Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Mart '08

 
Kategori
Felsefe
 

Tekdüzeleştirmeye çalışma hastaları arasında kalan, dostum ve ben

Tekdüzeleştirmeye çalışma hastaları arasında kalan, dostum ve ben
 

Öylesine garip bir ülkede yaşıyoruz ki her tarafımız, bizleri tekdüzeleştirme amacı taşıyan, toplumsal ya da kişisel egoları tatmin etmek için konulmuş tuzaklarla dolu. Bu tür tuzaklara, attığınız her adımda, döndüğünüz her köşede rastlamanız mümkün.

Ben de bu toplumda yaşadığım için, bu tuzaklardan az ya da çok nasipleniyorum. Erk sahipleri, sırf kendi erklerinin devam etmesi ya da kendi egolarını tatmin etmek için, etraflarındaki insanların, kendilerinin girmeye cesaret edemediği ya da yolunu bilmedikleri güzellikler bahçesinin yolunda ilerlemelerini istemediklerinden, her türlü engeli koymaya çalışıyorlar.

Bugün sizlerle, benim yaşam damarım olan memleket sevdam ve bu sevdamı dile getiriş için yoldaş olarak seçtiğim dostum olan “yazma” ile arama girmeye çalışan, tekdüzeleştiriciler hakkındaki görüşlerimi paylaşacağım.

Yirmi altı yaşımdayken gözyaşları arasında vatanımdan ayrılarak, aklın ve bilimin hâkim olduğu bir limana, yani Almanya’ya doğru doktora çalışmalarım için yelken açtım. Bu yolculuğun, özüme dönmem, kendimi tanımam için hazırlanan bir yolculuk olduğunu bilseydim eğer gözyaşlarıyla değil, güle oynaya çıkardım, inanın lütfen. Başlangıçta planladığım 3 yıl, sonradan 9 yıl oldu… Nereden bilebilirdim ki gerçek anlamda, layığıyla, hakkını vererek yapılacak olan aydınlanma yolculuğunun bu kadar uzun ve zorlu olduğunu?

Her neyse, konumuzun özünün merkezinden fazla uzaklaşmamak için zamanı hızlandırma düşüncesiyle gereksiz detaylar kısmından uzaklaşayım hemen. Almanya’da bulunduğum süre içerisinde sürekli olarak, Türkiye ve Batılı toplumları karşılaştırma imkânım oldu. Bu karşılaştırmalara başlangıç noktam “Avrupa’ya, ABD’ye giden bir Türk insanı oralardan üretirken, neden Türkiye’ye döndükten sonra üretme zorluğu çekiyor?” sorusuydu. Sanırım, sorunun cevabı çok derinlerde saklı olduğundan olsa gerek, yukarıda da değindiğim gibi planlanan 3 yıl, 9 yıl oldu…

Bu sorumun doğru cevabını ararken, Mustafa Kemal’in ne demek istediğini, ne yapmak istediğini daha iyi algılamaya, Onu içimde daha yakından hissetmeye başladım. O dev adama olan saygım, Ona yaklaştıkça, Onu daha iyi anlamamdan ötürü daha büyüdü ve içselleşti. Bu süre içerisinde, içimde yaşadığım fırtınaları dışa vurmak, toplumumuzda tespit ettiğim yanlışları ve yapılması gerekenleri mümkün olan en fazla sayıda insanla paylaşmak amacıyla, kendime, bana bu yolda yoldaşlık yapabilecek bir dost ararken ansızın karşıma “yazma” adında bir dost çıktı. Hem nereden bilebilirdim ki Ortaokul ve Lise sıralarında yazdığı kompozisyonların noktalarını, virgüllerini Rahmetli Babama koydurtacak düzeyde, dile hâkimiyetten uzak olan bendenizin içinde böylesi bir dostu barındırdığını.

Bu öylesine bir dosttu ki sıkıştığım her anda, düşünmekten beynimin artık su kaynatmak üzere olduğu zamanlarda beni dinleyen, beynimden, aklımdan, ruhumdan çıkan düşüncelerimi evrene sadece düşünce olarak değil elle tutulur, gözle görülür bir biçimde yaymama yardımcı olacak kadar büyüktü. Zaman ilerledikçe, dostluğumuz daha bir arttı ve hayatın her alanında, gerçek bir aydının yapması gerektiği gibi yaptığım gözlemlerimi günbegün çoğalan insan yığınlarıyla paylaşmama yardımcı olan, diğer yarım halini aldı. Yani, dosttan da öte, bir “Sevgili” oldu benim için.

Eylül 2005 tarihinde vatana dönüş yaptık, Sevgiliye dönüşen dostumla beraber. Bizleri ne tür sorunların ve tuzakların beklediğini bildiğimizden, bizleri aşırı düzeyde sarsacak hayal kırıklıkları yaşamadığımızı söyleyebilirim. Dostumun yardımları, Almanya’da iken köşe yazarlarına mesaj yazma ve gördüğüm aksaklıkları, yanlışları onlarla paylaşma şeklindeyken, bu süre içerisinde, toplumda yaşanan olayları sahip olduğum bilgi birikimimle sorgulayarak ve yorumlayarak, kısa-uzun denemeler şekline dönüştü. Yani anlayacağınız üzere, aramızdaki ilişki günden güne sağlamlaştı.

Türkiye’den ayrılmadan önce, sadece bilimle uğraşan bendenizin, dönerken yanımda bir başka dostu da beraberimde getirmeme çevremdeki birçok insan alışmakta zorlandılar, kabullenemediler. Bunların bazıları iyi niyetli, zamanımı boşa harcadığımı söyleyen dostlardan gelen uyarılardı. Onların, enerjimi boşa harcadığımı düşünerek uyarılarda bulunmalarının, benim içimdeki beni tanımadıkları için, pek de önemi yoktu. Ancak çok az bir kısmı var ki onlar dikkat edilmesi gereken, hayatı kendi istediği gibi şekillendirmeye çalışan ve bunun için başkalarının mutsuzluğuna da razı olabilecek insan müsveddeleri olarak karşıma çıktılar. Köşe başlarını tutmuş bazı erk sahiplerinin, kendilerinin dolaşamadıkları, bilmedikleri bir bölgede benim dolaşmamdan rahatsız olup, kontrolleri altına girmeme mücadelemde bana yardımcı olan bu dostumla arama girmek için yaptıkları insafsızca, kalleşçe, ikiyüzlüce uyarıları kalkan ettiler kendilerine. Dostumla aramı açarak, beni yalnızlaştırmak, aklımla beraber hayattaki tek yardımcım olan dostumu, ulaşamayacağım yerlere sürgün etmekti amaçları. Çünkü gerçek mücadelenin, gerçek gücün Türkiye’de kazanılan sahte unvanlarla, makamlarla, içi boş servetlerle değil, akılla, bilimle ve en önemlisi de insan kalarak kazanılacağına inanan, toplum sevdalısı bir insan olduğumdan, kendilerinin tahtının sallandığını fark etmişlerdi. Ancak beceremediler, dostumu benden ayıramadılar. Aramızdaki bağın, kopamayacak kadar kuvvetli olduğunu algılayamayacak kadar da zavallıydı, o kan emici yarasalar…

Bunların kafasına göre, herkes mesleğini yapmalıydı… Evet, çocukluktan itibaren kişinin kendisi olarak yetiştirildiği, istediği mesleği yapabildiği doğru ortamlarda haklılardı ancak bizim eğitim sistemimizin kişiyi kendisi olarak yukarılara taşıyamadığını unutuyorlardı. İşte böylesi durumdan dolayı, toplumumuzda insanlar mutsuz, doyumsuz bir yaşam sürüyorlar. Çünkü kendileri, kendileri olarak yaşayamıyorlar.

Bunların kafasına göre düşünecek olursak eğer, asıl görevi askerlik olan Mustafa Kemal Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra sadece kendi işini yapması gerekirdi. Böylesi bir durumda da ne “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyebilirdi, ne de milletin makûs talihini değiştirebilirdi. Bugünlerde boğuştuğumuz BOP belasını, millet bundan 85 yıl önce çok daha zayıfken yaşamak zorunda kalabilirdi, eğer mesleğinin dışında bir alana kayarak, memleketin ve milletin makûs talihi değiştiremeseydi.

Anlaşıldığı üzere, dostumla beraber bu yazıyı yazmaktaki amacım; beni, en sevdiğim dostum olan yazmaktan ayırarak, tekdüzeleştirmeye çalışan yakın gibi görünen ama uzakta olan gönül gözü körlere bir defa daha “Sizler, Dünya’nın en kuvvetli ordularıyla da gelseniz, bizi ayıramazsınız. Sizler, bizim, toplum içinde gördüğümüz yanlışları ve toplum için arzuladığımız doğruları, diğer insanlarla paylaşmamıza engel olamazsınız. Çünkü ben ve dostum bu vatanı ve vatanda yaşayan insanları sizin tahmin edemeyeceğiniz kadar çok seviyoruz. Bunu anlamaya, ne aklınız ne de yüreğiniz yeter” diye haykırmaktı.

Beni dostumdan, dostumu benden ayırmayı beceremediler, beceremezler ve beceremeyecekler…

 
Toplam blog
: 128
: 898
Kayıt tarihi
: 26.01.07
 
 

Kimim? Nereden gelir, nereye giderim?29 Kasım 1970 tarihinde Türkiye'nin Doğu-Batı geçiş yolunun en ..