Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Eylül '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Tel Tel Tel Aviv

Tel Tel Tel Aviv
 

Şehir içinde denize girebilmek hoş birşey...


Şalomun aleyküm,

evsiz barksız dolaşmak bütün zamanımızı aldığından kelli, bir aydır ilk kez geçen Cuma akşamı denize girdik. Biz çiş sıcaklığındaki suda çimerken, kıyıdaki hemşehrilerimiz alemlere akmak üzere eve gidip hazırlanma telaşındaydılar. Bütün gün sahilde, orada burada pinekleyip, akşamları gezecek parayı nereden bulduklarına kafam basmıyor hâlâ. Belki de benim bilmediğim, buralara özgü bazı meslekler icra ediyorlardır. Şezlong kalite kontrol uzmanlığı, güneş kremleri için kobaylık veya humus gurmeliği yaparak paraya para demiyor da olabilirler.

İsrail’de 130 küsur milletten insan yaşıyormuş dediler. “Yahudiyim” diyen herkese “Buyur gel” demişler. Babil gibi, zilyon tane değişik lisan konuşuluyor sokaklarda. Fransızca, Rusça, Amerikanca pek revaçta. Önümüz, arkamız, sağımız, solumuz gürültücü Fransızlarla dolu. Sürekli bağırışmaları yetmezmiş gibi, bir de la’lı, lö’lü cümleler kurup, insanın sinirini bozuyorlar. Ayrıca Rusların Gürcistan’da dublör kullandıklarından eminim, zira bütün Ruslar da burada. Gelirken beraberlerinde domuz eti ve şahane ekmekler getirmişler. Ayıptır söylemesi, bizim Alamanya’daki ekmekler de şahaneydi. Bu vesileyle buradan yetkililere seslenmek istiyorum: Niye yalnız Türk’ün ekmeği süngerden bozma? Niye ısırınca “foss” diye bir ses çıkıyor? Siz o ekmeklerle doyuyor musunuz, Sayın Fırıncılar Derneği Başkanı?

Lisandan kalktık, nerelere geldik... Ne anlatıyordum ben?

İbranice’de henüz fazla ilerleme kaydedemedim, ama Arapça'da da kullanılan kelimeleri yakalamak çok kolay. Burada nane, “nana”, merkez, “merkaz”, mühendis, “mehendıs”. Bu bağlamda “Layla tov”un “İyi geceler” olduğunu da çabuk çaktım. “Layla-leyla-gece”, “tov-iyi”. Ona kadar saymayı da öğrendim ama sıfır ve altı haricindeki sayıları aklımda tutamıyorum. Sıfır “efes” ve altı “şeş”. Birini “bu kapağın altından” tanıyorum, diğerini de tavladan. Eh, böyle böyle 4 sene sonunda İbranice gak-guk edebilecek kıvama gelirim sanırım.

Tel Aviv çok kalabalık değil, ama sokaklarda yürümek bir nevi cesaret sporu. Kaldırımların yarısı zaten park eden arabalar, çöp kovaları, beton saksılar ve lokantaların attığı sandalyeler yüzünden “Çanakkale geçilmez” durumunda. Bir de insanlar “Önümde, ardımda biri mi var?” demeden, ağır boydan, yüksek soydan, zigzaglar çizerek yürüyorlar. Karşı soldan gelen arkadaşın, yengeç gibi yampiri yampiri yürüyerek, bu sağdan gidenin üstüne çıktığı bir şehir burası. Sistematik bir biçimde karşılarındakini sindirme politikası izleyip, insanın üstüne üstüne gelmeleri de cabası. “Sen çekil” diyorlar özetle. “Üleeeeeyn” diye bağırmak geliyor içimden. “Gidecek yerim yok işte, saksıya mı çıkayım? O kadar küçük de sayılmam, hani görmemiş numarası yapıyorsan. Bak, motosikletlinin biri kolumu götürüyordu az kalsın. Hem de kaldırımda. Ağlamak istiyorum sayın seyirciler. Hayır, bir türkü söylemek istiyorum. Seven ve sevilen tüm Tel Aviv’liler için geliyor: Yol ver bana çubuk beli geçeyim”.

İşin daha da vahimi, hani Allah korusun acil bir durumda ülkeyi hızla terketmek gerekse, bu Kibar Feyzo’lar sınır kapılarında ezerek öldürecekler bizi. Hiç kıpırdamasak daha mı iyi acaba?

Acil durum demişken, güvenlik meselesine çok önem veriyorMUŞ gibi yapıyorlar. Lokantalara, kafelere, alışveriş merkezlerine falan girişte, ya havaalanlarındaki gibi metal dedektörlerinden geçmek gerekiyor, ya da kapıda çantaları elle arıyorlar. Adamına göre muamele burada da var. Örneğin kaldığımız otelin güvenlik görevlisi, sırf sarışın olduğu için kocama “Geç abicim” muhabbeti yaparken, bendenizi ne zaman yalnız yakalasa, önce İbranice, sonra İngilizce oda numaramı soruyor. Kara kaşıma, kara gözüme bayılmadığı her halinden belli. Bu “süzgeç” kapı kontrolleri haricinde, mesela sokaklarda bir tane bile polis arabası görmedim ben. Yine de endişeye mahal yok, zira Jerusalem Post diye çok dayı bir gazeteleri var, güvenliği toptan ona emanet etmişler. Böyle Fox News’la Mükremin Abi karışımı, pek yaman bir gazete. Haber alayım derken kalpten gidip, haber olmak da var vallahi. Aman diyeyim...

Tel Aviv’in lokantalarında, hesap pusulalarının altına elle “Servis dahil değildir” yazıyor garsonlar. Bahşiş için resmen manevi baskı yapıyorlar adama. Pusulayı getir, geri git, tekrar gel, parayı al, geri git, tekrar gel, para üstünü bırak, geri git, tekrar gel, bahşişi al, akılsız baş, yorgun ayaklar sorunsalı burada da geçerli. Filtre kahveye “Amerikano” diyor, bol taze naneli nefis limonatalar yapıyorlar. “Humus” ve “tahina”ya bayılıyorlar. Nohut fena gaz yaptığı ve tahinden de oldum olası pek haz etmediğim için, uzak durmayı tercih ediyorum. Onun haricinde yemekler bizim yemeklere çok benziyor, geldiğimizden beri döne döne balık yedim. Balık yemesini bilmedikleri için yarısını çöpe atıp (fileto çıkarmak), vıcık vıcık soslara bulayan Avrupalıların aksine, burada balık ızgara veya tava yeniyor. Yanında mezesi ve arağıyla tabii. Arak, bu alemlerin rakısı. İçimi daha hafif. Yoklukta gayet iyi gidiyor. Gerçi rakı satan dükkanlar da var burada, hem Yeni Rakı, hem de Burgaz gördüm. Kendi evimiz olunca, balkonda rakı içip, nara atacağım...

Homini gırtlak mekanlarının ve küçük esnafın haricinde, hizmet sektörü yokluk sınırında geziyor. Çalışanların maddi durumlarını kastetmiyorum, hizmetin kendisi yok. Hayatımda gördüğüm en kötü süpermarketin ve en kötü otelin aynı şehirde bulunması rastlantı olamaz herhalde... Kasalarda yığılan boş sepetleri, tekrar girişe götürmeyi akıl edemedikleri için, markette sepet bulamamak gayet normal karşılanıyor burada. İnsanlar, kasada sıra bekleyenlerin arasına dalıp, sepet kapmaya çalışırlarken, itişip kakışıyorlar. Dövüş sporları, birinci ders: Atik olmalısın çekirge, su uyur, düşman uyumaz. Beceremezsen az ötede sepetsiz alışveriş için jonglörlük kursları da var... Kaldığımız otelin resepsiyonunda, hesabını tek seferde hatasız kapatıp, faturasını 25 dakikadan kısa bir sürede alabilen müşterilere madalya takıyorlarmış diye duydum. İşlem sırasında resepsiyonist “Öffff...” demezse ayrıca milli marşınızı da çalıyorlarmış.

Abarttım mı biraz? “Üç Senede İki Defa Ülkeden Ülkeye Taşınma Sonrası Stres Sendromu”ma verin.

İyi şeyler, daha iyi şeyler...

İnsanlar çok girişken ve yardımseverler. Çakmak istemek için masanıza gelip, bir anda muhabbete dalabiliyorlar. Yarım saat önce tanıştığınız birinin evine davet edilebiliyorsunuz teklifsizce. Başınızın sıkıştığını farkederlerse, hemen yardımcı olmaya çalışıyorlar. Lisan bilmeyenleri bile, hiç üşenmeden gidip, bilen birini bulup getiriyor derdinizi anlamak için. Güzel hareketler bunlar. Laf aramızda, Türkiye’yi ve Türkleri çok seviyorlar. Kime “Türküm” desem, ardından acaip bir yaygara kopuyor, “Benim dedem İstanbul’dan gelmiş”ler, “Ailecek 15 kere Türkiye’de tatil yaptık”lar birbirini kovalıyor. Almanya’dan sonra resmen kültür şoku oldu bana.

Şimdilik hepinize layla tov... Hoşçakalın niyetine...

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..