Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Eylül '14

 
Kategori
Öykü
 

Tencereden al haberi

Tencereden al haberi
 

Öykünün tamam...ı


Merhaba dostlar!

Merhaba dedik, duymadınız mı, yazılanı görmediniz mi? Tanrı selamını almamak olur mu? Yoksa selamımı rüşvettir deyu mu kabul etmediniz? Ha, anladım: Beni tanımıyorsunuz, onun için almadınız.

Haklısınız. Önce kendimi tanıtmam gerekirdi. Ben Çelik. Hangi Çelik mi? Bizim Çelik, yok yok sizin Çelik. O da değil, doğrusu tencere Çelik. Hem adım, hem de yapıldığım madde Çelik.

Çok agressiv mi buldunuz beni? Eee, günde en az bir kere sizin de altınızda dakikalarca bazen de saatlerce, yüzlerce derecelik bir ateş yansa, içiniz tel fırça ile kazınsa acaba nasıl olurdunuz?

On dört senedir -birazdan anlatacağım- bu ev sakinlerine hizmet veriyorum. Aslında on dört yaşından biraz büyüğüm; çünkü imal edildikten sonra birkaç ay da bir mağazada karton kutu içinde bekledim. Bir ara vitrine de koydular üç günlüğüne, lâkin çokbilmiş tezgâhtar hanım, oraya yakışmadığımı düşünerek beni tekrar kutuya hapsetti. Bereket bu ailenin hanımı geldi de beni alıp esaretten kurtardı.

Kurtarmasına kurtardı da keşke kurtarmaz olaydı. Çünkü asıl çile o günden sonra başladı. Yemekler, çorbalar, kavurmalar, pilavlar, hatta su kaynatmalar hep benimle yapıldı.

Nasıl bir tencere miyim? Dört litre hacmi olan, kapaklı, iki yanında kulpu olan normal bir tencereyim işte. Normal diyorum, sanki tencerenin anormal olanı varmış gibi… Lafın gelişi canım. Düdüklü olmadığımı anlatmak için öyle söylediğimi de düşünebilirsiniz.

Neyse asıl konuya gelelim. Tam on dört senedir sustum, hep içime attım, hiç konuşmadım ama artık canıma tak dedi ve o nedenle de bildiklerimi anlatacağım. Yoksa patlarım vallahi. “Hem düdüklü değilsin, hem de patlamaktan söz ediyorsun” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, patlama özelliği bizim akrabalarımız olan düdüklülere mahsustur. Benim gibi tencereler patlayamazlar, olsa olsa ancak taşarlar...

İşin başında iken sizlerle anlaşalım. Sonra “Bilmiyorduk, söylemedin!” mazeretleri ile karşıma çıkmayın: Benim duymak istemediğim iki tane deyiş var. Bunlardan biri: “Tencere dibin kara, seninki benden kara.” Ne demek bu Allahınızı severseniz? Artık dibi kara tencere mi kaldı? Eskiden yemekler odun ateşi ile pişermiş ve tabii isten tencerelerin dibi kara olurmuş. Ama şimdi hemen her yerde odun değil doğalgaz ya da LPG yakıt olarak kullanılıyor. Hem insanlar kendi pisliklerini anlatmak için bizi niye alet ediyorlar?

Diğeri de “Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş” deyişi. Yuvarla bakalım beni, nasıl yuvarlayacaksın? İki tarafımdaki kulplar buna engel olacaklardır. Kulpsuz tencere yuvarlarım derseniz, o başka.

**

Hizmet verdiğim bu aileyi sizlere kısaca tanıtayım: Toplam beş kişiler. Karı-koca, iki çocuk ve bir de kocakarı. Ekonomik bakımdan orta halli, siyasi yönden karışık. Sağcı da var solcu da; hem modern hem de muhafazakâr bir aile…

Onlarla ilgili her türlü malûmata sahip olduğumu zannetmeyin lütfen! Ömrümün çoğu mutfakta geçiyor, ayda iki-üç kere salondaki masaya ve binde bir de balkona çıkarıldığım oluyor. Ancak bu sınırlı alanlarda gördüklerim ve duyduklarımdan bahsedebilirim. Mutfaktan salondaki konuşmaların bir kısmını duyabiliyorum, ama diğer odalardakini duymam imkânsız. O yüzden aktaracağım bilgilerde eksiklikler saptarsanız kusura bakmayın.

Bu kısa açıklamadan sonra, aile bireylerini tanıtmaya devam edeyim;

Şekip Bey, elli beş yaşlarında bir muhasebeci. Evin babası. İşinde oldukça becerikli, ağzı laf yapan, durumu idare etmeye çalışan, karısından oldukça çekinen bir adam.

Şenay Hanım, Şekip Beyin karısı. Kırk dört yaşında. Çok sinirli, olaylara hep negatif açıdan bakan, dediğim dedik bir bayan.

Şeref, yirmi dört yaşında. Evin sevgili ve biricik erkek evladı. Liseden terk. Askerliği yapıp geleli iki sene olmasına rağmen halen işsiz olan bir delikanlı. İşi yok, fakat hayalen çok zengin. Hayali şirketleri yönetmekten gerçek yaşamda iş aramaya zamanı kalmıyor.

Şeyda, yirmi iki yaşında lise mezunu, işsiz, evde koca bekleyen, bilmiş geçinen bir kız.

Şehnaz Hanım, Şekip Beyin annesi. Kaç yaşında olduğunu kendisi de hatırlamıyor, ama seksenin üzerinde olduğu kesin. Kulakları az duyuyor, gözleri iyi görmüyor, koku alma duyumunu yitirmiş; romatizma, kalp, şeker, tansiyon gibi çok sayıda hastalıktan şikâyet eden yaşlı bir kadın. Şehnaz Hanımın sağlam tarafları da var tabii. Mesela çenesi, mesela ayakları… Nefes almadan konuşmasından ve mutfağa doğru güpür güpür koşturmasından zaten bunu anlayabilirsiniz.

Şekip, Şenay, Şeref, Şeyda, Şehnaz… Bıktım şu “Ş” harfini duymaktan. Biri çağırılırken ister istemez önce “Şe” ağızlardan çıkıyor. Hele bazıları “Şe”yi uzatmıyorlar mı, doğrusu çok gıcık kapıyorum. Tabii “Ş” harfini e,i karışımı telaffuz eden aile bireyleri de yok değil. Onlara da gıcıkım.

Bugün yaşanan bir olayla başlayalım isterseniz:

Bugün az kalsın buradan bir cenaze çıkacaktı. Olay, evin en yaşlı bireyi olan Şehnaz Hanımla ilgili. Laf aramızda bu kadıncağız biraz da bunamış. Birçok şeyi unutuyor, olaylara eklemeler yapıyor, kızdığı zaman da lafını esirgemiyor. Öfkelenip de ağzını bir açarsa…

Öğlenleyin Şehnaz Nine, mutfağı boş görünce içeri daldı. Ocağın yanına yaklaştı, çakmağı eline alıp düğmeyi çevirdi. Nedense yakmaktan vazgeçip çakmağı yerine koydu, ama bu arada ocağın düğmesini sağa doğru büküp kapatacağı yerde, sola doğru büktü ve tabii etrafa gaz yayılmaya başladı.

Bu işi iptal ettiğini düşünen yaşlı kadın dolaba doğru gitti. Dolabın kapağını açıp bir şeyler atıştırmaya başladı. Ne yediğini göremiyordum, ama şekerli bir şeyler olduğunu tahmin edebiliyordum. Bir ses duyar gibi olunca, dolabın kapağını hızla kapattı ve kendi kendine konuşmaya başladı:

“Off, offf. Bugün amma yoruldum. Şu sandalyeye oturup biraz dinleneyim. Gözlerim kapanıyor, bir ağırlık bastı. Uykudandır herhalde.”

Ağırlık bastığı doğruydu, ama ne yediklerinden ne de uykusu geldiğindendi; doğalgaz yavaş yavaş etkisini göstermeye başlamıştı da ondan. Birkaç dakika sonra evin delikanlısı Şeref’in sesi duyuldu:

-Anneee, gaz kokuyor! Ocağı mı açık bıraktınız?

-Yok oğlum, ben saatlerdir mutfağa bile girmedim.

-Çok pis kokuyor, ben bir bakayım anne.

Şeref mutfağa girdiğinde babaannesinin baygın halini gördü, hemen ocağın düğmesini kapattı, kapıyı açtı ve yaşlı kadını kucakladığı gibi balkona çıkardı. Biraz sarstı kendisine gelmesi için. Seslendi:

-Babaanne, babaanne nasılsın? Neden ocağı açık bıraktın? Babaanne beni duyuyor musun? Kendine gel, aç gözlerini, dediyse de yaşlı kadından bir tepki gelmiyordu.

Tam umutsuzluğa kapılacağı sırada kadın yavaşça gözlerini açtı.

-İçim geçmişti, biraz mutfakta oturayım dedim. Ne bağırıp duruyorsun oğlum?

-Babaanne, ocağı açık bıraktığın için az kalsın zehirlenip ölecektin.

-Ben ocağa elimi bile sürmedim, ama beni öldürmek isteyen bazıları bu işi yapmış olabilir.

Şenay Hanım da mutfağa gelmişti ve söylenenleri duymuştu. Oğluna sordu:

-Ne oldu Şeref, ocağı mı açık bırakmış?

-Evet, yetişmeseydim ölebilirdi.

-Temizlik olurdu, fena mı?

-Öyle deme be anne!

Konuşmaların bir kısmını duyan Şehnaz Hanım torununa seslendi:

-Şeref evladım, bu gelin hanım gene temizlik mi yapacakmış? Bıktım bu kadının temizliğinden de. Her gün, her gün temizlik mi olur? İnsana hiç rahat ve huzur vermiyor. Temizlik hastası, ne olacak!

 

?   ?   ?    

Selam.

Gene ben, yani tencere Çelik.

Görüşmeyeli çok fazla olmadı, fakat sizin bilmediğiniz bazı önemli olaylar cereyan etti. Belki de “önemli” diyerek abartıyorum. O yüzden siz bana fazla aldırmayın. Bazen olayları derecelendirirken karıştırabilirim. Olanlar dedikodu türünden şeyler canım. Hangisinden başlayacağımı bilemiyorum.

İsterseniz önce kendimle ilgili olandan başlayayım. Hava atmak gibi olacak, ama artık idare ediverin. Hem, birazcık övünmenin kime ne zararı var ki?

Geçen görüşmemizden sonra, tencere imalatçıları benim için kavgaya tutuştular. Hepsi de beni ne kadar çok sever, ne kadar çok takdir edermiş de haberim yokmuş! Hangisine sorsan “Bizim imal ettiğimiz tencere” diyor. O yüzden tartışmaya son vermek için markamı soran çok sayıda okuyucu ile karşılaştım; ama markamı söylemem, çünkü reklama girer.

Yakın zamana kadar benim varlığımdan haberi bile olmayan imalatçılar, serüvenlerim çok sayıda sitede yayımlanmaya başlayınca, yani medyatik olunca peşime düştüler. Yakında reklam teklifleri de gelirse hiç şaşırmayın.

Bu kadar övünmek yeter sanırım. Biraz da şu Şekip Beyin ailesine bakalım:

Bu günlerde ailede sık sık referandum ve halkoylaması sözcüklerini duyuyorum. Tam çıkaramadım ama galiba ikisi de aynı anlama geliyor olmalı. “Evet” ve “Hayır” sözcükleri de fazla telaffuz edilmeye başlandı. Dün, Şeref babaannesi Şehnaz Hanıma soruyordu:

-Babaanne referandumda ne diyeceksin?

-Ne diyeceksem derim, kimseyi ilgilendirmez.

-Hayır de, benim tatlı babaanneciğim.

-Neden hayır diyecekmişim? Annen ne diyor?

-Annem hayırcı. Şeyda da öyle. Babamı bilmiyorum.

-Annen hayır diyorsa benimki kesin evet.

-Sen de amma taktın anneme! Memleketin halini görmüyor musun?

-Ne varmış halimizde? Sadece annen yüzünden evet demiyorum. Bu gün o dini bütün profesörü dinledim, “Evet deyin!” diyordu. Dindar adam yalan mı söyleyecek?

-Önceleri Meclis TV’yi izliyordun. Şimdi meclis tatilde, biraz maç seyrederim diye sevinirken başladın açık oturumları izlemeye. İzin ver de bari milli maçları seyredeyim.

-Top oynayanları izleyip de ne olacak?

-Babaanne, ben maçları izlemekten zevk alıyorum. Hep senin programlarını izlemek zorunda mıyım? Ya açık oturum ya da cüppeli hoca… Elinde kumanda istediğin yeri açıyorsun.

-Benim programları izle de biraz bir şeyler öğren! Hem o televizyonu ben aldım. Yoksa tüplü televizyonu izlerdiniz yıllarca. Ben aldığıma göre tabii ki kumanda da benim elimde olacak. Allah dedenden razı olsun. Beş senedir onun bana kalan maaşı ile hem bir sürü eşya aldım, hem de hayır yaptım.

-Babaanne, sen beş senedir mi dedemin maaşını alıyorsun? Oysa dedem öleli yirmi beş seneden fazla oldu.

-Beş sene oldu beş… Sen benden iyi mi bileceksin?

-O zaman dedem öldüğünde benim on dokuz yaşında olmam lazım. Halbuki ben dedemi hiç görmedim. Çünkü ben doğmadan önce ölmüş.

-Rahmetli öldüğünde başta Kenan Evren Paşa vardı. Hiç unutmam, tam beş sene oldu. Ölmeden önce bana dedi ki…

**

Aslında şu anki durumum hiç de hoş değil. Vakit öğleni geçmiş olmasına rağmen dün akşamdan beri içimdeki yemek artığı, su, iki tabak ve birkaç tane de çatal ile evyenin ortasında yıkanmayı bekliyorum. Bekliyorum da bu işi yapmaya kimsenin niyeti yok. Mutfağa gelip giden çok oluyor. Bunlar ya bir şeyler alıyorlar, ya da su içip gidiyorlar. Üstelik bu durumda olan sadece ben değilim, benden başka yıkanmayı bekleyen tencere ve tabaklar da var.

Kapı zili çalıyor. Açmak için giden yok. Oysa Şekip Bey hariç herkes evde. Gene çalıyor, gene çalıyor, çalıyor… Neden sonra Şenay hanımın sesi duyuluyor:

-Şeyda, Şeydaaa! Kapıya baksana kızım!

“Öf be, öf be! Her şeye ben koşturuyorum. Sanki bu evde bir tek ben yaşıyorum.” diye söylene söylene kapıya doğru gidiyor Şeyda ve gitmesi ile dönmesi bir oluyor. Belli ki gözetleme deliğinden bakmış.

-Anne, anneee, Ayla teyzeler gelmiş. Koş!

-Ay Allah, tam zamanıydı. Çek şu mutfağın kapısını da oradaki dağınıklık görülmesin.

**

Misafirleri salona aldıktan sonra anne kız mutfağa geldiler:

-Anne, ne ikram edeceğiz bunlara? Geleceklerinden haberin var mıydı?

-Yok canım, haber vermeden geldiler işte. Bayılır böyle insanları zorda bırakmaya bu Ayla.

-Haberimiz olsa bir şeyler yapardık.

-Münasebetsiz şeyler! Ayla’dansa o yanındaki yok mu, ne sinsidir o, ne sinsi!

-Zehra teyze mi?

-Evet, laf çekmeye bayılır. Bir an önce yanlarına gideyim, yoksa babaannenden her türlü havadisi alır valla.

-Öyleyse abim gitsin, pastaneden bir şeyler alıp gelsin.

-O anlamaz kızım, beceremez. Sen bi koşu al da gel. Bu arada ben de çayı koyayım.

-Hep oğlunu koru. “Yapamaz, edemez” deyip ona hiç iş yaptırmıyorsun.

-Uzatma da git.

**

İçimdekiler yetmezmiş gibi bir de Şenay Hanım demliği yıkadığı suları da döktü ve salona gitti. İyice kulak kabartıp salondaki konuşmaları dinlemeye çalıştım. Çok iyi olmasa bile biraz duyabiliyorum.

-Aylacığım ne iyi ettiniz de geldiniz. Özlemişim vallahi. Dur sana bir kere daha sarılayım. Zehracığım seni de öpeyim. Bu ne şıklık böyle!

-Ayyy Şenaycığım seni bu uygunsuz saatte rahatsız ettik ama…

-Aşkolsun Ayla, o ne biçim laf öyle? Rahatsızlık ne kelime, biz yabancı mıyız? Kapımız dostlarımıza günün her saatinde açıktır.

-Zehra gitmeyelim, dedi ama pazar dönüşü biraz dinlenmek, biraz da sohbet etmek için uğrayalım diye ben ısrar ettim.

-Böyle düşünürseniz inan ki darılırım. Burası sizin de eviniz.

-Ne olur bizim için herhangi bir zahmette bulunma, biz biraz soluklanıp kalkacağız zaten.

-Estafurullah, zahmet ne demek?

-Lafa daldık, soramadık. Kusurumuza bakma teyzeciğim. Siz nasılsınız? Maşallah iyi görünüyorsunuz? Allah uzun ömürler versin.

-Teşekkür ederim kızım. Bu günümüze şükrediyoruz. Allah ömrü, verdi mi veriyor; bazılarının hoşuna gitmese de, işine gelmese de yüce mevlam böyle takdir ediyor işte.

-Neden beni iğneliyorsun anneciğim misafirlerimizin yanında? Allah seni başımızdan eksik etmesin! Kapı çalıyor galiba, müsaadenizle bakıp geleyim.

-Kapı mapı çaldığı yok. Çalsa ben de duyardım. Hoşuna gitmedi ya, kaçıyor.

-Çaldı teyzeciğim, çaldı; hem de iki kere. Ben de duydum.

?   ?   ?    

Merhaba benim canımdan çok sevdiğim sevgili dostlarım.

Dedikodulara geçmeden önce kendimle ilgili birkaç haberden bahsedeyim: Duyduğuma göre 10’a yakın firma benim modelden üretmeye başlamış. Hepsinin de satışları iyiymiş. İşte tanınmış olmanın, işte reklâmın gücü! Ancak gene de siz siz olun her önünüze çıkanı “Tencere Çelik” zannetmeyin ve satın almaya kalkışmayın. Kısacası Tencere Çelik taklitlerinden sakınınız. Benden uyarması. Uyarımı dinlemez de sahte Çelik alırsanız paranızı çöpe atmış olursunuz.

Geçen buluşmamızda kapı çalmış ve Şenay Hanım da açmak için yerinden kalkmıştı. Kim geldi dersiniz? Şenay hanımdan öğrenelim:

-Aaaa, aaa, sen misin?

-N’oldu hanım niye şaşırdın beni görünce?

-Şaşırırım tabii, Şekip sen bu saatte eve hiç gelmezdin. Ne oldu, önemli bir şey mi var?

-Yok bir şey, yok. Biraz rahatsızlandım ve evde dinleneyim dedim.

-Doktora çıksaydın.

-Doktorluk bir şey değil, azıcık dinleneyim geçer.

-O zaman, yatak odasına git, dinlen. Salona girme, çünkü misafir var.

-Olur, olur.

**

Şekip Beyden on-onbeş dakika sonra da pastaneye giden Şeyda, elinde paketlerle geldi. Ona kapıyı açan Şenay Hanım:

-Geciktin. İş yapmaya mı gittin, gezmeye mi?

-Ne gezmesi anne? Pastane biraz kalabalıktı. Sıranın bana gelmesini bekledim.

-İyi iyi. Aldıklarını tabaklara koy, bir tabak da babana hazırlayıp çayla birlikte yatak odasına götür.

-Babam evde mi?

-Evet, az önce geldi.

-Gelseydi ayakkabıları dışarıda olurdu.

-Kızım adamın geldiğini gözümle gördüm. Ayakkabıları da işte oradadır.

-Hani nerede?

-Aaaa, nereye gitti babanın ayakkabıları? Hem sadece onunkiler değil misafirlerinkiler de yok.

-Anne, yönetici toplatmış olmasın? Bir hafta önceden giriş kapısına bu konuda uyarı yazmıştı.

-Demek ki o toplattı! Hay o yöneticinin… Babanınkiler neyse de misafirlerin ayakkabıları bulunmazsa rezil olduk demektir. Valla, Ayla her tarafa anlatır bu rezilliği. Koş kızım yöneticiye git, ayakkabıları al da gel!

-Bu erkek işi anne; abim gidip yönetici ile konuşsun.

-Çağır o zaman abini!

Az sonra Şeref koşarak geldi ve annesine sordu:

-Ne var anne, benim için acele gelsin demişsin?

-Ne olacak, yönetici denilen o suratsız, dışarıdaki ayakkabıları toplatmış. Git konuş…

-Dedim ben size dışarıda ayakkabı çıkarmak yasak diye, ama dinlemediniz. Şu titizliği bırak artık anne!

-Fazla konuşma da git ayakkabıları al!

-O yöneticinin boğazını sıkmazsam, ben de ne olayım!

-Aman oğlum, sakın ha! Kibarca iste, yani rica et.

Gelini gecikince bir şeyler olduğunu anlayan Şehnaz Hanım çıkageldi:

-N’oldu, n’oldu? Üçünüz ne fısıldaşıyorsunuz?

-Bir sen eksiktin!

-Birsenler’e mi gittin gelin hanım? Ne işin vardı orada? Misafirleri bana at, kendin dolaş!

-Ne Birsenler’i anne? Birsen diye bir tanıdığımız mı var bizim?

-Ne bileyim var mı yok mu? Sen dedin “Birsenler’e gittim” diye.

-Babaanne sen istersen salona git, misafirleri yalnız bırakma, ayıp olmasın. Biz de çayları hemen getiriyoruz.

**

O günden sonra ayakkabılar içeride çıkarılmaya başlandı. Böyle olduğunu da her gelen olduğunda Şenay hanımın:

-Ayaklarını paspasa iyice sil!

Uyarısından anladım.

Birkaç gün sonra referandum yapıldı. Oylar sayıldı ve “Evet”lerin çok olduğu görüldü. Bizim evde Şekip Bey hariç herkesin oyu önceden belliydi. Şenay Hanım, Şeref ve Şeyda “Hayır”cı, Şehnaz Hanım “Evet”çi idi. Sonuçlar alındıktan sonra canı oldukça sıkkın görünen Şekip Beyin de “Hayır” oyu kullandığı anlaşılıyordu.

Referandumdan sonra Şehnaz Hanım evde zafer kazanmış bir komutan edasıyla dolaşıyor, önüne gelene laf çakıyordu:

-Allahıma şükürler olsun ki bu memlekette inanmış insanların sayısı oldukça fazlaymış…

Diyor, Şeref ise:

-Böyle deme babaanne! Biz inanmamış mı oluyoruz o zaman?

Diye itiraz ediyordu.

-Belki bazı inançsızlar vardır oğlum…

Tabii Şehnaz Hanımın “Evet” i, “Evveet”e çevirdiğini de söylemeden geçmeyeyim. Hemen her lafa bu sözcüğü sokuşturuveriyordu.

**

Bugün farklı bir işkenceye maruz kaldım. İlk defa başıma geliyor, inşallah bundan sonra da gelmez. Beni bulaşık makinesine soktular. Doğrusu attılar. Tabak, bardak ve diğer bulaşıkların üstüne ters çevirip koydular. Bu fikir de annesi “Tencereyi yıka” diye söylediği için işten kaçabilmek amacıyla Şeyda tarafından ortaya atıldı.

Yarım saatten fazla o sıkışık yerde köpükler, sıcak ve soğuk sular arasında kaldım. Sonunda da kurutmak için makineden çıkan sıcaklık… Program bitince makine durdu. “Şükür, bitti. Şimdi çıkarım.” Diye düşündüm, ama nerdeee! Program bittikten çok sonra biri geldi makinenin kapağını açtı, içinin soğumasını bekledi. Saatler sonra da beni ve diğerlerini çıkardılar.

Tezgâhın üzerinde yeni bir yemek için beni bekletmeye başladılar. Şeyda elinde bir soğan ve bıçakla yanıma geldi. Tam o sırada cep telefonu çalmaya başladı. Hemen koşup mutfağın kapısın kapattı. Başkaları konuşmasını duysun istemiyordu:

-Alo, Birgülcüğüm merhaba. Nasılsın? Ben mi? İyi sayılırım. Evde bir insan nasıl olursa öyle işte! Sen ne yaptın? Hıı, evet, evet. Aman boş ver! Dert etme kendine. O hep öyle yapar. Deme, ohaa! Sonra? Vereydin ağzının payını. Öyle dedi mi gerçekten? Buna da ben çüşş derim doğrusu. Benimki mi? Peşimde, ama yağma yok! İş resmiyete binecek. Gez gez, sonra fırlat at. Başkaları yapıyor diye ben de mi öyle yapayım Birgül? Beni gerçekten seviyorsa fedakârlığa da katlanacak. Gücü yoksa bu işe kalkışmasın. Zaten ona karşı olan duygularımdan çok da emin değilim. Yani gerekirse inceldiği yerden kopsun! Oldu canım, görüşürüz, güle güle.

Telefonu cebine koymuştu ki gene çaldı. Bu sefer arayan az önce sözünü ettiği delikanlı idi.

-Alo, efendim. Arkadaşla konuşuyordum da onun için meşgul çalmıştır. Nasıl? Kim mi? Hesap mı soruyorsun şimdiden? Tabii sinirlenirim, ortada bir şey yok, bir de bana hesap sormaya kalkıyorsun! Evet, evet. Anlat, ben seni dinliyorum. Evet. Yarın mı? Gelemem. Mümkün değil. Belki daha sonraki gün! Biri geliyor, ben seni daha sonra ararım. Oldu.

Telefonu kapattır kapatmaz mutfak kapısı açıldı, annesiydi gelen.

-Gene o çocukla konuşuyorsun gizli gizli değil mi?

-Yoo, Birgül’le konuştum.

-Ben de inandım. Bırak kızım şu serseriyi. İşi yok, gücü yok, tahsil dersen hiç yok.

-Sen nereden biliyorsun anne?

-Bilirim ben bilirim. Hem bak ne diyeceğim; Zehra geçen gün seninle ilgili bir şeyler kondurmaya çalıştı, ama ben anlamazlıktan geldim.

-Neymiş o?

-Zafer Beyin bir yeğeni varmış. Çok efendi bir çocukmuş. Bu Zafer Beyler mağaza sahibi.

-Biliyorum o çocuğu ben anne. Mongolun teki. O iş olmaz! Boşuna kimse umutlanmasın.

-Kızım, aile varlıklıymış, çocuk da uysal. Takarsın yuları…

-Anne ben kapıma bağlamak için hayvan değil, koluma takmak için koca almak istiyorum. Saçma saçma konuşma lütfen!

-Amaaan, sen bilirsin. Ne halin var ise gör.

Dedi ve salona gitti. Daha sonra mutfağa önce Şehnaz Hanım, ardından da Şeref girdi. Şeref babaannesinin boynuna sarılıp öpmeye başladı.

-Yalakalığı bırak da ne istiyorsun onu söyle!

-Ne yalakalığı, babaannemi de mi sevemeyeceğim?

-Hadi, hadi söyle derdini.

-Babaanne ben bir şirket kuruyorum da.

-Allah hepimizi şirretlerden korusun oğlum.

-Şirret değil, şirket babaanne şirket.

-Ne işe yarar o?

-Çok büyük para kazanmaya yarar. Kuracağım şirket, ihracattan ithalata, turizmden konfeksiyona birçok alanda faaliyet gösterecek.

-Eeee!

-E’si büyük bir iş yapacağım senin anlayacağın.

-Amma sallıyorsun be abi! Kandırma kadıncağızı.

-Kandıra’da şirket mi kurulur. Kuracaksan burada olsun. Ben tâ oralara gidip mi seni göreceğim Şeref?

-Burada kuracağım babaanne burada. Yalnız biraz finansmana ihtiyacım var. Yardım edersin değil mi?

-Benden ne istediğini anlamadım.

-Babaanne o senden ne isteyebilir? Bir düşün!

-Para.

-Evet, para istiyor.

-Para istiyorum, ama karşılıksız değil. Kuracağım bu şirkete sen de ortak olacaksın babaanneciğim.

-Ortak olursam ne olacak?

-Kârın yarısını alacaksın.

-İyi o zaman. Kabul.

Dedi ve elini göğsüne atıp bir miktar para çıkardı ve hiç saymadan Şevket’e verdi. Tam o sırada Şenay Hanım tekrar mutfağa girdi:

-Toplantı mı var? Nine ve torunlar sohbeti koyulaştırmışsınız.

-Kıskan sen gelin hanım, kıskan. Şirket sahibi olduğumda ne yapacaksın acaba, çok merak ediyorum.

-Ne şirketi? O da nereden çıktı?

-Evveet oğlum Şeref, şu annene bi zahmet anlatıver bizim şirketi!...

?   ?   ?    

Selam dostlarım.

Bugün kendi reklâmımı yapmadan doğrudan konuya gireceğim. Çünkü anlatacak o kadar çok şey var ki…

Ama siz n’olur bunları anlatıyorum diye beni dedikoducu zannetmeyin. Aksine ben dedikodudan nefret ederim! Maksat muhabbet olsun canım.

Hem ben bütün gördüklerimi, duyduklarımı anlatmıyorum. Sansürden geçiriyorum. Eğer bildiklerimin hepsini anlatsam cinayet çıkar valla cinayet!..

**

Dün akşam yemeği sırasında beni de masaya getirdiler. İçimdeki tavuklu bezelyeyi tabaklara dağıttıktan sonra da orada unuttular. Yemek yendi, sofra silindi, ama beni oradan alıp mutfağa götürmeyi kimse akıl etmedi. Ya da akıl etti de “Biri nasılsa götürür” düşüncesiyle boş verildi.

Bu durum tabii ki benim işime çok yaradı. Bulunduğum yer oldukça rahattı. Salonun her tarafını görebildiğim gibi konuşmaları da duyabiliyordum.

Konuyu açan Şehnaz Hanım oldu:

-Oğlum Şeref, bizim şirket işi nasıl gidiyor?

-İyi gidiyor babaanne. Maliye ile ilgili biraz daha iş var.

Bu konuşmayı duyan Şekip Bey oğluna sordu:

-Şirket mi? Babaannenin şirketle ne işi olacak?

-Baba, biz bir şirket kuruyoruz. Finansman kısmı tamam, ama biraz bürokratik işleri var. O konularda da sen bize yardım edersen…

-Oğlum ben bu güne kadar birçok şirket kurma işini yaptım. Bu ciddi bir iş, şakaya gelmez.

-Şaka yaptığımız yok Şekip. Torunumla birlikte kuracağız şirketimizi. Dosta düşmana inat olsun diye, yapacağız bu işi.

-Şeref oğlum, bu kadıncağızı da kendini de kandırma. Bu tür işleri de çocuk oyuncağı gibi görme!

-Ama baba, baksana her şirket kuran köşelik oluyor. Alıyor dünya kadar krediyi, yapıyor yatırımını. İthalat, ihracaat derken katların, yatların sahibi oluyor. Biz de ithalat, ihracaat ve tekstil alanında faaliyet göstereceğiz. Aklıma yeni geldi, paranın bol olduğu bir başka sektör daha var: Reklamcılık. Buluruz birkaç oyuncu, çekeriz reklamı.

-Ben bile oynarım o reklamlarda oğlum. El aleme yedirmeyelim paramızı.

-Oynarsın, oynarsın babaanne.

Son sözler Şenay Hanım’ın kahkahası ile kesildi. Şehnaz Hanım bu duruma çok sinirlendi:

-Gülün siz, gülün! Son gülen de biz olacağız. Meğerse ne kadar çok bizi kıskanan varmış!

-Anacığım kıskanan filan yok. Bu işler hayalle olmaz. Şirketi kurmak çok para ister. Kurarsın istediğin zaman hemencecik kapatamazsın. Kapatırsın, yıllarca devlete birikmiş vergi borcu ödemek zorunda kalırsın. Oğlum Şevket, istersen sen benim yanımda biraz çalış. Hem bu işler nasıl yapılıyor öğrenirsin, hem de bana yardım edersin.

Şeyda hemen ekledi:

-Abiciğim hem de “Turp elle mi sökülüyor belle mi” görürsün.

Şeref sinirden kıpkırmızı kesildi, fakat bir şey söylemedi.

Koridordaki ev telefonu çalmaya başladı. Birkaç gündür gece bu saatte çok telefon gelmeye başladı. Bedava mıdır ne? Sahi “Akşam 7’den sabah 7’ye kadar bedava konuş” diye bir reklam duymuştum. Aramaların çok olmasının nedeni bu olmalı.

Şeyda telefona bakmak için kalktı. Biraz konuşup annesini çağırdı. Yarım saat kadar konuştuktan sonra Şenay Hanım içeri girdi.

-Amma da muhabbet ettiniz gelin hanım! Arayan kim?

-Kardeşim.

-Hangisi, o hayırsız olan mı?

-Neden hayırsız olsun?

-Telefonda sen söyledin az önce “Seni hayırsız seni!” dedin.

-O lâfın gelişi anne.

Konuyu kapatmak için Şenay Hanım bir şey bulmak ister gibi etrafa bakındı. Buldu da. Anlayacağınız gene kabak benim başıma patladı:

-Şeyda, o tencere kaç saattir orada duruyor? Al şunu oradan!

Dedi sertçe.

Şeyda isteksiz bir şekilde yerinden kalktığı sırada Şehnaz Hanım:

-Tencerem kaynarken, maymunum oynarken herkes benim dostum.

Dedi. Bunu birisini iğnelemek için mi söyledi, yoksa benden söz edilmesi mi bu sözü çağrıştırdı, doğrusu bilemiyorum. Bu sözdeki kaynadığı söylenen benim, onu anladım; ama şu maymun işine aklım ermedi. Yoksa bu ihtiyar eve bir de maymun mu alacak? Diyelim aldı. O maymun nasıl oynayacak? Kafam karıştı valla. Başımıza bir de maymun belası musallat etmesin şu Şehnaz Hanım!

Şeyda beni masa üzerinden aldı, doğru mutfağa götürdü. Ocağın üzerine öyle sert bıraktı ki dibim çıkacak zannettim. Bu kız beni çok kızdırıyor çoook…  Aman bir an önce birisini bulup gitse de şundan kurtulsak! Hem bu yaptığın yanına kâr kalacak zannetme Şeyda Hanım. Ben de Tencere Çelik’sem bir gün mutlaka bunun intikamını senden alırım. Bekle ve gör…

Ses tâ salondan duyulmuş olmalı ki Şenay Hanım bağırdı:

-Yavaaaş! Beni oraya getirtme!

-Elimden kaydı anne, elimden kaydı.

**

 

Biraz sonra Şekip Bey, mutfak balkonuna oturdu, sigarasını yaktı. Evin içinde sigara içmek yasaktı. O da canı istedikçe buraya gelir, küçük bir plastik tabure üzerine oturur, sigarasını tüttürürdü. Birkaç nefes çekmişti ki Şenay Hanım yanına geldi. Öfkesini Şekip Beyden çıkarmaya kararlıydı.

-Şekip, lütfen küllerini yere atma!

-Atar mıyım karıcığım? Bak, kül tablası elimde.

-Balkona ev terliklerinle mi çıktın yoksa?

-Hayır hayatım. Onlar eşiğin yanında, balkondakiler ayağımda.

Kararlıydı, bir kusur bulacaktı.

-Aaaa, aaaa!

-N’oldu?

-Bu tülün hali ne böyle?

-Ne varmış tülün halinde?

-Baksana!

-Yanlışlıkla sigara değmiş. Azıcık yanmış.

-Ne azıcığı, kocaman bir delik açılmış.

-Üzülme canım, yenisini alırız.

-Alırız da daha dikkatli olmalısın.

Dedi ve söylenerek mutfaktan çıktı.

O çıktıktan hemen sonra Şeyda içeri girdi. Babasının boynuna sarıldı.

-Babacığım senden bir ricam var.

-Söyle güzel kızım, söyle.

-Çift hatlı yeni bir telefon istiyorum.

-Senin telefonunun yeni sayılır kızım.

-Bıktım ondan. Ben yenisini istiyorum. Eskisini de babaanneme veririm. O da özeniyormuş cep telefonuna.

-Babaannen kullanamaz cep telefonunu. Onun telefonu olursa başımıza iş açarız. Fatura ödemekten bıkarız. Onun aklına böyle bir şey sokmayın sakın.

-Biz onun aklına sokmadık baba. Geçen gün “Herkesin bir cep telefonu var. Bir tek benim yok. Burada ayırımcılık yapılıyor. Referandumdan sonra zaten herkes beni düşman belledi.” Diyordu. Alacaksın değil mi babacığım?

-Peki, bakarız.

-Bakarız deme baba. Öyle dediğinde o iş olmayacak anlamı çıkıyor. Lütfen baba, lütfen!

-Tamam, tamam. Hemen alamam, ama birkaç aya kadar alırım sanıyorum. Bir fabrika ile görüşüyorum. Anlaşırsam hemen alacağım, söz.

-Teşekkür ederim babacığım.

Dedi ve o da gitti. Fazla vakit geçmeden Şeref geldi.

-Baba bana bir pantolon lâzım.

-Alalım öyleyse.

-Ne zaman alırız?

-Yarın benim yanıma gel, büronun yanındaki alışveriş merkezinden alalım.

-Orada kaliteli mal yok. Hep tapon mallar satıyorlar.

-Sen yarın gel, istediğin yere gider bakarız.

-Teşekkür ederim.

Şeref de çıktı. Şekip Beyden istek ve şikâyette bulunmak için gelmeyen sadece Şehnaz Hanımdı. Gelmemesi imkânsızdı. Neler konuşulduğunu öğrenmeden duramazdı. Nitekim mutfak kapısından kafasını uzattı, içeri baktı. Kimse olmadığını görünce girdi ve kapıyı da kapattı.

Şekip Bey, onu görünce bir sigara daha yakması gerektiğini düşündü. Ayağa kalkıp cebindeki çakmağı aramaya başladı.

-Ne o, beni görünce kaçmaya mı karar verdin?

-Neden kaçayım anacığım? Çakmağı arıyorum.

-İçme şu zıkkımı! Sabahları senin öksürüğünden benim uykularım kaçıyor.

-İçmesem iyi olur da, kendimi engelleyemiyorum işte.

-Herkes gelip gelip gitti yanına. Neler konuştunuz bakalım?

-Önemli bir şey yok.

Dedi ve sigarasını yakıp bir nefes çekti.

-O karın olacak çenebazın bağırışları geliyordu tâ içeri kadar. Gene benden mi yakındı sana?

-Senden söz edilmedi anacığım. Yanlışlıkla sigarayı mutfak tülüne değdirmişim. Tül yandığı için söylendi biraz.

-Ona ne oluyormuş? Tülü alan da sensin, yakan da. Yanarsa yansın, senden kıymetli mi? Canın sağ olsun.

-Daha dikkatli davranmam gerekirdi. Kadıncağızı üzdüm istemeden.

-Amaaan, üzülürse üzülsün. Boş ver! Geçende bazı şeyler duydum. Haberin olsun diye söylüyorum. Bunlar Şeyda’yı birilerine vermeye uğraşıyorlar.

-Olur mu öyle şey? Bir şey olsaydı bana da söylerlerdi.

-Söylemezler, söylemezler. Önce kendi aralarında fiskos yaptılar. Ben duymuyorum ya, ben sağırım ya! Gelin “Aman yavaş konuşun, bir duyarsa valla ortalık karışır” diye uyardı arkadaşlarını ama ben gene de duyacağımı duydum.

Tam bu sırada Şeyda’nın çığlığı ile irkildiler. Şeyda hızla mutfağa girdi:

-Ne oldu kızm?

-Deprem oldu baba. Duymadın mı?

-Ben hiç fark etmedim. Demek ki küçük bir depremmiş.

-Küçük olur mu? Bayağı salladı. Çok korkuyorum baba.

-Korkma kızım, bir şey olmaz.

Son sözü Şehnaz Hanım söyledi:

-Korkacağınıza imana gelin! Bunlar hep birer uyarı. Ders almasını bilene tabii… Şimdiki ufaktı, yola gelmezseniz büyüğü de yakında. Daha anlamadınız mı bu dünya kimin yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor?

 

?   ?   ?    

Sevgili dostlarım.

Artık  sizlere veda etme zamanı geldi. Bu son görüşmemiz. “Son” ifadesi her zaman içimi sızlatmıştır. Ancak bu konuda başka da yapılabilecek bir şey yok. Şunu biliyorum ki “Her şey önce başlar, ama önünde sonunda mutlaka biter de…” Bu gerçeği ben kabullendim; siz de kabullenin.

Vedalaşmadan önce cereyan eden önemli olayları özetleyerek sizlere aktarmaya çalışacağım. Fakat nereden, hangisinden başlayacağıma bir türlü karar veremiyorum.

Dilerseniz beni yaralayan olayla başlayayım: Şeyda nedense beni hiç sevemedi. Bir gün aceleyle beni ocaktan almaya çalışırken parmaklarını yaktı. Çünkü ocak çok açılmıştı ve alevler saplarımı iyice kızdırmıştı. Tutmak için bez de kullanmadığı için parmakları yanınca acı içinde kıvranmaya ve söylenmeye başladı:

-Anne, anneee, ellerimi çok fena yaktım! Bıktım şu hantal tencereden! Bunu atalım yerine yeni bir tencere alalım. Zaten oldukça eskidi.

Doğrusu Şeyda’nın elini yakmasına üzülmedim aksine sevindim. Böylece ondan intikamımı da almış oldum.

Bu konuşmadan iki hafta sonra açılan bir ambalajdan çıkardıkları yeni tencereyi benim yanı başıma koyuverdiler. Demek ki Şeyda, annesini benim aleyhime doldurmada başarılı olmuştu!

Yeni tencerenin bana tepeden bir bakışı var ki… Anlatamam o bakışı… Havasından yanına yaklaşılmıyor. Zavallıcık bilmiyor, bir gün kendi de benim düştüğüm şimdiki duruma düşecek! Yani onun pabucu da dama atılacak.

Bu tencerenin geldiği gün ilk yemek benimle değil onunla pişirildi. Beni alttaki dolabın içine attılar. Burada ne kadar kaldığımı tam olarak hatırlayamıyorum. Sadece uzun bir süre olduğunu biliyorum. Dolap evyenin altında olduğu için gece gündüz su sesi dinlemek zorunda kaldım. Etrafım tencere, tava ve değişik birçok kapla doluydu. Boruları da unutmayayım: Evyeden gelen boru, bulaşık makinesine ait iki boru. Her şey tıkış tıkış…

Aylar sonra helva yapmak için dolaptan çıkarılınca sevindim. Ne helvası, diye sorabilirsiniz. Hani biri öldükten sonra ev sahibinin komşulara helva dağıtma âdeti vardır ya, onun için… Kim mi öldü? Şehnaz Hanım. Evet Şehnaz Hanım sizlere ömür…

En son o günden dört gün önce Şehnaz Hanım’ın sesini duymuştum. Daha sonra duymadım, o nedenle bu garip durumdan şüphelendim. Evde hiç rastlamadığım derin bir sessizlik vardı. Demek ki Şehnaz Hanım çok hastalandığı için hastaneye kaldırılmıştı ve birkaç gün içinde de ölmüştü…

Sessizliğin nedeni anlaşılıyordu. Çünkü o, günde defalarca mutfağa girip bir şeyler atıştırmadan yapamazdı. Sesini duymasam, kendini görmesem bile ayak seslerinden ben Şehnaz Hanım’ı tanırdım.

Birkaç gece evde dualar okundu. Giden gelen oldukça çoktu. Ağlayan insan sesleri de duyuyordum, ama en çok sigara içmek için mutfak balkonuna çıkan Şekip Bey’i fark ediyordum. Burnunu çekmesi hatta bazen hıçkırması annesine ağladığını gösteriyordu.

Helva işi bittikten sonra tekrar dolaba kapatıldım. Bu olaydan birkaç ay sonra Şeyda evden kaçtı. Şenay Hanım ağlayarak kocasına durumu anlatırken olayı duydum.  Kaçma sebebi mağaza sahibi, zengin Zafer beyin yeğenine Şeyda’yı istemek için dünür gelmiş olması.

Annesi razı, babası kararsız, Şeyda “Hayır!” diyor, çünkü o çocuk ona göre “Mongolun teki”ydi…  Annesinin baskısı yüzünden daha önce telefon konuşması yaptığını söylediğim delikanlıya kaçmış. Aslında Şeyda, önceleri bu kaçtığı delikanlı ile ilişkisini sürdürüp sürdürmeme konusunda bile kararsızdı, ama demek ki ‘ehven-i şer’i tercih etmişti.

İş ister istemez tatlıya bağlanıp Şeyda’nın bu kişi ile evlenmesine razı olundu ve düğün dernek kuruldu. Düğün öncesi gelen misafirlere yemek yapmak için bir kez daha dolaptan çıkarıldım. Ben ve diğer tencereler günlerce kaynatıldık…

Bir diğer önemli haber: Şeref yurt dışına gitti. Şaşırdınız değil mi? İşsiz güçsüz, bu tembel çocuk ne yaptı da kendini yurt dışına attı? Sorunun cevabını bilmiyorum. Belki de babaannesi ile kurduğu şirket gerçekten başarılı olup ona bu fırsatın doğmasını sağlamıştır. Allem kalem edip gittiyse bile gene başarılı sayılır. Çünkü neticeye bakmak gerekiyor.

Bütün bu olaylardan sonra bir gün Şenay Hanım mutfakta Şekip Bey’le konuşuyordu:

-Şekip, şu son bir senede ailemizde çok önemli değişiklikler meydana geldi. Kayınvalidem vefat etti, Şeyda evlendi ve Şeref de yurt dışına gitti.

-Evet hayatım, bu hızlı değişimin ben de farkındayım ve şaşkınım. Hâlâ bu olanlara inanamıyorum. Değişikliklere alışırız elbet, ama zamana ihtiyacımız var.

-Şu kocaman evde sen ve ben kaldık.

-Hayat böyle Şenay… Bugün olmasa bile ileride bir gün aynı durumu mutlaka yaşayacaktık. Yaşlı insanlar ölüyor, gençler de yuvadan uçuyor… Ne yaparsın?

-Benim sana asıl anlatmak istediğim şu: Bu ev bizim ikimiz için fazla… Zaten büyük olması nedeniyle artık ev ile istediğim gibi ilgilenemiyorum. Onun için bence küçük bir eve taşınsak daha iyi olur.

-Taşınalım da onca eşyayı ne yaparız?

-Bize en gerekli olacakları alırız. Diğerlerini de ya satarız ya da ihtiyacı olanlara veririz. Kullanılamayacak durumda olan eşya varsa bunları da atarız.

-Sen nasıl istersen öyle olsun. Yarından itibaren ben ev aramaya başlayacağım; sen de eşyaları toplar ve götürülmeyecek olanları satılacak ve atılacak diye ayırırsın.

Şenay Hanım işe hızlı başladı, bir hafta içinde eşyaları topladı. Götürülmeyecek olanlar diye ayırdıkları neredeyse mevcut eşyanın yarısı kadardı. Beni de satılacak eşyalar arasına koymuştu. Derken bir hurdacının kamyonetinde buldum kendimi.

Hurdacı arabasını, şehir dışında bahçeli bir gecekondunun yanında durdurdu. Evi olmalıydı. Arabadan inince yanına iri bir köpek koşarak geldi, ayaklarına sürtünmeye başladı. Eliyle başına okşayıp, sırtına vurdu. Köpek uzaklaştı. İleride kümes ve etrafında 7-8 tane tavuk vardı. Ayrıca bahçede üstü açık olmasına rağmen depo olarak kullanıldığını anladığım derme çatma bir tahta kulübe bulunuyordu.

Arabanın motorunun sesini duyan bir bayan evden çıktı ve arabanın yanına geldi. Karısı olmalı. Kadın hurdaları yerleştirmede kocasına yardımcı olmaya başladı. Birçok hurda depoya rastgele bir şekilde atıldı. Sıra bana geldiğinde hurdacı beni evirdi, çevirdi ve “Bu işimize yarayabilir.” Diyerek karısına verdi. Kadın da beni alıp eve götürdü.

Kurtuldum diye seviniyordum. Demek ki bu ailede yaşamam için bana bir şans verilmişti. Bu sevincim uzun sürmedi. Bir ay bile olmadan hurda deposuna atıldım. Çünkü hurdacının karısı çok büyük olduğumdan kocasına şikâyet etti. Ayrıca benim yüzümden fazla yemek yapmak zorunda kaldığını ve bunların tüketilemeden çöpe gittiğini söyleyince Hurdacı beni tuttuğu gibi depoya fırlattı.

Depoda sonumun geldiğini anlamıştım. Kaderde ne varsa o olacaktı. Tevekkülle durumuma katlanmak zorundaydım. Aslında gene de diğer hurdalara göre şanslı sayılırdım. Çünkü en üstteydim ve altta ezilmem söz konusu değildi.

Burada neler vardı? Neler yoktu ki… Tencereler, tavalar, çaydanlıklar, ütüler, sobalar, buzdolapları, çamaşır makineler, daha neler neler… Tabii fareleri, kuşları, böcekleri, kedileri hatta yılanları da bunlara eklemeliyim.

Üstteyim diye seviniyorum ama bunun dezavantajı da vardı. Yağmur, kar yağdı mı; rüzgâr sert esti mi öncelikle üstteki hurdalar etkileniyordu.

Depoda bir yaz, bir sonbahar ve bir kış geçirdikten sonra Hurdacı birkaç gün üst üste depodaki hurdaları kamyonete yükleyip geri dönüşüm fabrikalarına götürmeye başladı. Yarın götürülme sırası büyük bir ihtimalle bende. O nedenle sizlerle vedalaşıyorum.

Beraberliğimiz buraya kadarmış. Ama belki de ileride karşınıza tencere olarak değil de tava, buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi veya konserve kutusu olarak çıkabilirim. Umarım o zaman beni hatırlarsınız!

Sevgili dostlarım beni unutmayın, hoşça kalın.

 

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..