Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ekim '10

 
Kategori
Siyaset
 

Teknoloji… Gerçeğin Üzerini Fosforlu Şal ile Örtenlerin Düşmanıdır

Teknoloji… Gerçeğin Üzerini Fosforlu Şal ile Örtenlerin Düşmanıdır
 

Ne zaman bir ulusal bayram söz konusu olmaya başlasa, içimi basar bir sıkıntı. Bitmek bilmeyen aynı demde nakaratların bir tekrarı gibi, yine o ulusal bayram günlerinin inceden inceye racon kesme hallerine bir bir tanıklık ederiz. Sıkılırım ben, ruhum daralır. Sadece bu yaşıma özgü değil sıkıntım, daralmam… Çocukluk günlerimden kalma bir sıkıntı. Okulun civarına yakın durmaktan çekinirdim. Okul sokağına girmezdim. Bir ara şiirden bile olabildiğince kopmuştum ama sağ olsun Mehmet Fuat’ın “Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi” isimli kitabını aldımda, şiirle barışmam ergenlik dönemlerime denk geldi. Yani demem o ki şu ulusal bayramlarda okunan ve birilerinin tüylerini dikenleştiren şiirler nedense benim hep zihnimi yordu. Dinginlik katmadı zihnime. Göğsüm de kabarmadı. Yani bir şey hissettiysem bile, sadece o şiirleri okuyanların, o ses tonlamaları ve vücut dillerindeki keskinliğin mizah tadındaki haline gülme ihtiyacıydı. Zati bıkmıştım her sabah varlığımı Türk’ün varlığına armağan etmeye, bir de o bayramlardaki nakaratları ayak üstü tekrar ve tekrar etmenin ne manâsı vardı bilemiyorum. Hoş, zaten ben pek öyle cumhuriyetle çok da fazla ilgili olmadığımdan… Demokrasisi olmayan bir cumhuriyetin kimseye bir faydası olmayacağından… Cumhuriyet olsa neme gerek, cumhuriyet olmasa neme gerek. Hani desenizki “Esaretten kurtulduk, egemenliği halk aldı eline”, yok ya desem çok da komik kaçmaz hani. Daha öncede demiştim ya “Cumhuriyet Canımızı Ne Çok Yaktı” diye. Birileri alsın o cumhuriyeti çok sevsin. Demokrasisi olmayan cumhuriyeti. Ben bakayım İspanya’ya şöyle bir tepe noktasından ve var olan kralına rağmen, demokrasisi en azından parmak ısırtıyor. Demokrasiyi sepete koyup kapatmışız ve övüncümüzü cumhuriyete endeks etmişiz. Seksen yedi adet yıldan bu yana her dem kafa estikçe parti kapatıp, keyfe keder bir takım kararlarla adına hukuk denen bir ucube yaratıp, oda yetmezmiş gibi bu ucubeye biat eder hale dönüşmüşüz. Demokrasi sepette sıkı sıkıya bağlı, ama bürokrasi alabildiğine güçlü… O çok övünç duyduğumuz cumhuriyetimizin seksen yedi adetten oluşan yıl boyunca yaptığı en yegâne işlerden birisi olmuş, bürokrasisini güçlü kılmak. Halkın tepesinde Demokles kılıcı gibi. Ve o bürokratların en sevdiği şeylerden birisi olmuş, o egemenliği eline almış olan halkı kapı gerisinde bekletmek. Keyfi isteyince, kapının eşiğinden meram dinleyip, hadi işine edaları ile tepeden vatandaşı süzmek, bizim bürokrat camiasının en makbul davranışına dönüşmüş.

Şu aralar Hıfzı Topuz’un bir kitabını okuyorum. “Eski Dostlar”. Hıfzı Topuz kitabında bol miktarda cumhuriyetimiz adına doneler sunmakta. Keyifle okuyorum ve sanırım bu gece kitabı rafa kaldırırım. Henüz daha birkaç gündür okuduğum bu kitap su gibi akıp gidiyor zihnime. Ve ben bu kitabı okurken, aklıma geldi, sahi Nazım Hikmet vatan haini miydi? Sağ olsun, cumhuriyetimizin anlı şanlı egemen güçleri, Nazım’ı vatan haini ilan etmişlerdi. Vatandaşlıktan çıkardılar, cezaevlerinde süründürdüler ve türlü çeşitli işkencelerle tanıştırdılar. Ya Abidin Dino… Ülkesini terk etmek zorunda kalmadı mı bu büyük ressamımız? Sertellerin başına gelenler… Linç edilmekten kurtuldular, soluğu ülkeyi terketmekte buldular. Sabahattin Ali’nin başına gelenler. Sürgünler, tutuklamalar ve en nihayetinde diğerleri gibi oda ülkesini terk etme kararı aldığında, diğerleri gibi şanslı olamadı. Cesedi dahi tanınmayacak haldeymiş Sabahattin Ali’nin. Şiir yazanı düşman belleyen, edebiyatçısını cezaevlerinde çürüten, aydınını gözünü kırpmadan hedefe koyan ve ülkesinden terke zorlayan o çok aydın bellediğimiz cumhuriyetimiz, tarihini ezmenin üzerine inşaa etmiş. Cumhuriyetimiz… O çok övünç duyduğumuz anlı, şanlı cumhuriyetimiz… Başbakanını idam etmiş, selvi kavak misalindeki gençlerini yağlı urganların ucunda sallandırmış ve tüm zamanlarını ve varlığını düşman yaratma mitine oturtmuş olan cumhuriyetimiz… Sormasam ayıp olur diye düşünüyorum; “Neden tek bir üniversitesi dahi seçkin akademi listelerinde yer almıyor?” Ama cumhuriyetimiz, yolsuzluğun kol gezdiği klasmanda ilk sıralarda sörf yapmakta. Sağ olsun cumhuriyetimiz, resmi ölüm listeleri bile yayınlamaktan beri durmamış. Gözaltına alınıpda ölenlerin sayısı hakkında bir fikriniz var mı? Ya gözaltına alınıpda, intihar edenlerin sayısı hakkında bir fikir koyabilir misiniz ortaya? Ben inanmıyorum tabiki gözaltına alınıpda intihar edenler zırvasına. Bu cumhuriyetimizi övüncünün kaynağı görenler inanır gözaltında intiharlara. Tarihimiz, hayal kırıklıklarının at başı olduğu bir tarihtir. Birkaç saf vatandaş ancak bu kanlı tarihe sahip çıkar. Bu tarihle övünmek için hakikaten çok saf olmak gerektiğine artık fazlası ile kâniyim. Devrimle beraber kanlı bir tarihin yazımıda beraberinde başlamış ve daha ilk elden o devrim, devrimin ön saflarında vuruşanları yemiş. Ve sonra o yeme hali bir kez bile son bulmamış. Sürekli bir kan ve korku psikozu hakim olmuş zihnimizin derinliklerine. Herkesi, her şeyi bizlere kastetme çabasında olan düşmanlar olarak bellemişiz. Hak, adalet, özgürlük temalarını işleyenler, bu kavramlara başının tacı yapanlar, kafası ezilecek nifak tohumcuları olarak tanımlanmışlar.

Bu sabah… Yani Cumhuriyet Bayramı’nın sabahı, canım acılı tarafından bir ezogelin çorbası çekti ve o her zaman gittiğim çorbacıda sabahın erken saatlerinde bir ezogelin çorbası içmeye başladım. İşte tam o arada bir bando takımının tempolu vuruşları inletti ortalığı. Cumhuriyet kutlamasıydı pek tabiki. Nizami bir diziliş ve uygun adım yürüyüş hali ve tek tip kıyafetleri ile o öğrenci topluluğu önümüzden geçip gittiler. Otoriter yapıya dair aslında ne kadar net bir görüntü hali çiziyordu sabah sabah karşılaştığım bu manzara. Askerdeyken beynimizi iğdiş etmişlerdi nizami yürüyüşlerle. O an için, o küçücük çocukların haline üzüldüm. Ve koca bir dünyanın başını alıp, kollarına kanat takıp uçtuğu şu dönemlerde, böyle bir görüntünün kime, nasıl bir faydası olur? Pek tabiki yanıtları belli olan bu manzaraların tek açıklaması, kanla yazılmış tarihimizin üzerine şal örtmekten ibaret. Gizlemekle, çarpıtmakla o kanlı tarihin üzerine şal örtüp, bir renk cümbüşü dediğimiz o şanlı cumhuriyetimizin, kendisi ile yüzleşme zamanlarını yaşıyoruz.

Teknoloji… Gerçeği çarpıtanların, gerçeğin üzerini fosforlu renkte şal ile örtenlerin en büyük düşmanı oldu.

Cumhuriyetin ne çok canımızı yaktığından bahsetmiştim ama o bahsetmenin içeriğinde şahsımı ilgilendiren kısımlar vardı. Oysa, bu cumhuriyetin, sadece bizim canımızı yakmadığını çok iyi bilmekteyim. İnşaasını yaparken, yok saydığı ve kökenlerini silip atmaya çalıştığı bütün kesimlerin canını çok yaktı cumhuriyetimiz. O kökenlere sahip çıkma çabası içerisinde olanlar, cumhuriyetin vurduğu şamarlarla yıkıldılar ve tekrar ayağa kalkıp, kendilerini bir şekilde ifade etme çabasına giriştiler. Bu çaba devam ediyor pek tabiki. Demokratik yelpaze genişledikçe birileri ülkenin bölünmesinden, şeriattın tepemize gelmesinden endişelerini dile getirecekler. Kolay değil, seksenyedi yıllık bir iğdişlik operasyonun sonrasında bu noktalardayız.

Demokrasi bilincine erişmek kolay olmuyor. “Demokratım” deyip, cümlemizin önüne “Ancak” ibaresini koymadığımız anda gerçek anlamda demokrat olduğumuz tescil edilmiş olur.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..