Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mayıs '08

 
Kategori
Öykü
 

Tek kişilik doğum günü partisi

Bugün benim doğum günüm. İşte bu da benim pastam. Mumlar, mumlarım nerede? Nereye koydum mumlarımı? Tamam, şimdi hatırladım. Ceketimin cebine koymuştum. Mumları yerleştirip yaktım mı, işlem tamamdır. Ne güzel kokuyor, mis gibi… Şimdi yiyemem ki daha mumları yakıp söndürmedim. Dileğimi bile dilemedim. Çocuk gibi dilek mi dileyecekmişim. Biraz daha pastanın güzelliğini seyredip kokusunu içime çekeceğim.

Çocukluğum, çocukluğumu özledim. Ne zaman anneme kek yapmasını söylesem, beni kırmazdı. İşi yoksa hemen unu eleyip, yumurtaları çırpar, çabucak keki yapıverirdi. Yanına da çay yaptı mı, keyfime diyecek yoktu. Okuldan geldiğim zaman bile acıkmışımdır diye kek, kek olmazsa kurabiye bulurdum masanın üzerinde. Ne iştahla yerdim onları, ah bir bilseniz.Annem, “Canım oğlum, okulda ne yaptın bugün?” derdi. O gün yaptıklarımı anlatırdım ona. Bu çay pasta faslından sonra ben ödevlerimi yapardım, annem de beni izlerdi bir süre. Bazen de bilemediğim olduğunda bana yardım ederdi. Bana nasıl çalışmam gerektiğini öğreten annem, benim her şeyimle tek tek ilgilenen annem şimdi yanımda değil, uzaklarda. Daha doğrusu ben uzaklardayım. O benim bugünlere gelmemi sağladı, başarılara adım atmamı sağladı. Ah, anneciğim neler yaptım sana. Seni ne çok üzdüm. Yüreğim sızlıyor şimdi. Şuracıkta, boğazımda bir yumru var; yutkunamıyorum. Nefesimi bile zor alıyorum. Annem ve babamı ne çok üzmüşüm, şimdi anlıyorum onları. Ne demek istediklerini çok iyi anladım. Oğlunuz yaban ellerde yapayalnız, ve içi kan ağlıyor.

Bu yurt odası sanki bir tabut gibi iyice daraldı. Duvarlar üzerime üzerime geliyor, bunalıyorum. Durun, çekilin gelmeyin üstüme. Masam yatağımın yanı başında, ben de sandalyede öylece oturuyorum. Yatağımın karşısında bir yatak daha var. Onun yanında da bir masa ve dolap. Burası bir yurt odası. Demin kendimden geçip her şeyi unutuvermişim gibi geldi bir anda. Bu dört duvar arasında zindanda hücreye kapatılmış bir mahkum gibi hissediyorum kendimi:<ı>Yapayalnız. Oda arkadaşım, Mehmet dün memleketine gitti. Arkadaşım giderken bir hoşça kal bile demedi. Besbelli bana kırgın gitti.

“Oğlum, gel gitme; ne yapacaksın gidip”, diyordu annem, kafesteki kuşunu kaçırmak istemiyordu. Beni hep koruyup gözetmişti. Babam sessizliği ile bana kafa tutuyordu adeta. O da istemiyordu gitmememi. Lafını esirgemeyen annemin yanında onunkisi başka türlü dokunuyordu bana. Gözlerinden okuyordum benim başka bir ülkeye gidip okumamı istemeyişini. <ı>Ne işin var elin yaban ellerinde diyordu. Kendi memleketimizde Türkiye’de üniversite kıtlığımı var. İyi de puanın var, İstanbul’da istediğin bir fakültede okuyabilirsin. İşte bunları okuyordum babamın gözlerinde. Sessizce gelen sözler oktanda keskindi, kalbime ok gibi saplanıyordu. “Yaban ellerde okuyacağına Anadolu’daki bir şehirde okutalım seni; yurtta kalmak istemezsen sana ev de tutarız. Bizim gelirimiz senin geleceğini kurman için elbette yetecek durumda. Aç değiliz, açık değiliz, Allah’a şükür.” Annem benim vazgeçmem için her tavizi vermeye hazırdı, ama ben diretiyordum.

Geçen yaz bir akşam üstü kapıdan içeri adımımı atar atmaz annemle babamın tartıştıklarını işittim. Konu bendim, benim buralara gelmek isteyişimdi. Babam annemi beni ikna edememekle suçluyordu, annem de babamı ağzını açıp tek kelime etmemekle. Salona girip girmemekte tereddüt ettim bir an, içimden yuvadan uçup gitmek geldi.Güçlüklere karşı gelmek için birazcık olsun içimde enerji olmadığını düşünüyordum. Enerjimi tüketen şeyin ne olduğunu ben iyi biliyordum, aileme söyleme gücü bulamıyordum. Beni güzel İstanbul’umdan, Türkiye’mden uzaklaşmaya zorlayan şeyin ne olduğunu bilemezlerdi. O şey, beni mahveden, yaşama sevincimi yitirmeme neden olan, sonra da kaçıp uzaklaşma isteğime neden olan şey. Ona şey demek geliyor içimden nedense. O şey karşı dairemizde oturan komşularımızın kızıydı. Keşke tanımaz olsaydım onu. Keşke sadece selam verip geçtiklerimden birisi olsaydı.

Dört yaz önceydi. Bir kamyon gürültüsüyle uyandım. Yatağım pencerenin yanı başındadır. Merakımı yenemeyip ne olduğunu görmek içim yataktan nasıl fırladığımı bilemedim. Ev nakliye kamyonlarından birisi bizim apartmanın kapısına dayanmıştı. Karşı dairemize taşınıyorlar diye düşünmüştüm. Çünkü birkaç aydan beri boştu ve birkaç gün önce de tutulduğunu annemle komşu kadın konuşurlarken duymuştum. Yeni kiracılar nasıl birileri acaba diye düşünüyordum. Kiracıları iki üç gün sonra bir akşam üstü gördüm. Evin reisi, karısını ve iki kızını ev yerleştirildikten sonra memleketine gidip getirmişti. Annemden öğrendiğime göre İstanbul’a yeni tayin olmuşlardı. Adam polisti, doğu vilayetlerinden birinden geliyordu.

Nedense mahallede ve apartmanda ne var ne yok hep annemden duyardım. Babam bilse bile söylemezdi, nedense dut yemiş bülbül gibi susardı da gözleri konuşurdu. Onun bağırması için iyice damarına basmış olmak gerekir. Anlatacağı bir şey varsa uzatmadan söylerdi. Bazı insanlar vardır babamın bir iki cümlede söylediği şey için roman bile yazabilirler de kimse ne dediklerini anlamaz. Babamın bir iki kelimesi, bakışları içime işlerdi. Benim DNA’larıma da bulaşmış, lafı uzatmayı hiç sevmem. Benim kaçıp buralara gelmeme neden olan işte bu babamdan bana geçen DNA’lar değil miydi. Oda arkadaşımı da bu yüzden darıltmıştım. Elimde değil, ne yapayım DNA’larımda şifrelenmiş.Ben ve etrafımdakiler bu yüzden acı çekiyoruz.

Kapı komşularımızla yavaş yavaş ahbap olduk. Önce kadınlar, sonra biz çocuklar, daha sonra da erkekler. Annem ve apartmandaki birkaç kadın hoş geldiniz demek için oturmaya gittiler. Biz çocuklar, ben o zaman hazırlıktan lise bire geçmiştim. Benden üç yaş küçük kız kardeşim Merve de orta okul ikiye geçmişti. Yeni kiracıların kızlarıyla Merve, kısa sürede birbirleriyle kaynaşıp dost olmuşlardı. Onlardan biri benimle yaşıttı, diğeri de Merve’ den bir yaş büyüktü. Günleri bir gün bizde bir gün onlarda geçip gidiyordu. Kardeşimi daha önce hiç bu kadar neşeli görmemiştim. Özellikle yazları sıkıntıdan patlardı, apartmanda kendi yaşında hiç kız olmamasından yakınırdı. Bir kız arkadaşı vardı, yan apartmanda oturan ancak yazları kendi memleketlerine gidiyorlardı.

O yıl okulların açıldığı ilk gün O’nu da bizim sınıfta gördüm. Demek O da ismini söylemeye dilim varmıyor, Pınar da Anadolu Lisesinde okuyordu. Aynı sınıfa düşmüştük. Bizim Pınarla arkadaşlığımız böyle başladı. Ertesi sene sayısalı seçmiştik ikimizde. Yine aynı sınıfa düşmüştük. Karşı komşumun kızıyla yine aynı dershaneye yazılmıştık ve yine aynı sınıftaydık. Her yerde onu görüyordum. Nasıl bir kızdı, şimdi unutmaya çalıştığım insanı hatırlama çalışıyorum. Boyu ne çok uzun ne de kısadır. Çok sıska bir kız değildir. Orta boyda orta kilolu bu kıza arkadan bakınca üçgen bir vücudu olduğunu görürsünüz. Atletik yapılıydı. Gözleri ela ile kahverengi arası bir renkteydi, aslıda renginden çok ışıl ışıl olması daha çok dikkati çekmiştir. Teni çok beyaz değildi, esmerde değildi, sanırım buğday tenliydi. Beni en çok etkileyen ise her zaman saçları olmuştur.. Kumral ve az dalgalı saçları beline kadar uzuyordu. Oldukçada gürdü. Saçlarına itina etmediği bir günü hiç görmedim. Onları şöyle biraz sallasa, dalgalandırsa içim giderdi. Burnu ve ağzı bir nokta gibi duruyorlardı yüzünde. Bir yumurtayı andıran kafasındaki yüzü sanki siliniyor gibiydi, neredeyse aklımdan çıkmış gitmişti. Şimdiye kadar hiç düşünmemiştim onu, hiç aklıma getirmemiştim, daha doğrusu Bu fikirden kaçmıştım. Onunla aynı ülkede bile olmak istemeyen ben, aynı dünyada olmaya bile tahammül edemiyordum. Uzaklaşmak, unutmak, unutmak istiyordum. Bütün olan bitenden uzaklaşmak, kendime gelmek istiyordum. Kapı komşumuz olmasaydı, yine kaçar mıydım bilmiyorum Sanırım yine kaçardım da belki bu kadar uzağa gitmezdim.

Aşık olmak nedir bilir misiniz? Ben bu kumral saçlara aşık olmuştum ilk. Ona ilgi duymaya ilk günden başlamıştım. O saçları ilk gördüğümde vurulmuştum. Saçından sonra da sesine vurulmuştum. Bize kız kardeşiyle ilk geldiği günü, ilk sözcüklerini duyduğum zamanı dün gibi hatırlıyorum. Konuşan sanki bir peri kızıydı. Alçak perdeden, sarayda yetişmiş bit prenses edasıyla yavaş ve tane tane konuşuyordu. Benim bildiğim kızların çoğu cırtlak cırtlak konuşurdu oysa. Konuşurken insana güven veren bir havası vardı. O konuştukça, ben hep susmalıydım ki, sürekli onu duyabilmeliydim. Sesi beynimin içine nüfuz etmeliydi. Bir de bu sesi hep beynimde tutmak isterdim nedense. Artık öyle bir şeyi asla istemiyorum, değil sesini yüzünü bile görmeye tahammülüm kalmadı. Bu kızı düşünmek istemiyorum. Tanrım neden şimdi aklıma geldi. Ah, bana acı veriyor.

Bugün benim yaş günüm ve ben işte acılar içinde kıvranıp duruyorum. Artık sabrımın sınırlarını zorlamaktan yoruldum, usandım. İçimde bir yangın yeri var, alevler ben kaçtıkça daha çok büyüyor. Yalnız kalmaktan korkar oldum. İçimdeki sesleri dinlemek istemiyorum. Bugün yalnız kalmak zorunda mıydım? Dışarının soğuğu ve karı, parasızlık. İşte son kalan paramla da bu pastayı aldım. Babamdan son işittiğim sözler hala kulağımda: “Oğlum, Onur, birkaç gün sabret. Bu ay paraya sıkışığım, sana parayı gecikmeli göndereceğim.” “<ı>Burada okumayı kendim istedim, sonuçlarına da katlanacağım, ” diye geçirmiştim içimden, ancak babama bunları söyleyemezdim. Buralara gelmek için kavga etmiştim onlarla, kendimi haksız duruma düşüremezdim.

Kavga, insanın ilk nefesinden son nefesine kadar kaçınılmaz olgularındandır. Kendi değer yargılarımızın başkalarınınkilerle çatıştığı noktada çıkar hep kavgalar. Kavgacı bir ruhum var diye düşünmüyordum, yine de bugün kavgalarıma yenildiğimin farkındalığımın farkındayım. Sonuç olarak bu beni yalnızlığımla baş başa bıraktı. Nedense sevdiklerimle kavgalıyım: Ailemle, Pınar’la, Mehmet’le. Pınar ile ufak anlaşmazlıklarımız olurdu, ancak bunları çözüme ulaştırırdık. Birkaç büyük kavgamız da olmuştu; birkaç hafta küs dolaşmış ve daha sonra biribirimizsiz yapamayacağımızı anlayıp barışıvermiştik. Sonuncusunu hatırlamak istemiyorum. Bu benim hayatımı değiştiren kavga, beni yenik düşüren kavga…

Lisede aynı sınıfta, üniversitede aynı sınıfta olma fikri- bunu nasıl kabul edebilirdim Pınar. Sen doktor olup hastalara bakacaktın, benimse kan görmeye bile tahammülüm yok. “Ben işletme okuyacağım, Pınar”, dediğim zaman neden kendi isteğin olsun diye direttin? “Hani benimle aynı bölümde okuyacaktın, ne çabuk değiştirdin fikrini. Biliyorum, sen beni sevmiyorsun, artık gözün başkalarında… Dır, dır, dır.” “Ben sana tıp okuyacağım diye bir şey demedim ki, kendi kendine gelin güvey oluyorsun. Ben seni hep dinledim, her dediğini yaptım, şuraya gidelim Onur dedin, gittim. Sen ne yapıyorsun? Beni bi kez olsun dinle be kızım.” “Be öyle mi be. Senin bu kadar kaba ve mankafa olduğunu da anlayamamışım.” “Sen de çok bencilsin. Kendinden başkasını düşündüğün yok! Elinden gelse anneni babanı bile yönetirsin. Sen başkasını neden dinleyecekmişsin ki! Hep seni dinlesinler. Hep sen, hep sen!...” “Yeter, yüzünü bile görmek istemiyorum artık. Yeteeeerrrr.” “Ben de, git kendine aynı bölümde okuyacak senin tüm isteklerini yerine getirecek başka sevgili bul. Benim peşimi bırak Artık benim hayatımda Pınar diye birisi yok.”

Evet Pınar diye birisi yok artık hayatımda. Ama neden onun yerine başkası alamıyor. Ben onu terk ettim de o beni beynimde bile terk etmiyor. Çık kafamdan. Çık. Çık!!! Hâlâ beni yönetip duruyorsun, beğendiğim kızlara yaklaşamıyorum bile. Öf! Öff! Annem ve babamı da senin yüzünden üzdüm; Mehmet’i de. Mehmet sen haklısın be dostum ama elimden bir şey gelmiyor. Yapamıyorum işte gidip de o kıza çıkma teklifi yapamadım. Yapamadım değil yapamıyorum. “Onur, neden denemekten kaçınıyorsun? Git şu kızın yanına. Bir <ı>merhaba de. Adını sanını sor. Hadi be oğlum. Bak nasıl da güzel. İnsanın içi gidiyor valla.” Mehmet, o kadar hoşuna gittiyse sen tavla o kızı. Bana göre değil.” “Ha, ha, ha. Bence sen bi korkaksın. Hep kaç dur. Hayatın kaçmakla geçip gidiyor. Dünya ve hayat ne güzel. Sense kaçırıyorsun hayatı. Geçmişte yaşayarak bir yere varamayacağını anla artık. Gününü yaşa. Gününü yaşarsan fırsatları yakalama fırsatın olur. ”

<ı>Gününü yaşa! Bu küçük çikolatalı pasta ve mumlar günümü yaşayarak geçmişimden kaçışımı unutturacağına beni yüz yüze getirdi. Oysa ben neler düşünmüştüm. Doğum günümü kendi başıma kutlamaya karar verdiğimden beri nedir bu başıma gelen. İşte yaktım mumlarımı. Kutlama için mumları üflemek gerek. Kim uydurmuş bu seremoniyi. Ne saçma. Saçmaysa neden uyguluyorsun. Tamam artık üfledim. Ve işte ilk lokmam. Harika. Bu da ne? Benim cep telefonum çalıyor.

“Alo, anne, canım anneciğim.”

“Oğlum, canım oğlum benim. Doğum günün kutlu olsun. Baban ve kardeşin, Merve de yanımda. Bütün ailen burada Onur.”

Aman Allah’ım. Bu da ne? Erkekler ağlamazdı hani.

Yazan: Tülin Göncü

Tarih: 24 Temmuz 2006

 
Toplam blog
: 7
: 1793
Kayıt tarihi
: 26.08.06
 
 

Merhaba, İsmim Tülin Göncü. Ben bir İngilizce öğretmeniyim ancak Türkçemizin kullanımına çok önem ..