Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mayıs '11

 
Kategori
Eğitim
 

Tek ve tek başına Türkan

Yazarı: Ayşe Kulin 

Türkan, ailesi tarafından korumalı yetiştirilir. Sonra Tıp Fakültesine yerleşir. Okul kantininde ya da sınıflarda birkaç kere üst üste, göz göze geldiği erkeklere âşık olduğunu zanneder. Fakülteye girdiği ilk yılın, ilk dönemi böyle geçer. İkinci dönem toparlanır. Onlarla aynı sıraları paylaşır. Birlikte sınav heyecanı çekerler. Notlarını karşılaştırırlar. Böylece erkek arkadaşlarının kız arkadaşlarından hiçbir farkı olmadığını görür. Türkan, erkek ve kız arkadaşları arasında fark gözetmemeyi öğrenir. Ama üzerindeki ev baskısı devam eder. Üniversiteli kızlar sınıf arkadaşlarıyla gezmeye, sinemaya giderken, annesi Türkan’ın peşine hâlâ kardeşlerinden bir ikisini takar. 

Türkan en yakın arkadaşı Gökşin’e 23 Haziran 1952’de mektup yazar. 

“Kadir gecesi âdetim hilafına camiye gidip Sakal-ı Şerif’i öpemedim. Bütün gün oruçluydum. O akşam teravihe gittik.” 

12 Nisan 2009’da bu mektubu okuyan Türkan gülmeye başlar. Sıkı bir dini eğitimden geçmiştir. Çocukluğu sofu babaannesinin anlattığı hurafeleri dinleyerek geçirmiştir. Esaslı bir din eğitimi almıştır. İslam’ı, kendini sıkı bir Müslüman zanneden pek çok kişiden daha iyi kavramış olmasına rağmen, yıllardır bir takım insanlar “gâvur” olduğunu iddia ederler. Türkan bu kelimeyi hiç sevmez. Ona göre Müslüman olmayanları, küçültücü bir kelimeyle ayrıştırmamak gerekir. Tüm dinlerin Allah’a giden yolda bir vasıta olduğuna inanır. Bunun için hayatı boyunca hiçbir dini küçümsemez. Kitabımızın diğer dinlerin peygamberlerine saygı talep ettiğini söyler. Kendisini ise sadece ve hep Müslüman bilir. 

İlk dini eğitimi çok küçük yaşta, evde başlar. Çocukken namazı, abdesti ve Kur’an surelerini babaannesinden öğrenir. Ama bilinçli bir Müslüman olması için, ilkokula başladığında babası Türkan’ın okulunun Türkçe öğretmeninden Türkan’a ve kardeşlerine özel din dersleri vermesini istemiştir. Hafız Ahmet Bey, her hafta sonu Türkan’ın evine gelir. Onlara dinlerin çeşitlerini, nasıl çıktıklarını, Müslümanlığın diğer dinlerden farklarını, kurallarını ve bu kuralların gerçeklerini anlatır. 


Hafız Ahmet Bey sayesinde, Türkan, iyi bir Müslüman’ın dürüst, temiz, çalışkan, saygılı, yardımsever, başkaları açken tokluğundan rahatsızlık duyan, hak yemeyen, haksızlık etmeyen ve gösterişten uzak duran bir insan olması gerektiğini, çalışmanın da bir nevi ibadet olduğunu küçük yaşta öğrenir. Hocası onlara Allah korkusunu değil, Allah sevgisini aşılamıştır. Hocasının çocuklarıyla birlikte, Ramazanlarda teravihe gider. Ortaokula geçtiğinde, Kadir geceleri, gündüz oruç tutar. Geceleri evin çalışanlarıyla birlikte Kandilli Camii’ne gitmeye başlar. Sakal-ı Şerif’i öpmek için sıraya girenlerin arasına büyük bir heyecanla katılır. 

Sınıfındaki yaşıtları arasında İslam dini hakkında Türkan kadar malumatlı ve duaları baştan sona bilen başka çocuk herhalde yoktur. Bir gün Edebiyat dersinde Divan Edebiyatı’ndan bir şiir okurken, öğretmenleri, bir Arapça kelimeye dili dönmeyen bir öğrenciyi azarlar. 

“Osmanlıca kelimeleri doğru dürüst okuyamıyorsunuz! Sizler Allah bilir, duaları da yalan yanlış telaffuz ediyor, anlamlarını dahi bilmiyorsunuzdur. Aranızda doğru dürüst dua edebilen ve söylediğinin manasını bilen biri var mı?” diye sorar. Koca sınıfta sadece Türkan’ın parmağı havaya kalkar. 

“Sen mi dua bildiğini iddia ediyorsun Türkan?” der öğretmen. Herhalde annesi yabancı olan bir öğrenciden böyle bir beklentisi yoktur. 

“Evet efendim.” 

“Hangi duaları biliyorsun?” 

“Hepsini…” Ne olur ne olmaz korkusuyla, “çoğunu, ” diye hemen düzeltir. 

“Amentü’yü oku.” 

Okur. Türkan’a birkaç dua daha okutur. Anlamlarını söyletir. Ondan başka hiç kimsenin baştan sona bir duayı düzgün şekilde okuyamadığını görünce pek şaşırır. 

Türkan’ın telaffuzu iyidir. O ve kardeşleri, anneleri ile çok dalga geçerler. Anneleri dünyaya Katolik olarak gelmiştir. Sonradan Müslüman olmuştur. Kur’an-ı hatmetmiştir. Ama sureleri İsviçre aksanıyla okur. Çocukluklarında onlara verilen dini eğitimin bir sonucu muydu, her işe besmeleyle başlayan babaannesinin etkisi miydi bilinmez ama bir bilim insanı olmasına rağmen, hayatı boyunca dudaklarından dua eksilmez. 

Lise üçe geçtiği yıl, “saadet zinciri” gibi oynanan, okudukça birbirlerine geçirdikleri bir “kitap” oyunu Türkan’a birçok mektup arkadaşı getirir. 

Türkan ve arkadaşı Gökşin izcilerdir. Bu okul yıllarında hayatlarının en heyecan verici olayıdır. İzci kıyafetine bürünüp törenlere katılmak, şenlikti, keyifti. Yaşamlarının en renkli, coşkulu olayıdır. Yağmur altında veya rüzgârda kaldıkları için zaman zaman hasta olsalar bile, hayatlarının en vazgeçilmezleriydi. 

Ortaokul ve lise yılları rüzgâr gibi geçer. Üniversite yılları başlar. Gökşin Ankara’ya Dil Tarihi’ne gider. Türkan ondan ayrı düşer. Aralarında mektuplaşma başlar. Türkan, üniversiteler için, “hayat okulları” benzetmesini isabetli bulur. 

Türkan ortaöğreniminin ve evinin dört duvarından ilk kez kurtulur. Masum bakışmaları heyecan verici, çaylı toplantıları nefes kesici bulur. Kanatlarını ilk kez çırpar. Özgürlüğünü ilk kez tadar. Çünkü büyüyor, serpiliyor, şahsiyetini geliştiriyordu. 

Türkan Tıp Fakültesinde okurken, herhangi bir doktor gibi davranamayacağını hisseder. Mesleğini her şeyin üstünde tutar. Ancak kendisi gibi mesleğine vurgun bir doktor bulursa evleneceğini söyler. Çünkü kendisini öyle birisinin anlayacağını düşünür. 

Türkan, mezun olduktan sonra Şişli’de muayenehane açar. Ancak üç beş ay sonra kirasını ödeyemediği için kapatır. Türkan, muayenehanede cüzamlıları muayene eder. Cüzam hastalığı fakirlerin yakalandığı bir hastalıktır. Türkan, her gelen yoksula bedava bakmaya başlar. Türkan en büyük mutluluğu birilerine yardım ederken duyar. 

Türkan 5 Şubat 1957’de arkadaşı Gökşin’e gönderdiği mektupta şunlar yazmaktadır: 

“… 

Hocalar arasında, meslekte çok iyi örneklerimiz var. Çok kötüleri de var. Hastalara bağıran doktorları döğesim geliyor. Herkes bir numara, bir rol tutturmuş gidiyor. Kızlar doktorların, hocaların peşinde. Kırıtmalar, sırıtmalar gırla. Doktorlar da teşne. Bana ise en sulu adamlar bile tek bir defa takılmadılar. Bununla övünüyorum. 

…” 

Türkan’ın yolu daha ortaokul sıralarındayken çizilir. Babaannesi dindardır. Annesi, gezmeye eğlenmeye sık gitmeyen, yakın dostları sayılı, hayatında hep çocuklarının öncelik aldığı, iyilik yapmaya düşkün bir insandır. Babası muhafazakâr, disiplinli birisidir. Böyle insanların elinde şekillenen bir çocuk kendine nasıl bir yol çizer, ilerisi için? Bu çocuğun kafasına dürüst, merhametli, iyi bir insan olması, insanlara hizmetten kaçınmaması gerektiği kazınmaz mı? Yol çizgisi, Türkan’ı doktor olmaya eninde sonunda götürecektir. Gökşin’in hakkı vardır. Bir doktorun eşi de bir başka doktor olmalıdır. Türkan’ın bilinçaltında hep bu yatar. Lisede okurken kendi masalını kendisi yazar. Kendisini o masala uydurur. 

Türkan evlenir. Eşi Atilla Tıp Fakültesini bitirince bir fabrikada hekimliğe başlar. Çünkü üniversitede önünün açılması için nerdeyse şart olan kayırıcı bir vasisi yoktur ve lisan bilmez. Türkan vereme yakalanır. İki çocuğu olur. Bu nedenle eğitimine ara verir. İyileştikten sonra eşinin tüm sözlerine rağmen mücadele eder ve eğitimini tamamlar. İki dişçi arkadaşıyla Çağlayan’da muayenehane açar. Pratisyen hekim olarak iyi kötü bir tecrübe edinir. Ama endişeler içindedir. Bilgilerinin yeterli olduğundan emin değildir. Özgüven kazanmak için, ihtisas yapmanın şart olduğuna karar verir. 

Türkan’ın arkadaşı Gökşin’e gönderdiği mektupta şunlar yazar: 

“Gökşin’ciğim, iki gündür Berlin Üniversitesi’nden bir Ord. Prof. Jinekoloji konferansları veriyor hastanede. Anlattığı mevzular için, “enteresan ve yeni şeyler, ” diyor. Oysa bizim kıymetli doçentlerimiz büyük bir tevazu içinde, geçen dönemlerde bize bunların dersini vermiş ve gerektikçe de başarılı ameliyatlar yapmışlardı. Yani, ilim bakımından hiç de gerisinde değiliz Batı’nın. Sadece teşkilatımız kısır, o da zamanla düzelir inşallah.” 

Türkan, en değerli doktorların, en yetenekli mimarların, en bilgili mühendislerin en yaratıcı sanatçıların kendi topraklarımızdan çıktığına inanır. Üstelik hiçbir din ve ırk ayrımı yapmadan. 

Türkan, 1958 yılında Fakültede okurken ihtisas için, yirmi beş kişilik bir grupla Bakırköy Akıl Hastanesi’ne götürülür. Rehber hazır hastaneye gelmişlerken, cüzamlıları da görmelerini ister. Bahçenin ucuna doğru yürümeye başlarlar. Rehber doktor, onlar yürürken bir yandan da onlara cüzamlılar hakkında çeşitli bilgiler verir. Örneğin, Akıl Hastanesi’nde elliye yakın numaralandırılmış ahşap bina vardır. Bunlardan bir tanesi cüzamlılara verilmiştir. Bu bina dikenli tellerle ayrılmıştır. Burada yaşayanlar, yalnızlığa terk edilmiş insanlardır. Akıl hastalarının artıklarıyla karınlarını doyururlar. Kendi aralarında yaşarlar. Diğer hastaların yanına gidemezler. Hastalıkları, hastaneye başvurduklarında fiziksel görünümlerine uzaktan bakılarak teşhis edilir. Hemen tecride alınırlar. Yirmi sekiz numaralı pavyona gönderilirler. Başvuranlar burayı adeta bir sığınma evi olarak kabul eder. Memleketlerine geri dönmek istemezler. Çünkü köylerde kasabalarda adı cüzamlıya çıkandan herkes kaçar. Cüzamlı kızlar kocaya varamaz. Erkeklerine kimse ne kız ne de iş verir. Askere alınmazlar. İnsan arasına karışamazlar. Sokakta oynayan çocuklar cüzamlıları taşlarlar. Büyükler onları görünce yol değiştirirler. 

Türkan, cüzamlıların halini görünce cüzam hakkında geniş bilgi edinmeye karar verir. Üniversite kütüphanesinden cüzamla ilgili kitapları bulur. Okumaya başlar. Kitaplarda hastalığın tanısı yapılır. Evreleri anlatılır. Nelerden bulaşacağı yazar. Ama tedavinin güncelleştirilmiş reçeteleri verilmez. Rahmetli Etem Utku Hoca’nın son kitaplarından birinin peşine düşer. Etem Utku Hoca, hayatını cüzamlılara adamış bir Türk hekimidir. 

Etem Utku Hoca cüzamla ilgili pek çok kitap yazar. Van’da cüzam mücadelesi verirken genç yaşta geçirdiği bir trafik kazasında vefat eder. Bu ülkenin cüzamlılarını, hastalığın nedenlerini ve tedavi yöntemlerini ondan iyi kim bilir? Türkan üşenmez. Hoca’nın ailesinin adresini öğrenir. Hoca’nın eşini arar. Maksadını anlatır ve nihayet aradığı kitaba erişir. 

Kitabı okur. Cüzam hastalığının tedavisinin mümkün olduğunu öğrenir. 

Türkan üniversitedeyken, filoloji derslerine Prof. Sadi Irmak gelir. Felsefi konulara da girerek, fikir pencerelerini aralar. Dünya görüşlerini etkiler. Bir gün, elinde tebeşir, kara tahtaya bir doktorda olması gereken ilkeleri sıralar. En başa, “Primum Nil Nocere, ” yazar. Yani, “Önce Zarar Verme!”. Türkan çok etkilenir. Üzerinde uzun uzun düşünür. Türkan’ın doktorluk ilkesi, yaşamı boyunca bu cümle olur, denilebilir. İnsanlara, öncelikle zarar vermemeyi ilke edinen bir doktor, cüzam hastalarına yapılan muameleye göz yumabilir mi? 

Türkan okula bitirip dalını seçer. Sonra merkezi sistemle girdikleri sınavın sonunda, SSK’nın Nişantaşı Hastanesi’nde, zamanın ünlü doktorlarından Dr. Ali Atal’ın yanında ihtisas yapmaya başlar. O yıllarda Amerikan Hastanesi’nin civarındaki apartmanların bazıları SSK tarafından hastane olarak kiralanmıştır. Kiminde ameliyat yapılıyordur, kiminde poliklinik vardır. Yollarda pelerinli doktorlar, hemşireler oradan oraya koşuşurlar. 

Türkan için yorucu olsa da gece nöbetleri çok öğreticidir. Türkan çoğu kez nöbetlerde tek başına olur. Aralarında “icapçı” denen şef, genellikle evinde geceler. Ancak altından kalkamayacakları bir durum olursa, çağrıldığında gelir. Hiçbiri şefi çağırmak istemez. Bu, adeta beceriksizliklerinin kanıtı olur. Cerrahi nöbetleri daha da yorucu olur. Hastaların kimi bayılır. Kimi altına kaçırır. Kimi korku, kimi de ağrı nöbetlerine tutulur. Türkan, bir hademe ve bir hemşireyle birlikte, yataktan yatağa koşar. Herkese yetişmeye çalışırlar. Türkan çok yorulur. Ama bütün bu koşuşturmalar, cerrahi ve dâhiliye nöbetleri, ona inanılmaz deneyimler kazandırır. 

İşçi Sigortaları Hastanesi’nde önce hariciye sonra da dâhiliye servislerindeki üç yıllık ihtisasını tamamlar. Uzmanlık sınavlarına girer. Sınavda başarılı olunca, uzman olarak bir başka hastaneye tayin olması gerekir. Tayini Bursa’ya çıkar. Çocuklarından ayrılmamak için Ankara’ya kadar gider. Tayininin İstanbul’a çıkması için dilekçe verir. Ama hiçbir işe yaramaz. 

İstanbul’dan ayrılmadan önce, Osman Yemni Hocası’na uğrayıp bir dilekçe bırakmayı ihmal etmez. Olur ya, belki cildiyede bir yer boşalır. Böylece Türkan da İstanbul’a dönerdi. 

1967 yılında Bursa’da, çalıştığı hastanede ondan başka cildiyeci yoktur. Hastaneye bir cildiyeci atandığını duyan gelir. Türkan hiç gocunmadan her bir hastasını soyar, derilerini inceler. Hepsini aynı ciddiyetle muayene eder. Aynı odada çalıştığı doktorlar, ilk hastaya baktığı enerjiyle nasıl son hastaya bakabildiğine şaşıp kalırlar. Öyledir, çünkü Türkan işini çok sever. 

Bursa’da işbaşı yapmasının üzerinden ancak yirmi gün geçmiştir. Türkan’ı İstanbul’dan çağırırlar. Meğer Osman Yemni Hoca, kendi bölümünde başasistanlığa Türkan’ı önerir! Hemen İstanbul’a gider. Dermatoloji Bölümü’ndeki diğer hocalarla teker teker görüşür. Hocaların hepsini tüm işlerin üstesinden geleceğine ikna eder. Sonuçta başasistan kadrosuna kabul edilir. 

Türkan’ın önünde uzun ve aydınlık bir yol açılır. 

Uzun ve aydınlık yolunda ilk adımı, yüz yataklı bir klinikte atar. Burası emekliye ayrılmak üzere olduğundan kendini kızağa çekmiş, her işini hademelere yaptıran bir hemşirenin eline bırakılmış bir yerdir. Koğuşlar tıklım tıkış doludur. O kadar çok hasta gelir ki, gün olur yataklarda ikişer üçer yatarlar. 

İşe başlayacağı gün, Osman Yemni Hoca onu karşısına alır. Ona hastanenin başasistanı olduğunu, yalnız başasistan değil, aynı zamanda oranın hademesi ve hemşiresi olduğunu söyler. 

Madem klinik o günden itibaren Türkan’ın evidir, o halde hastalar da onun çocuklarıdır. Yatakları tek tek dolaşacaktır. Her bir hastanın derdini, şikâyetini dinleyecektir. Onları rahat ettirmek, mutlu etmek için elinden geleni yapacaktır. 

Klinikteki işlerini yoluna koyar koymaz, cüzam pavyonunu ziyaret eder. 1958’den bu yana, hiçbir şeyin değişmediğini görür. Cüzamla ilgili kitaplar okumaya, hastalık hakkında güncel bilgi ve tutumları öğrenmeye başlar. Daha sonra cüzam dersi vermeyi üstlenir. Her öğrenci grubunu cüzamlıların pavyonuna bizzat götürür. Yeni yetişmekte olan hekimlerin, bilim dışı önyargılardan kurtulmaları için elinden geleni yapar. Öğrencileriyle birlikte hastalarla konuşur, hal hatır sorar, şikâyetlerini dinler. Öğrencilerine, hastalara hiç çekinmeden dokunmalarını tavsiye eder. Çünkü dokunmadan tedavi olmaz! Hasta doktorunun elini üzerinde, ilgisini yüreğinde hissetmelidir. Türkan’ın ve öğrencilerinin yakın alakası sayesinde, cüzam hastaları, kaçınılması gereken mahlûklar değil, insan olduklarını hatırlamaya başlarlar. 

Türkan, Dermatoloji’nin koridorlarında, Osman Yemni Hoca’nın sultanı olarak koşuştururken bölümde çalışan hemşire ayrılır. Yeni bir hemşire alınması şart olur. Başvurular arasında seçilenlere sınavı Türkan yapar. İlk gelen, Florence Nightingale Hemşire Okulu’ndan mezun olan, iş tecrübesi olmayan, Sultan adında gencecik bir kızdır. Türkan, Sultan’ı karşısına oturtur. Heyecanı geçsin diye biraz havadan sudan konuşur. Sonra sorularını sorar. Sultan, hemşirelikle ilgili soruları çok doğru yanıtlar. Türkan sonunda ona şöyle bir soru yöneltir: 

“Sultan, ben sana bir telefon numarası versem ve desem ki, bu numarayı ara ve sonra bana bağla. Sen başlasan aramaya ama numara hep meşgul çıksa. Arıyorsun, arıyorsun, meşgul çalıyor. Ne yaparsın?” 

“Bulana kadar uğraşırım hocam, ” der. “Nasılsa bir ara kapatacak telefonu. Vazgeçmeden ararım.” 

“Aferin, ” der Türkan, “sabrını ölçmek istemiştim. Bizim mesleklerde çok önemlidir, sabır.” 

Sultan Hemşire ile sekiz yıl birlikte çalışırlar. Türkan, hastalardan basil almayı ilk ona öğretir. Basil alır, boyar, değerlendirirler. Sonra onu Halk Sağlığı Yüksek Lisansı’na yönlendirir. Halk Sağlığı Yüksek Lisansı yapar. Yıllarca Türkan’ın başhemşiresi olur. 

Osman Hoca, kliniğin hemşiresi, hademesi, doktoru ve dert dinleyen Makro Paşa’sı olarak Türkan’ın kendisini kanıtladığına emin olur. Bir gün Türkan’ı yanına çağırır. Masasının üzerinde duran bir takım kâğıtları gösterir. 

“Türkan, ” der, “bak burada benim bölümüme yollanmış burs başvuruları var. Pek çok hoca, bu kâğıtları genç doktorlar görmesin de akılları çelinmesin diye ya atar ya da dosyalara saklar. Ben böyle yapmam, yetiştirdiğim doktorların en yüksek seviyeye gelmelerini isterim. Yürekli ve çalışkan bir doktorsun ama daha iyi yerlere gelmek, doçent olmak istiyorsan mutlaka yurtdışında bir süre çalışmalısın. Bu belgeleri oku ve kendine bir burs bul, sultanım.” 

O gece evinde, kendine uygun bir burs bulabilmek için hepsini güzelce inceler. İstediğini bulur. Ama bursu hak edebilmesi için dil sınavına girmesi gerekir. 

Sınava girer ve kazanır. 

Çocukları yanında götürmek, başka bir kültürle tanıştırmak, İngilizce öğrenmelerini sağlamak iyi olurdu. Ama bunu yapacak para Türkan’da yoktur. Kısa sürede dayalı döşeli evine peşin para ödeyebilen bir kiracı bulur. Çocuklarının nafakası da böylece çıkar. Kira parasını cebine koyar. En yakın arkadaşı Özden ve çocuklarla birlikte Londra’ya gider. Özden’e dil kursu, çocuklara okul bakar. 

İngiltere’de devlet okulları parasızdır. Ayrıca onlar Londra’ya gitmeden birkaç yıl önce, normal eğitim veren okulların yanı sıra özel eğitim veren bir sistemi geliştirirler. Her çocuk alacağı dersi kendi seçer ve ne isterse onu okur. O okulda, Çağlayan’ı orta bire, Çınar’ı beşinci sınıfa kaydettirir. Dünyanın dermatoloji konusunda en önemli referans merkezi olan, Picaddly Circus’daki hastanede çalışmaya başlar. 

Bir iki ayın sonunda; çocukların İngilizceleri ilerledikçe her şey rayına oturur. Çağlayan da intibak eder ve yılsonunda başarılı ve sevilen bir öğrenci olarak okulundan ayrılır. 

Londra’da geçirdikleri bir yıl Türkan’a ve çocuklarına çok iyi gelir. Hayatlarına pek çok dost girer. Hintli, Çinli, Afrikalı pek çok doktorla tanışır. Onlarla bilgi alış verişi yapar. Böylece cüzamın sadece kendi ülkemizdeki değil, dünya üzerindeki seyrini de öğrenir. İngiltere serüveninin en büyük kazancı, Dr. Jopling’i tanıması olur. Bu doktor, Rodezya’da cüzamlı hastaların tedavisinde başarılı olur. Sonra memleketine döner. İngiliz hastalar için bir hastane kurar. On sekiz yıl içinde tüm hastalarını sağlıklarına kavuşturup hastaneyi kapatır. Türkan’ın onu tanıdığı yıllarda, Tropikal Hastalıklar Hastanesi’nde çalışıyordur. Cüzzam konusunda eğitim veriyordur. Türkan, hasta–hekim ilişkisinin en sıcak yaklaşımını, takipçiliği, sevecenliği, yeni bir şey öğrenmenin ve öğretmenin doyumsuz keyfini onda görür. Türkan onda gördüklerini hayatında hep tatbik eder. 

Yine İngiltere’de öğrenip burada uyguladığı bir başka şey de, gönüllü çalışmalar yaparak cüzam hastaları için kaynak yaratmaktır. 

Örgütlü ve gönüllü çalışmayı, ayrıntılara dikkat etmeyi, bildiri hazırlamanın inceliklerini de hep İngiltere’de bulunduğu o bir yıl içinde öğrenir. 

İstanbul’a dönünce, oğulları Çağlayan’la Çınar’ı Büyükçekmece Lisesi’ne yatılı verir. Bir okul yılı kaybederler. Ama İngilizceyi ve değişik bir ülkede hayatla başa çıkmayı öğrenirler. 

Türkan o günlerde, bütün gücüyle İngiltere’de öğrendiklerini değerlendirerek doçentlik tezini yazar. Tezi bugün “dermatoloji” diye adlandırılan, dokuların mikroskobik muayenesi ile ilgili bir çalışmadır. Bir yıl sonra doçent olur. 

Doçentlikte mutlaka bir kadro sorunu yaşanır. Bunu bildiği için, İstanbul’da boşuna zaman kaybetmek istemez. Yeni kurulan Bursa Tıp Fakültesi’ndeki kadroya geçmeyi ve orada bir dermatoloji kürsüsü kurmayı düşünür. 

Eskiden Cumartesi günleri öğlene kadar çalışılırdı. Bir cumartesi sabahı, hastane bahçesine girmek üzeredir ki, kapıda Osman Yemni Hoca’nın arabasına rastlar. Hoca onu görünce camı indirip elini sallayarak yanına çağırır. Türkan arabaya gider. Hoca hemen Fakülte kuruluna gideceğini, bir doçentlik kadrosu olduğunu, bu kadroyu ona almaya çalışacağını söyler. 

Öğlene doğru Hoca yine Türkan’ı kapıya, arabasına çağırır. Yine arabanın camını indirir. Başını pencereden uzatır: 

“Onlara dedim ki, biz acele etmezsek, Türkan’ı Bursa kapacak. Kadronu aldım, burada kalıyorsun. Bir daha ağzından Bursa lafı duymayacağım, tamam mı?” der. 

Doçent kadrosuna geçtiği yıl, Çınar’ı babasının arzusu üzerine yatılı olarak Kabataş Lisesi’ne verir. Çağlayan disipline gelemeyen, özgür ruhlu fakat çok yetenekli bir çocuktur. Çağlayan’ı da Maçka Meslek Lisesi’ne yazdırır. Çocuğun eski okulunda kalma isteğine karşı gelerek! 

Çağlayan, annesine boşuna ümitlenmemelerini, giriş sınavında bütün soruları yanlış işaretlediği için okulun onu kabul etmeyeceğini söyler. Çağlayan’ın açıkgözlülüğü sökmez. Babası bir torpil ayarlamış olacak ki, okula kabul edilir. 

İstanbul’da tam bir kargaşa yaşanır. Çağlayan’ın anlattığına göre, öğrenciler şehrin merkezindeki okuldan çıkıp durmadan yürüyüşe katılırlar, mecburen. Çocuklar, neden yürüdüklerini bilmeden bir siyasi duruşu ya desteklemek ya da protesto etmek için koyun gibi yollarda yürürler. 

Çınar, ortaokulda hiç zorlanmadan okurken birdenbire kendini çok disiplinli, çok kalabalık bir okulda bulur. İlk yıl çok fena bocalar. Yıl ortasına kırık dolu, son derece kötü bir karne getirir. Babası ceza olarak karnenin arka yüzündeki Onuncu Yıl Marşı’nı ezberletir. 

Türkan o günlerde dört ay için Fransızcasını ilerletmeye yurtdışına gidecektir. Profesör olabilmesi için ikinci bir yabancı dil gerekmektedir. Annesinden öğrendiği Fransızcası iyi derecede değildir. Ama bir kursa yazılırsa, sınavı geçebilecek hale gelebilir. 

Sigorta Hastanesi’nde ihtisasını yaparken, Hocası Ali Atal, Türkan’ı İstanbul’u ziyaret eden meslektaşları Dr. Grupper ve eşiyle tanıştırır. Onları gezdirme görevini Türkan’a verir. Grupperler de karşılığında Türkan’ı Paris’teki evlerine davet ederler. Bunca zaman onları ziyaret nasip olmaz. Fransızca dil kursunu ayarlar. Onlardan, bir ev bulabilmek için yardım talep edince, Türkan’ı evlerinin yanında, misafirlerini konuk ettikleri stüdyoda kalmaya davet ederler. Hazır Paris’e gitmişken, bir taşla iki kuş vuracaktır. Fransızcasını ilerletirken, bir yandan da St. Louis Hastanesi’nde ‘immunofloresans yöntemini öğrenecektir. Üniversiteden izin alır. Çocukların okulu başlar başlamaz, hazırlıklarını tamamlayıp yola çıkar. 

Türkan ilk kez 1969’da mavi yolculuğa çıkar. Çıkış o çıkış. On yılı aşkın koca bir zaman diliminde, mavi yolculuksuz yaz geçirmez. Cevat Şakir’in önderliğinde, Ege’de salaş bir tekne ile koy koy gezilir. Bu geziler sadece denize girme, güneşlenme ve Ege sularında dolaşma gezileri değildir. Eskiyi yeniden keşfetme, arkeoloji ve sanat tarihinden nasiplenme, aydınlanma ve bilgilenme gezileridir. Yolcular ve güzergâh kesinleşince, Azra Hanım işbölümü yapar. Herkes yol üzerindeki bir yöreyi araştırır, çalışır, diğerlerine anlatabilecek kadar öğrenir. Gruplarında yazar, şair, mimar, sanatçı dostların yanı sıra, daha önce Sabahattin Eyüboğlu ve Balıkçı ile yolculuk yapmış eskiler de bulunur. Yeniler, onların sanat, tarih üzerine tartışmalarını dinler, bilgilenirler. 

Türkan mavi yolculukta grupta bulunan, heykeltıraş olan Cevdet ile tanışır ve evlenir. Oğlu Çağlayan, Cevdet Bey’le çok iyi anlaşır. Çağlayan Meslek Lisesi’nin ikinci yılını okurken, Çağlayan hastalanır. Dönem ödevini yapamayacak kadar hastadır. Okulu bırakmayı düşünür. Çağlayan, okulun boya bölümüne gider. Cevdet, ona ödevinin ne olduğunu sorar. Cevdet hemen dışarı çıkar. Eve birtakım malzemelerle döner. Çağlayan’a adeta uygulamalı ders vererek, ona alçıdan kalıp çıkarmayı, kalıbı boyamayı göstermeye başlar. Çağlayan kendi deyimiyle, hayatında ilk defa onun yaptığı işle ilgilenen, onun dilinden anlayan, ona yardımcı olan birini bulur. Cevdet’in sayesinde ayrılmaya karar verdiği okulunda kalır. Hatta resme başlar ve resim dalında çok da başarılı olur. Bu sırada Türkan, ders veren, koğuş dolaşan, hasta bakan, toplantılara seminerlere katılan bir hekimdir. Bir taraftan da Cüzamla Savaş Derneği’nin kurulmasıyla uğraşır. 

Türkan ile Cevdet sorunlar yaşamaya başlarlar. İşte tam o günlerin birinde, İngiltere’deki Tropikal Hastalıklar Hastanesi’nden bir mektup gelir. Zarfın üzerinde, Dr. Jopling’in adını görünce heyecanla zarfı açar. Dr. Jopling onu dört ay sürecek bir cüzam çalışmasına Londra’ya davet eder. Belki de bu gelen mektup onun kurtarıcısı olacaktır. Cevdet’e bu fırsatı kaçırmak istemediğini açık kalplilikle anlatmalıdır. İsterse Cevdet’le birlikte gidebilirlerdi. Belki heykel çalışmaları için ona uygun bir atölye bulurlardı. Dil bilmemesinin hiç önemi yoktur. Nasılsa sanatın dili evrenseldir. Ama Cevdet onunla gitmek istemez. 

Yetmişlerin son yıllarında Türkan profesörlüğünü verir. İstanbul Tıp Fakültesi Dekanı Güngör Ertem’in öncülüğünde Lepra Araştırma Uygulama Merkezi’ni kurar ve bu kurumun müdürü olur. İngiltere dermatologların kulübü olan Dowling Club’ın onur üyeliğine seçilir. Aynı yıl içinde Çağlayan’la Çınar yüksek öğrenime başlar. 

Her ikisi de lise yıllarında parlak öğrenciler değillerdir. Çınar ağlayıp sızlanarak yatılı okuduğu Kabataş Lisesi’ni bitirir. Üniversite sınavlarında Tıp Fakültesini kazanır. Başarılı olması için ona ne hoca tutulur, ne de kursa gider. Fakat okuduğu lise o kadar kuvvetlidir ki, Türkan, orada edindiği bilgilerin sınavı kazanması için yeterli olacağına inanır. Çağlayan’ın işi daha zordur. Okulu hiç sevmeyen bir çocuktur. Sık sık okuldan kaçar. Ödev yapmaz. Hocalarla başı hep belaya girer. Ona kalsa liseyi dahi bitiremeyecektir. Ama Cevdet’in son yılındaki yardımları sayesinde, hiç sevmeyerek okuduğu meslek lisesini bitirir. Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nun sınavlarına girmeye hazırlanır. Kazanacağına dair ümidi yoktur. Bu yüzden morali de biraz bozuktur. Türkan’ın Akademi’de tanıdığı hocalar vardır. Ama Türkan onlardan oğlu için yardım istemez. 

Türkan yaşamında, hayatı boyunca ne kimseye ödün verir ne de torpil kabul eder. Üniversitede okuduğu yıllarda, sınav sorularının para karşılığı satıldığına dair söylenti çıkar. Babası, isterse ona para verebileceğini söyler. Türkan hırsından deliye döner. Asistanlık döneminde ise onu en tiksindiren davranış, bazı arkadaşlarının bazı hocaların kanatları altında hak etmedikleri yükselişleridir. Sigorta Hastanesi’nde çalışırken de, sendika temsilcilerinin ondan birileri için sahte rapor istemelerine sinir olur. 

Arkadaşı Gökşin arar. Gökşin, Çağlayan’ın adını bir kâğıda yazar. Resim bölümündeki hocalardan birine verir. Daha sonra durumu Türkan’a söyler. Türkan: 

“Ne yaptın Gökşin!” der. “Şimdi o hoca benim oğlum için torpil istediğimi zannedecek!” der. 

“Sen deli misin Türkan, ben torpil isteyebilir miyim hiç! Sadece hakkı yenmesin diye ricada bulundum. Çünkü bilirsin, binlerce öğrencinin dosyası gelir, torpillilerinki ilk önce değerlendirmeye alınır, bazılarınınki tamamen gözden kaçar. Ben sadece Çağlayan’ın verdiği kâğıdın dikkatle değerlendirmeye alınmasını rica ettim, o kadar. Hoca da bizim gibi doğru dürüst, iyi ahlaklı bir insan. Üstelik senin soyadınla oğlunun soyadı aynı değil ki, kim nereden bilecek onun senin oğlun olduğunu?” 

Çağlayan’a bundan bahsedilmez. Çağlayan sınava girer. Sınav sonuçları açıklanır. Çağlayan başarı sıralamasında ikinci olur. 

Çağlayan, ilk, orta, lise yıllarını ite kaka okur. Ailesi onun hırçınlığından, uyumsuzluğundan sürekli şikâyet alır. Güzel Sanatlar sınavı için hiç özel ders almaz. Torpil görmez. Bunlara rağmen ikinci olur. 

Türkan çok sevinir. Sevinci bir an sonra yerini derin bir üzüntüye bırakır. Oğlundaki yaratıcı cevheri, kendi işinin peşinden koştuğundan göremez. Çağlayan’ın sert tutumlu, çocuklarını azarlayan bir babası vardır. Çağlayan’a anlayışla yaklaşılsaydı, dinlenilseydi, on iki okuma yılı ona zehir edilmezdi. Çağlayan’ın annesi ve babası onun yeteneklerini göremezler. Onu yanlış yönlendirirler. Çağlayan’a başka türlü yaklaşılabilirlerdi. Onun yeteneklerini bulup çıkaran sistemler olabilirdi. O zaman Çağlayan yıllardır yıldız gibi parlayabilirdi. 

Türkan, Tropikal Hastalıklar Hastanesi’nde çok şey öğrenir. Katıldığı kongrelerde dünya çapında uzmanlarla tanışır. Onlardan bilgiler edinir. Böylece kendine güveni artar. Türkiye’de de bir an önce yasal sorumlulukların alınması gerektiğine inanır. Ancak toplumda farkındalık yaratarak cüzamlılar için bir şeyler yapılabilir. 

Halkın okuduğu günlük gazetelere, Bakırköy’deki cüzamlı hastalarla ilgili makaleler yazmaya başlar. Bununla da yetinmez. Konuyu televizyona da taşır. Uğur Dündar’la otuz beş dakikalık bir televizyon filmi yapar. Bu film cüzamlıları anlatır. İşte o zaman yer yerinden oynar. Hemen, haddini aşmakla suçlanır. Türkiye’de cüzam var gibisinden bir yalanı söylemekle ve turizmi baltalamakla suçlanır. 

Türkan’ın bu suçlamalardan sıyrılmasını sağlayan bir olay olur. İran Şahı’nın eşi Farah Diba Türkiye’yi ziyarete gelir. Cüzamlıların filminin gösterilmesi o zamana rastlar. Film akşam haberlerinin sonrasında gösterime girecektir. Haberlerde ise ağırlık Farah Diba’dadır. Kraliçeyle ilgili özel söyleşi yayınlanır. Söyleşiyi yapan kişi, Kraliçe’ye boş zamanlarında ne yaptığını sorar. Farah Diba, boş zamanlarını cüzam hastalarıyla ilgilenerek geçirdiğini söyler. 

Farah Diba’yı dinleyenler bir saat sonra cüzamlıların filmini izler. Halkta aniden bir ilgi uyanır. İnsanlar birkaç gün boyunca, Sağlık Bakanlığı’nı telefon bombardımana tutar. Hepsi de cüzamdan korunma yollarını öğrenmek ister. Türkan, bakanlığa bu konuda halka bilgi verilmesi için defalarca başvurur. Ama turizm engellenir korkusuyla savuşturulur. 

Cüzamı saklayan tek ülke Türkiye değildir. Pek çok ülke, cüzam konusunda aynı endişelerle gerçekleri saklamayı tercih eder. Cüzama yakalananlar sadece bedensel acı çekmezler. Dışlanırlar. En doğal haklarından edilirler. Özel odalarda, özel mekânlarda tecrit edilirler. İnsanlık dışı davranışlara maruz kalırlar. Türkan da bu duruma hiç olmazsa kendi ülkesinde bir sınırlama getirmek ister. Ancak Sağlık Bakanlığı ile karşı karşıya gelir. 

Türkan çizgisinden ödün vermez. Onlara Hindistan’da, Güney Amerika’da, Afrika’da kısacası dünyanın pek çok yerinde cüzam olduğunu söyler. Bu gerçek o ülkeler tarafından kabul edilir. Ama hiçbirinin turizminin engellenmediğini söyler. Gerçek açıkça kabul edilmezse, cüzamla mücadelede başarılı olunmaz. Cüzamın sonu getirilebilirdi. Bunun için kurulmakta olan Lepra Derneği, Üniversite ve Bakanlık el ele vermelidir. 

1976 yılında Cüzamla Savaş Derneği kurulur. Unkapanı’nda Veremle Savaş Derneği’ne ait bir dispanseri bulunur. Bu dispanser, Cüzamla Savaş Dispanseri’ne dönüştürülür. O günlerde sokakta dilenen cüzamlılar vardır. Zabıtalar bunları toplar. Dilenciler kampına götürür. Sonra da il dışına bırakır. Ama hepsi hemen geri döner. Dispansere onları tek tek toplar. Kayıt altına alır. Tedavilerini yapar. İlerlemiş vakaları hastaneye yatırır. 

Dispanserdeki çalışmalar sürer. Bu sırada İstanbul Tıp Fakültesi Dekanı Güngör Ertem, Türkan’a Fakültede, bir de Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi kurmayı önerir. Türkan kabul eder. 1977 yılından itibaren, dernek, dispanser ve merkez olarak, lepra çalışmalarında birkaç koldan ilerlemeye başlar. Türkan’ın bir ilgi alanı daha vardır. Öğrencilik yıllarından beri laboratuar çalışmasını çok sever. 

Bir mikroskobun başına oturunca saatlerce yerinden kalkamaz. Londra’daki stajı sırasında histopatoloji öğrenir. Osman ve Nevzat hocaları da, histopatolojiyi vaktiyle aynı hastanede öğrenirler. Çapa’da uygulamaya koyarlar. Nevzat Hoca’dan sonra bu konu ihmal edilmeye başlanır. Türkan, Prof. Melih Tahsinoğlu ile birlikte yeniden çalışmaya başlar. Böylece laboratuarda çok vakit geçirmeye başlar. Bazı geceler geç vakitlere kadar misroskop başında oturur. Notlar çıkarır. Çalışır. 

Aynı yıl Elazığ’daki cüzam hastanesiyle de ilgilenmeye başlar. Oranın da hali haraptır. Düzeltilmesi gerekir. Bir dönem, hemen her ayın bir hafta sonunu Elazığ’da geçirir. Ankara’da da, Ankara Tıp Fakültesi’ne bağlı bir cüzzam merkezi vardır. Ankara merkezi daha çok istatistikler üzerine çalışır. İstanbullular ise, bütün ülkede ve ayrıca yurtdışıyla da ilişkili, uluslararası bir çalışma yapmak ister. 

Bir gün zamanın Sağlık Bakanı’nın Bakırköy Hastanesi’ni ziyaret edeceğini duyar. Soluğu, Başhekim Yıldırım Aktuna’nın yanında alır. Acaba Sayın Aktuna, Bakan’ı Lepra Pavyonları’nı da gezmeye ikna edebilir miydi? Aktuna’nın yüz ifadesini görür. Ümitlenmenin boşa olacağını anlar. Kös kös servisine döner! 

Bakanın ziyaretinin ardından birkaç gün geçer. Sağlık Bakanlığı’ndan Türkan’ı ararlar. O dönemin İsviçre Büyükelçisi, bir karşılaşmalarında Bakan’a, Türkan’dan bahseder. Bir kuruluşlarının Türkan Saylan’a destek verdiğini söyler. Bakan’a onunla tanışıp tanışmadığını sorar. 

Türkan, Cüzamla Savaş Derneğini kurup çalışmaya başladığında, Dünya Sağlık Örgütü’nden tedavi ve ilaç masraflarını karşılayabilmek için yardım alırlar. Fakat bu hastalığın diğer hastalıklara benzemeyen yönü vardır. Hastalar toplumun dışına itilirler. Tedavi olan cüzamlıları topluma katabilmek için bir sosyal projeye ihtiyaç vardır. İsviçre’de bir kuruluş vardır. Dünya Yoksullarla Mücadele Derneği gibi çalışır. Emmaüs adlı bu kuruluşla temasa geçilir. Cüzam hastaları, bu çok saygın kuruluşun çalışma ve destek alanına girer. Onlardan yardım almayı başarırlar. Emmaüs sosyal projeler konusunda Türkan’a ve Derneğe çok yardımcı olur. 

Sağlık Bakan’ı, bu bilgileri İsviçre Büyükelçisi’nden duyar. Görüşmek için Türkan’ı çağırtır. Türkan hemen Ankara’ya gider. Eli boş dönmez. Bakırköy Hastanesi’ndeki Lepra Pavyonları’nın çalışma protokolünü imzalar. İmzalanan protokol sayesinde, bu hastane siyasetçilerin hiç karışmadığı bir hastane olarak kalır. Türkan da orada yirmi yıl başhekimlik yapar. 

Cüzamlılara yardım etmenin tek yolu sadece onların hastalıklarını tedavi etmekten geçmez. Cüzamlılar toplumun dışına atılmışlardır. Bu insanların çevreleri tarafından kabul görmelerini de vazife edinir. 

Bu yüzden, önce kalkar, hastanenin bulunduğu Bakırköy’ün en büyük camisinin imamına gider. Adamdan bir randevu ister. Adam şaşırır. “Ölünüz mü var?” diye sorar. 

Türkan, ölüsünün olmadığını söyler. Adamdan bir saatini kendisine ayırmasını rica eder. 

Adam anlayışlıdır. Ertesi gün hastaneye gelir. Adama cüzamın durumuyla ilgili bilgi verir. Hocadan Cuma vaazında cemaate dinledikleri ışığında bir şeyler söylemesini rica eder. 

İmamın konuşmasından sonra belki cüzamlılara varlıklı birkaç hayırsever yardım eli uzatmak ister. İyileştikten sonra çalışabilirler. Bunun için kadınlara dikiş öğretilebilir. Erkeklere de tamir işleri öğretilir. Yardım eden çıkmasa da, en azından insanlar bilinçlenir. Bunlardan bucak bucak kaçmazlar. Gerçekten de İmam’ın konuşmasından sonra hastaneye çok yardım yapılır. 

Zaman içinde bütün düzensizlikleri düzene koyarlar. Doktor sayısını artıramazlar. Ama hemşire sayısı artar. İyileşmiş hastaları yetiştirirler. Daha sonra personel olarak kullanırlar. Hastanede atölyeler de kurmaya başlarlar. Örneğin ayakkabı atölyesini kurarlar. 

Paul Brand, cüzamlı hastaların el ve ayak cerrahileri konusunda dünya çapında bir ortopedisttir. Karısı da göz cerrahisinde sayılı bir uzmandır. Dünyanın neredeyse tüm lepra uzmanlarını onlar yetiştirmişlerdir. İlerlemiş cüzam vakalarında eller pençeleşir, ayaklar deforme olur. Cüzamlılar normal ayakkabı giyemezler. Onlar için özel ayakkabılar gerekir. Hastane olarak, Ayşe Yüksel hemşireyi, Brand çiftinin yanına staja gönderirler. Afrika’da birlikte çalışırlar. Ayşe, lepra alanında, fizyoterapi ve ayakkabı uzmanı olarak geri döner. Hastanede fizyoterapiyi başlatır. Hem de bir ayakkabı atölyesi kurar. Özel ayakkabı üretmeye başlarlar. Sadece kendi hastalarına üretmezler. Yurtdışından gelen hastalara bile ayakkabı yaparlar. Uzman hemşireler yurtdışında burs bulurlar. Dönüşlerinde özel üniteleri kurarlar. İsviçrelilerin katkısıyla, hastanede bir mikro cerrahi ünitesi kurarlar. Göz Kürsüsü’nden de bir doktorla anlaşırlar. Haftada bir hastalarının gözlerini kontrol ettirirler. Çünkü cüzam hastalığı körlüğe de neden olur. Zaman içinde, gruplarına birer psikolog, dâhiliyeci ve diş hekimi de katılır. Diş hekimleri cüzamlıların ağızlarına ellerini sokmaktan kaçınırlar. Bu nedenle kendi diş protez laboratuarlarını kurarlar. Bununla da yetinmezler. Sosyal Hizmetler Merkezini kurarlar. Beş becerikli hemşireye, her hasta için ayrı bir yol projesi geliştirme görevi verilir. Hemşireler, çamaşırhaneyi ve pansumanhaneyi kurarlar. Hastalara pansuman yapmayı öğretirler. Cüzamda yaraları sık temizlemek gerekir. Pansuman çok önemlidir. Eski hastalardan iki kişiyi pansuman hemşiresi olarak yetiştirirler. Bu şekilde, hastaları tekrar topluma kazandırmak mümkün olur. 

Tüm bu projeleri gerçekleştirebilmek için, para kazanmak gerekir. Lions, Rotary gibi derneklerin yardımını çok görürler. Bir ara Beymen bile “Komşunu İkna Et” adıyla onlar için bir kampanya yapar. Alman Başkonsolosluğu ise onlara on tane dikiş makinesi verir. Bu makinelerle bir dikiş atölyesi kurarlar. Hastanelere nevresimler dikerler. 

Hastalar için de bir işletme kurulur. Bu işletmede çalışanlar sigortalanır. Bazı marifetli hastalar vardır. Bunlar için Halk Eğitim’den el sanatları hocası istenir. Hastalar el sanatlarını öğrenip, üretirler. Sonra sergiler açarlar. Satıştan para kazanırlar. Okuma yazma bilmeyenlere okuma yazma kursları açılır. Okur-yazar olanlar İngilizce, bilgisayar, dikiş kurslarına gönderilir. Kısacası hastanede hastalar tedavi görürler. Bunun yanında çıktıklarında onlara para kazandırabilecek bir beceri sahibi olurlar. 

Terörün en ağır olduğu zaman, 70’li yılların sonudur. Öğrenciler, devrimciler ve ülkücüler olarak ikiye ayrılır. Fakültelerde, yurtlarda ve sokaklarda birbirleriyle didişirler. Caddelerden geçen otobüsler taranır. Kahvehaneler kurşunlanır. Vitrin camları aşağı indirilir. Öğrenci olsun olmasın insanlar politik görüşleri nedeniyle öldürülür, dövülür. Bazılar da serseri kurşunların hedefi olur. Kim vurduya giderler. Hemen hemen her on günde bir, sokak çatışmalarında ölen öğrencilerin cenazeleri sokaktan geçirilir. Öğrenciler bu cenaze yürüyüşlerine katılmaya mecbur edilir. Katılmayanlara zor kullanılır. Üniversitelerde ders vermek ve ders görmek, imkansız hale gelir. Artık eğitim yapılamaz hale gelir. Can güvenliği sağlanamaz. Bir öğrencinin siyasi tutumlardan uzak kalabilmesi bile tehlikelidir. Çünkü tarafsız olmanın da cezası ağırdır. 

1980 yılının Eylül ayında, askerler bir darbe yaparlar. Ülke yönetimine el koyarlar. Tüm toplumsal ve siyasi yapılanmalar altüst olur. 12 Eylül Anayasasını yapma görevi, üniversiteye verilmez. Milli Güvenlik Konseyi’nin emirlerine uyan bir grup öğretim üyesinin sorumluluğuna bırakılır. Üniversiteler, sivillerin hazırladığı anayasaya karşı koymazlar, koyamazlar. Oysa sığ politikalara karşı tavır alması gereken en önemli kurumlar üniversitelerdir. Üniversiteler aklın, bilimin sözcüsü olmalıdır. Üniversite, akıl ve bilimle siyasetçilere yol göstermelidir. Yoksa yapılan hatalarda onun da payı olur. 

Üniversiteler sus pus olur. Sistem tek tip öğrenci yetiştirmeye başlar. Gençlere sadece mesleğin teknik yanları öğretilmeye başlanır. Ama çağdaş, düşünen, tartışan, kendini ifade edebilen, onuruna sahip, eşitlikçi bir insan olabilmeleri için gereken donanım verilmez. Bir mesleğin toplumla bağlantıları, ülke kalkınmasındaki ve uluslararası ölçütlerdeki yeri ihmal edilir. 

Türkan’ın, üstlendiği işleri en iyi şekilde yapabilmek gibi bir takıntısı vardır. Anabilim Dalı Başkanlığı’na getirilir. Başkan olunca burada neler yapabileceğini düşünür. Bölümde herkes çok yorgundur. Herkes fazla mesai yaptığında şikâyetçidir. Hasta kuyrukları oluşur. Doktorlar gün sonunda ancak hastaların yarısına bakabildiklerini görürler. Bakım alamayan hasta bir gün sonraya sarkar. Tıpkı ödenmedikçe büyüyen faiz gibi. Durumu düzeltmek için bir plan yapar. Planı uygulamaya çalışır. Arkadaşlara, ellerine birer kâğıt almalarını söyler. Yaptıkları tüm işleri, saat saat bu kâğıda dökmelerini söyler. Maksadı, hastaları randevu ile çağırmaktır. Böylece yığılmaya mani olunacaktır. Sonra sabah sekizde asistanla ve hocalarla birlikte bir seminer yapar. Diğer görüşleri öğrenir. Bir yol haritası çizer. Uygulamaya koyar. Sabahları saat dokuzda poliklinikleri açılacak. Randevu ile akşama kadar hasta bakacaklardır. Öğlen tatilini kaldırırlar. Öğlen saatlerinde herkes nöbetleşe hasta bakacaktır. Yemeğini yiyen, gelip nöbeti devralacaktır. Böylelikle bir hoca ve beş asistan, günde yüz hastaya bakabilecektir. 

Kurduğu sistem bir süre yürür. Sonra orta yaşlı ve yaşlı doktorlar şikâyet etmeye başlarlar. Disiplinli çalışmayı kaldıramazlar. Hocaların bu davranışları asistanlara da sirayet eder. Arkasından, terör estiriyor diye söylenenler olur. Bunu duyunca elbette üzülür. Türkan, Osman Yemni Hoca’dan alıştığı şekilde özveri gerektiren, dinamik bir çalışma sistemi oluşturur. Onun bildiği, alıştığı çalışma temposu ve felsefesi budur. Hastayı geri göndermemek! Ama arkadaşları bu tempoyu kaldıramamışlardır. Alıştıkları tarzda Anabilim Başkanlığı yapacak başka doktorlar vardır. Görevi almasını bildiği gibi, bırakmasını da bilir. Onlarla uyumlu bir beraberlik kuramaz. Başkanlıktan istifa etmeye kara verir. 

Hekimlik mesleğini seçen insanların özveriden kaçınması ne büyük bir yazıktır! 

Dünyada binlerce meslek ve iş dalı vardır. Fedakârlık etmekten gocunanların, bu meslekten uzak durmaları gerektiğini hep düşünmüştür. Çünkü hekimlik, acılara eğilmektir. Acıları dinlemektir. Acıları dindirmektir. Bir başka büyük yazık da zamanı ve emeği doğru değerlendirerek kullanamamaktır. Oysa zaman ve emek doğru kullanılabilse, ne çok iş yapılabilirdi! 

Kliniklerinde, histopatolojiyi kurarlar. Dünyanın pek çok yerinde yapıldığı gibi, kendi biyopsilerini kendileri yapar. Bünyelerinde değerlendirirler. Ama olmaz. Arkadaşlar bu işleri tekrar patolojiye döndürürler. Laboratuar kapatılır. Oysa orası düzeyli bir araştırma kaynağı olabilirdi. 

Bu arada oğlu Çınar, tıbbiyeyi bitirir. Mecburi hizmetini yapmaya hazırlanır. Türkan yine oğlu için kimseden yardım istemez. Kurada Hakkâri’yi çeker. Çınar mecburi hizmetini Uludere’de yapar. Bir anne olarak Türkan üzülür. Ama Doktor Türkan Saylan olarak, çok sevinir. Çünkü Türkan ile aynı branşı seçen oğlu, onun tecrübelerine erken yaşta sahip olacaktır. Cüzamı yöresinde görecektir. Memleketini, en kötü şartlarını, yaşayarak tanıyacaktır. Onun orada, o şartlarda geçineceği bir yılın deneyimini, ona on yıl boyunca hiç durmadan anlatsa, tüm ayrıntılarıyla aktaramazdı. Çınar mecburi hizmeti sırasında, bitlenir, pirelenir. Yokluğun, yoksulluğun ve cehaletin ne olduğunu öğrenir. Döndüğünde bambaşka bir Çınar’dır. 

Müeyyed Hanım, Halk Sağlığı’nda öğretim üyeliği yapar. Türkan Hoca ile Cüzamla Savaş Derneği’nde birlikte çalışmışlardır. Bir gün Türkan Hoca, Müeyyed Hanım’a telefon açar. Lepra Hastanesi için bir hemşire aradığını söyler. Müeyyed Hanım da Ayşe Yüksel ile görüşür. Müeyyed Hanım, Türkan Hoca’nın aynen Ayşe’yi tarif ettiğini söyler. Ama Ayşe’nin başka planları vardır. Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda yüksek lisans programına hazırlanıyordur. Ayşe teklifi reddeder. Bunu söylemek için Çapa’ya Türkan Hoca’nın yanına gider. Türkan Hoca’nın odasında Sultan adında bir hemşire ile Adil adında bir hademe vardır. Ayşe’yi onlara tanıtır. Onlar çıkınca, Ayşe ile Türkan konuşmaya başlar. Sultan Hemşire’yle Adil, çeşitli nedenlerle odaya girip çıkarlar. Soru sorarlar. Bir şeyler söylerler. Onlarla olan iletişimine şaşırıp kalır. Sanki o kişiler hemşire ve hademe değillerdir. Onun arkadaşlarıdır. Sıcak ve eşit bir iletişim içindedirler. 

Bir şeye daha Ayşe dikkat eder. Sık sık telefon çalar. Koskoca profesör, ‘Ben Doktor Türkan, ’ diye açar. Ayşe çok etkilenir. 

Ayşe, hayır demeye geldiğini ama vazgeçtiğini söyler. Türkan Hoca hemen kabul etmemesini söyler. Lepra Hastanesini gezdikten sonra karar vermesini ister. Beraber koğuşa giderler. Türkan hastaların her biriyle el sıkışır. Hatırlarını sorar. Kimine sarılır. Kimini öper. Ayşe hayretler içinde bu manzarayı seyreder. Derken Ayşe’yi çok etkileyen bir şey daha olur. Hoca, bir kadının yatağının kenarına oturur. Kadının elleri pençeleşmiştir. Yüzünün şekli deforme olmuştur. Ayrıca kadın kördür. Türkan Hoca elleriyle kadının yüzünü, kollarını okşar. “Senin bu ipek gibi tenine bayılıyorum, biliyor musun?” der. Hastanın yüzü aydınlanır. Ayşe dehşetle hastaya bakar. O çirkin kadının gerçekten pırıl pırıl olduğunu görür. Türkan Hoca’yı seyrettikçe, onun sihirli bir formülünün olduğunu anlar. Kiminle olursa olsun, önce o kişinin en iyi tarafını görür. O iyi şeye vurgu yapar. Ayşe bunları gördükten sonra işi kabul eder. 

Türkan’ın annesi ona karşı sert tutumludur. Bu sert tutumun çok yararını görür. Ancak bunu çalışmayı bırakıp yatağa bağlandığında anlar. Yine anlar ki ailede en çok annesine benzemektedir. Annesi evin en tutucu, en sağcısıdır. Ayrıca orucunu hiç kaçırmayan en dindar kişisidir. Babaannesi de dindardır. Ama onunki, hurafelerin yarattığı, korkunun da etkilediği, bilinçsiz bir dindarlıktır. Türkan’ın muhafazakâr görüşlere, duruşlara uzaklığı annesinin tutuculuğuna olan tepkiden olabilir. Ama yardımseverliğini ve kafasına koyduğunu illa yapmak istemesi, annesinden aldığı genlere borçludur. Annesi mahalledeki herkese, maddi manevi yardım eder. Oysa Türkan’ın babasıyla evlendikten sonra hayatının büyük bölümünü ciddi maddi sıkıntılar içinde geçirmiştir. Eve gelen yardımcı kızlara da, dikiş olsun, yemek olsun mutlaka bir şeyler öğretmek ister. Bir de İngilizce! 

Annesinin bir de mucitliği vardır. Egzamaya karşı bir ilaç geliştirir. Bu ilacı küçük şişelerde bazı eczanelere pazarlamaya götürür. Ayrıca soba borularıyla, evin bütün odalarını ve sıcak suyunu ısıtacak bir sistem bulur. Eşine patentini alması için ısrar eder. Türkan annesinin bu projelerini hatırlar. Takdire değer bir projesi vardır. Artık nasıl olacaksa Balta limanı ile Kâğıthane arasındaki dere ıslah edilecektir. Oraya bir yat limanı yapılacaktır. Böylece İstanbul’un başındaki en büyük sorunlardan biri olan Haliç, tertemiz bir hale gelecektir! Bir taşla kim bilir kaç kuş? Bu projeyi Çağlayan’a çizdirir. Zamanın Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’a gönderir. Çağlayan kapıdan kovulur. Ama Türkan bunları annesinin vefatından sonra öğrenir. 

13 Nisan 2009’da Türkan’ın Arnavutköy’deki evi basılır. Türkan’ın avukatı çağırılır. Arama yapmak için avukatı beklerler. Avukat gelene kadar Türkan ile bir polis memuru sohbet ederler. Polis memurunun şivesinden doğu kökenli olduğu anlaşılır. Türkan, memura nereli olduğunu sorar. Van’lı olduğunu öğrenir. Türkan, memura daha önce Van’a gittiğini söyler. Daha sonra memura, öğrencilerinden birisinin anısını anlatır. 1984 yılında, Bahçesaray’a bir ekiple cüzam taramasına giderler. Ekipte Talat Kırış adında bir öğrenci vardır. Bahçesaray’ın eski adının Müküs olduğunu gezi sayesinde öğrenir. Taramadan yıllar sonra Çapa’da nöbettedir. Hastaneye Erzurum’da inşaattan düşen genç bir işçi getirilir. Bel omurlarından biri kırılmıştır. Sinirlere baskı yapıyordur. İlk bakışta umutsuz vaka gibi görünür. Talat’ın da aralarında bulunduğu doktorlar bacaklarının iç kısmında küçük bir duyarlılık fark ederler. Ellerini çabuk tutarlarsa, genci felç olmaktan kurtarabileceklerini umut ederler. Talat hastayı ameliyata hazırlar. Gence memleketini sorar. Gencin Van’ın Bahçesaray ilçesinden olduğunu öğrenir. 

“Müküs, yani” der. 

Bacakları tutmayan hastanın gözleri parlar. Önceden götürüldüğü hastanelerde yüzüne bile bakılmaz. Ülkenin bir başka ucunda, kasabasının hatta köyünün, mezrasının adını bilen bir doktorla karşılaşır. Kesin iyileşeceğine inanır. O moralle çok zor olan ameliyata girer. Gerçekten iyileşir. Ayağa kalkar. Denilmek istenen şu ki, bize çok uzak duran kişilerle dahi, bir ortak nokta bulup, gönüllerine dokunursak, doğru sözleri söyleyebilirsek, iletişim kurmak her zaman mümkündür ve sıcak bir iletişim mucizeler yaratabilir. 

İstanbul dışındaki cüzamlılara ulaşmak isterler. Bunun için Veremle Savaş Derneği ile işbirliği yapmaya karar verirler. Bu derneğin yetişmiş ve güçlü bir ekibi vardır. İşe önce hastalar hakkında gayet sağlam bir dosya sistemi kurmakla başlarlar. Sonra derneğin ekibindeki teknisyenleri eğitime alırlar. Onlara cüzamı teşhis etmeyi öğretirler. Çocuklara aşı yapılırken, cüzam muayenesi de yapacaklardır. 

Ne yazık ki başarılı bir çalışma yapamazlar. 

Türkan, yılmadan bir ekip kurar. Ekipte ondan başka bir veya iki hekim daha, iki hemşire vardır. Ayrıca zor şartlara dayanıklı, birkaç hevesli ve çalışkan öğrenci bulunmaktadır. Müthiş bir ekiple yola çıkarlar. 

Önce Ankara üzerinden otobüsle Elazığ’a giderler. Hemen Van’a geçmezler. Önce ekipteki çocukları Elazığ Lepra Hastanesi’nde cüzamla ilgili bir kursa tabi tutarlar. Çocuklar, lepra hastalığı ile ilgili her ayrıntıyı bu kurs sırasında öğrenirler. Bu arada öğrenciler medikal bilgi kadar önemli bir başka şeyi daha öğretir: Hastalara dokunmayı. 

Bu arada inanılmaz şeylerle karşılaşırlar. Bir cüzam hastasının göz etrafını tamamen kaplayan bir koruyucu gözlüğü vardır. Gözlüğü hastanın kendisi gözlerinin kurumasını önlemek için geliştirir. Bunu gören Tülay Hemşire çok şaşırır. Muayene ettiği hasta, icadı sayesinde göz korneasını hasardan korumayı başarabilmiştir. Yıllar sonra Massachuselts de çalışırken, bir lepralı hastanın o gözlüğe çok benzer bir gözlük taktığını görür. O zaman Müküs’deki zeki vatandaşı patent almaya teşvik etmediği için büyük bir pişmanlık duyar. 

İstanbul’a dönerler. Fazla zaman geçmez. İkinci tarama gezisine çıkarlar. Yine Van bölgesine giderler. Ama bu sefer Muradiye-Çaldıran’a giderler. Bahçesaray’da yaptıkları duyulur. Bu ilçeden de talep gelir. Yaz aylarıdır. 

Aynı ekibi çabucak toplar. Yeniden yola koyulurlar. Bu kez iyice bilinçlenirler. Yanlarına çok daha fazla ilaç, gereç alırlar. Artık onları nelerin beklediğinin farkındadırlar. İnsanlara nasıl yaklaşacaklarını ve nasıl iletişim kuracaklarını öğrenmişlerdir. Tedaviye nasıl ikna edeceklerini biliyorlardır. En çok hangi ilaçlara ihtiyaç olduğunu da biliyorlardır. 

Bahçesaray ve Çaldıran’daki cüzam taramaları, hepsine ömürleri boyunca ışık tutar. O yörede yaşayan insanların huylarını, duyarlılıklarını, davranışlarını bilirler. Bu da meslek hayatları boyunca onlarla hep iyi iletişim kurmalarına çok yardımcı olur. 

1984 yılında bu iki tarama gerçekleştirilir. 1985 yılında, Uludağ Üniversitesi’yle birlikte, bir alan çalışması olarak sunarlar. Bu alan çalışmasının, sonradan uluslararası bir çalışma olarak değerlendirildiğini de görürler. 

Türkan’ın inandığı iki şey vardır. Birincisi; başlanan her iş bitirilmelidir. İkincisi ise, kendi düşen ağlamaz. 

Polis: 

“Hocam, bütün bu hastaların, koşuşturmaların arasında, şu kızların okul işlerine nasıl vakit buldunuz?” 

“Sadece kızlara değil, okula gitmek için parası olmayan tüm yoksul çocuklara yardımcı oluyoruz biz.” 

“Ben, Kardelen mi nedir, onları duydum sadece.” 

“Kardelenler’in kitabı yazıldı da diğerlerinden öne çıktılar. Bu yüzden sen Kardelenler’i duymuşsun, sadece. Aslında, bu okul işini de yine cüzamlıların sayesinde bulaştım ben. Cüzamlı ailelerin çocuklarını okutabilmek için, sağdan soldan burs buluyordum ya, bir gün Pervari Kaymakam’ı telefon etti hastaneye, ‘Bizim ilçede ilkokulu bitirmiş on yedi tane kız çocuğu var, hocam, ’ dedi, ‘okumak istiyorlar ama burada okul yok. Siz cüzamlı ailelerin çocuklarına yardımcı oluyordunuz, acaba bu kızlara da bir yardım eli uzatabilir misiniz? Kazanalım bu çocukları.’ Hemen telefona sarıldım, birkaç yeri aradım. Almanya’da doktorluk yapan oğlum da orada yaşayan Türk çocuklarının eğitimine yardımcı olmaya çalışıyordu. Onlar bir burs ayarladılar, bu on yedi kızı okullarına kavuşturduk.” 

Sadece kızlara değil ihtiyacı olan erkek çocuklara da burs verilir. Kırsal kesimde kızlar pek okutulmazlar. Bu nedenle burs verirken kızlara ağırlık verirler. 

Önce on yedi kızla başlanır. Kızların çoğu, liseden sonra üniversiteye gitmek isterler. Orta öğretim burslarını, bu kez de yüksek öğretim için devam ettirirler. Sayıyı elli kız çocuğuna çıkartmak için kolları sıvarlar. Elli kız, yüz kız oldu, derken sayıyı sürekli artar. Beş bin kızı okula yollarlar. Ülkenin eğitim alanına yeni bir nefes getirirler. 

Okuttukları çocukların burslarını her ay ailelerine öderler. Çocuk, şehrinde, kasabasında ya da köyündeki devlet okuluna gider. O yörenin çocukları nerede okurlarsa, burslu çocuk da, orada okur. 

Türkan Hoca, okuttuğu kızlardan dolayı sürekli tehdit almaya başlar. Bundan dolayı devlet ona koruma polisleri yollar. 

Türkan’ın parayla hiç arası olmaz. Her zaman fazla paranın insanı bozduğuna inanır. Az parayla yaşamaktan hiç gocunmaz. Çocuklarını ilkokuldan itibaren orta sınıfın ve yoksul halk çocuklarının gittiği parasız devlet okullarında okutur. Paraya özenmesinler diye. 

Sonuç: 

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin yirminci yıl töreni için bir konser gecesi düzenlenir. Tüm Kardelenler oradadır. Konser biter. Bütün işlerini tamamlamıştır. “Yolcu yolunda gerek!” der. Kemoterapiyi keser. 

19 Mayıs 2009 tarihindeki cenaze törenine yurdun dört bir yanından sevenleri gelip katılır. 

 

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..