martı sesleri, pazarlar- Aman Allahım - bu ne bolluk, mis kokan simitler (ilk yediğimden beri favori yiyeceklerimin arasında hâlâ) , çocuklar – küçükler - başlarında taşıyorlar simitleri, seyyar satıcılar – anlaşılmaz şeyler bağırıyorlar, çay dolu tepsiler, ilginç ince belli çay bardaklar, minibüsler - çok (hayatımda hiç görmemiştim), kasanın etrafında garip kancalı - kırmızı Bedford kamyonlar, araba klaksonları, ses çok ses, inanılmaz yoğun trafik, camiiler, minareler, bina pencerelerinde güzel perdeler, vitrinlerde uzun uzun lokumlar, ağaçlar- yok hiç yok, insan- çok çok insan, değişik kılık kıyafette insanlar……….çok çok insanlar.

Ben, gri bir hayattan, rengarenk bir hayatın içinde bulmuştum kendimi. Her şey ama gerçekten her şey ilgi çekici, cazibeli, yeni, farklı ve sihirliydi benim için. Masal dünyasının kahramanı gibi hissediyordum kendimi.

Kağıt mendiller bile (hiç kullanmamıştım) ilgi çekiciydi.

Türkiye’ ye ilk ayak bastığımdan, bir ay sonra, deneme de olsa bir işim oldu. Harikaydı bu. Hayatımdaki ilk işim. İş tecrübem yoktu. Türkçe dil o da yoktu. Eğitimim – Mühendislik. Kalite bölümü sorumlusu olarak bir ay deneme süresi ile işe alınmıştım - otomotiv yan sanayi kuruluşu. Bölümde tek ben vardım - yeni oluşturulacaktı. Fabrikanın sahibi yurt dışındaydı. İş görüşmesini, babamın eski okul arkadaşı, ayarlamıştı (daha önce göçmen olarak gelmiş Türkiye’ ye) Fabrikada ilk iş görüşmesini, patronun babasıyla yapmıştım. Oğlunun kısa süre için (iki haftalık) vekiliydi sadece, babamın arkadaşının, esas tanıdığı oydu. Baba - inşaat mühendisiydi ve kendi işi vardı - inşaat ile ilgili (bunları daha sonra öğrendim) .

Yaşlı, soğuk, dimdik, beyaz saçlı, ciddi ve saygı uyandıran birisiydi. Benimle ilgili kararı oğlu verecekmiş gibi bir şeyler söylemişti. Konuşanları zor anlıyordum zaten.

Ben, şaşkın ve yaban ördeği gibi nasıl davranacağımı, nasıl konuşacağımı bilmiyordum. Başım, hafif dönüyordu ve ağırlık hissi vardı, omuzlarımın üstünden devriliverecekmiş gibi geliyordu.

Hayatımda yeni bir sayfa açılıyordu.

Başarılar, tökezlemeler, düşmeler, ayağa kalkmalar, fıkraları aratmayacak potlar, gözyaşlar, mutluluklar, hatalar, sürprizler…hepsi vardı.


Fabrikanın İşletme Müdürü Halil bey ile tanıştırdılar beni. Halil bey benim yaşlarda genç bir arkadaştı. Elazığ Üniversitesi'nden mezun, Makine Mühendisiydi. Çok şişman birisiydi. Esmer. Saçları siyah, jöle ile şekillendirmişti. Kocaman cüssesinin üzerinde küçücük bir kafası vardı. Komik görünüyordu. Dişleri sigaradan sarı – kahverengi renk almıştı. Sürekli sigara içiyordu. Temiz bir görünümü vardı yine de, sigara ve tıraş losyonu karışımı kokuyordu birbirimizden pek elektrik alamamıştık. Beni, fabrikanın - dört atölyesini gezdirdi ve amirleriyle tanıştırdı. Sonra odamı gösterdi. Küçücük bir oda. Çok sevmiştim. Ne iş yapmam gerektiği konusunda hiç kimse bilgi vermedi. Tek çare, firmanın sahibini beklemekti, nasılsa hakkımdaki kararı o verecekti. Boş boş oturmaktan sıkılan birisiydim. En iyisi fabrikada neler üretiliyor öğrenmek olduğunu kendi kendime karar vermiştim.

Yüz kişi civarında çalışan vardı. Hepsi erkek. Ağırdı yapılan işler - genelde metal işleri. Yirmi dört saat kesintisiz bir çalışma. Atölye amirleri ve çalışanlar merak dolu gözlerle süzüyorlardı beni. Benim gibi bir kızın ne işi olabilirdi ki üretim hatlarında. Benden rahatsız olduklarını hissediyordum. Yapılacak bir şey yoktu, biri birimize katlanmak zorundaydık. Hiç yorulmadan sabahtan akşama kadar üretim bantlarında yapılan işleri inceliyordum. Başımdaki ağırlığın giderek azaldığını hissediyordum. İş yerinde, pek kimseyle konuşmasam da her gün biraz daha çok ısınıyordum. İki hafta göz açıp kapanınca geçmişti bile.

Üçüncü hafta başı iş yerime geldiğimde, bir heyecan hissettim. Herkes Celal beyden söz ediyordu - firmanın sahibi. İki haftalık tatilden sonra o gün iş yerine gelmesi bekleniyordu. Belli ki seviyorlardı kendisini. Ben de merak ediyordum. Babasını pek sevememiştim. Firmada dolaşan heyecan bana da bulaşmıştı. Ortalıkta görünmemeye karar verdim. Patronumun hakkında öğrendiklerim: mühendis, otuz sekiz yaşlarında, canlı beş dil konuşan, Avrupa’dan mezun, evli iki çocuk babası olduğu. Odamda oturmuş aldığım notları düzenliyordum. Öğlen vakti çoktan geçmişti. Genelde geç saatlerde yiyordum öğle yemeğini. Kimseyle karşılaşmak istemiyordum. Özellikle işçilerle. Yemek salonu iki bölümden oluşuyordu, mavi yakalılar ve beyaz yakalılar (bu tanımı burada öğrenmiştim) ayrı yerlerde yemek yiyorlardı, biri birilerini görebiliyorlardı fakat.


İnsan sınıflandırılmasını çok çirkin bulduğum için yalnız yemeyi tercih ediyordum.

Yemek yemekle pek aram yoktu zaten o zamanlar. Yemekler dışarıdan, yemek sanayisinden geliyordu. Yemek salonuna gittim, yiyecekleri garip tabldota aldım, hâlâ alışamamıştım şu paslanmaz çelik tabldotlara. Masaya oturdum.

Yalnız yemek yemeyi de sevmiyordum aslında. Çatalımla karıştırıyordum önümdeki tavuk parçasını, iyi pişmiş mi diye kontrol ediyordum. Bu arada telefon çaldı, Fatma Hanım – mutfak işlerine bakıyordu – cevapladı. Pazarlama bölümünden kahve istemişlerdi. Biraz sonra Fatma Hanım kahveleri götürmek üzere çıktı. Tavuğumla baş başa kaldım, yemek yemek istemiyordu canım.

Telefon tekrar çaldı. Bakmamaya karar verdim, ancak telefon o kadar ısrarla çalmaya devam etti ki tehditkar tınlar geldi kulağıma. Rahatsız oldum ve yerimden kalkıp telefonu cevapladım:

” Alo” sessizlik ' Buyurun',

İlk kez duyduğum bir ses :

“ Sen kimsin? “,

“ Ben Gül, siz kimsiniz? ”,

“ Ben Celal Demir”. Eyvah…. patronum diye geçirdim içimden. Elim ayağıma dolaştı.

Kapatsam mı? - düşündüm. Sesi yumuşaktı “ Fatma Hanım yok mu? ”,

“ Hayır, kahve götürdü bir yere” küçük sessizlik- karşı tarafta kararsızlık sezdim

“ Yemekte ne var? ” sorusu geldi.

“Fırında tavuk, pirinç, beyaz bir çorba- ismini tam bilmiyorum, ve yuvarlak, sulu, khverengi tatlı - güçlükle sayabilmiştim.

“ Fatma Hanım gelince, odama biraz tavuk, pilav ve soda getirmesini söyler misin? ”

“ Tabii, ne seversiniz: Bacak mi? göğüs mü? ” çıkıverdi ağzımdan.

Sessizlik….. aslında ne söylediğimi tam farkında değildim.

Telefondan gelen cevap ile sarsıldım.

“Tavuk but’u severim, fakat Fatma Hanım biliyor, tavuk göğsünden getirsin” dedikten sonra telefon kapandı.

Telefonun ahizesi elimden kaydı.

Ne tanışmaydı ama!

Ellerimi buz kesmişti. Aman Allah'ım! Ne düşünürdü patronum benim için! Neden bakmıştım ki telefona!

Bir daha yemek masasına dönmeden, odama gittim. Kendimi kötü hissetmiştim.

Yaklaşık iki saat sonra telefonum çaldı, Celal beyin sekreteri - Gülçin Hanımdı.

Celal bey beni odasında bekliyormuş. Derin nefes aldıktan sonra, karşılaşmaya hazır hissetmesem de, patronumun odasına yöneldim.Kendisini artık, merak etmediğimi düşünmüştüm. Hatta hiç görmesem daha iyi olacaktı.....

Pot kırma serüvenimin ilkiydi sadece….

 
Toplam blog
: 144
: 1854
Kayıt tarihi
: 13.03.08
 
 

Doğduğum ve büyüdüğüm şehir Kırcali, Bulgaristan. Yıl 1964. Makina Mühendisiyim. Evli ve iki çocu..