Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Temmuz '08

 
Kategori
Anılar
 

Tez duyulan

Gece yarısı mahallenin ortasındaki asırlık kavak ağacının altında park halinde bekleyen her reno (Renault) 12’nin sivil polis arabası olduğunu biliyor olmak bizlerde öyle fantastik duygular uyandırmazdı sanki.

Bizim mahallenin hamurunda biraz Tarlabaşı, biraz Dolapdere, biraz da Kasımpaşa mayası olduğu için ve mahallenin adı da Şarampol olarak anıldığından o ekip arabası oradan hiç eksik olmayacaktı zaten.

Mahalle bekçisiyle bir komşuluk ilişkisi kuran mahalle sakinleri ağacın dibinde bekleyen ekip arabasının içindekilerle her zaman mesafesini korurdu; bu mesafe vatandaş memur ilişkisinden çok daha farklı bir ilişkinin türeviydi elbette, bir başka deyişle mahalleli ekip arabasının ‘Allah’a yakın’ olmasını isterdi sadece.

...

Geceler çok şeye gebeydi her zaman olduğu gibi. Bir sabah uyandığımızda her zaman top oynadığımız arsada kafası taşla ezilmiş bir insan cesedi görmek ya da atıl demirlerini toplayıp hurdacıya sattıktan sonra bize balık kraker, sarı gazoz mutluluğu yaşatan inşaatın kireç havuzuna birisinin atıldığını duymak, doğrusunu söylemek gerekirse bizlerde çok şiddetli hayret duyguları uyandırmazdı. Polisin “bakın bakalım tanıyor musunuz bu şahsı” diye bize gösterdiği insan eti parçalarından gözlerimizi ayıramasak da mahallenin o zaman ki evrimi buna müsaitti çünkü bilsek bilsek biz bilirdik o ‘şahsın’ kim olduğunu.

...

Bizim asıl korktuğumuz şey bir gece yarısı kapı tokmağının vurulmasıydı. Çünkü kapılarımızda asılı tokmaklar bizim gerçek misafirlerimizin kullandığı bir araç değildi. Herhangi bir saatte evimize gelen bir konuk, bir ucu kapının dışında, diğer ucu ise kapının içindeki süngüye bağlı ipi çekerdi eve girmek için. Kapı tokmağı daha çok postacıların, verem taraması yapan sağlık memurlarının, biraz da kırgın alacaklıların kullandığı bir düzenekti.

Annem, babamın güle oynaya yolladığımız Erenköy’deki SSK hastanesinde vefat ettiği haberini, küçük oğlunun bir mahalle kavgasında bıçaklandığını ve yoğun bakımda olduğunu ya da dinlemeye gittiği bir konser sonrası gözaltına alındığı haberini hep bu kapı tokmağının uğursuz sesinden sonra duydu. Kapı tokmağı devletti ve bizlere iyi haberler getirdiğini pek bilmezdik.

...

Benzer duyguları belediye hoparlöründeki sol-mi-do notalarından ibaret üç tane gong sesi de yaşatırdı bizlere, günün herhangi bir saatinde hayatımıza apansız giriveren detone mi detone üç tane gong sesi beraberinde genellikle ölüm haberlerini duyururdu.

Sol-mi-do ve “şehrimiz eşrafından ...”

Bugün ziline bastığım bir çok kapıda bu sol-mi-do seslerini duyuverdiğimde hemen ardından bir yerlerden kötü bir haber duyacakmışçasına irkilirim.

...

Arkadaşım Serhat sabahın üçünde alkol komasına bir duble kala sarhoş bir halde (bu, herhalde bizim alkolmetremizde “kafam bir milyon oldu” dediğimiz seviyeye denk geliyor) evimin kapısına yüklendiğinde ertesi gün beni bunları düşünmeye iteceğini elbette bilemezdi.

...

Tesis sıkıntısı gerçekten can sıkıcı bir şey.

Serhat “şu kapıya bir zil taktırmadın, bütün apartman uyandı be oğlum” diye beraberinde votka ile bira karışımı baş döndürücü bir koku ve yanında deri kıyafetler giymiş, muhtemelen topuklu çizmelerini çıkardığı zaman da boyu Serhat’ın ancak göğsüne kadar gelebilecek bir genç kız ile içeri girdi.

Dans, muhabbet, gürültü ve alkol yorgunu bedenlerini benim emektar koltuklara bırakıverdiklerinde yüzlerindeki o rahatlama ifadesini bana borçlu olduklarını bilmek benim de hoşuma gitmişti.

“senin haberin yok galiba”

“neyden haberim yok?”

Serhat o erkeklere has ağlama hareketiyle burun kemiklerini parmaklarıyla kıstırıp alnını yere eğdi ve birden sesli sesli ağlamaya başladı. Yanındaki kıza döndüm.

“Ne oluyor, kötü bir şey mi oldu?”

Kız ibiş gibi baktı suratıma

‘Ceyhun abi diye varmış İstanbul’da, o vefat etmiş’

“Ceyhun abi...”

...

Gözlerimin etrafındaki her çizgi aldığım ölüm haberlerinin anısıdır belki de ve ömrümüz gerçekten o şarkıda söylenen gibi ayrılıkların toplamından ibarettir.

Şu kucağımdaki gitar.

Onu nasıl tutacağımı, tellleri nasıl akortlayacağımı,

Neyi, nerede, nasıl çalacağımı bana bir baba sabrıyla öğreten Ceyhun abi ne acı ki bir daha ‘nerede kalmıştık’ diye geri dönemeyeceği bir yere doğru gitmiş ben uyurken. Çamurun kıyısındaki elmas parçalarından birisi daha kanatlanıp uçmuş.

Ne yapmalı şimdi?

...

Serhat alkolün verdiği dengesizliğin de etkisiyle bir taraftan usul usul ağlıyor bir taraftan da tuhaf bir şekilde - inler gibi Cem Karaca’nın “işte geldik gidiyoruz bilinmez bir diyara, eskiden karpuz idik şimdi döndük hıyara...” şarkısını söylüyordu. Yavaşça odadan çıktım, gözlerimin etrafında yeni kalınca bir çizgi daha vardı şimdi ve tanrıdan Ceyhun abiye rahmet vermesini dilerken dudaklarımda o anlamını bilmeden bir nefeste okuyuverdiğim ama bu şok zamanlarında beni bir nebze olsun rahatlatabilecek bir iki dua vardı.

...

Üzerine bindiğimiz alametle, kıyamete doğru giderken uyandık sabah, Serhat’la kısa boylu kız çocuğu ayrı ayrı odalardan çıkıp benimle aynı anda kapıya doğru yöneldiler. Bu durum gece olabilecek bir ‘orama dokunma buramı elleme münazarasının sonucu olabilirdi. Her neyse kız topuklu çizmelerini giyip boyunu Serhat’a ve diğerlerine denkleştirdi.

Yaşanan ölüm acısı sonrası hayatta kalanların ‘her şeye rağmen devam eden hayatı’ndan bizim kısmetimiz bunlardı işte, kızı bir otobüse bindirip birazdan türlü yalanlar atacağı evine doğru yolladık, Serhat’la sarımsaksız ve sirkesiz (ki bi .oka benzemez) birer sabah işkembesi içtik.

‘İstanbul’da değil mi cenaze’

‘öyle, kardeşi getirecek bugün’

‘Hep o çaçaron karısının yüzünden’

‘Öyle deme be oğlum’

‘Öyle öyle sen bilmezsin’

Yürüdük biraz daha...

“Buralarda elektrikçi dükkanı falan var mıydı ?”

“Köşede var bir tane, ne yapacaksın elektrikçiyi”

“Kapı zili alacağım anasını satayım’

...

“İyi günler kapı zili alacaktım ama çalacak melodiyi kendimiz kaydedebiliyor muyuz? ”

“Öyle şey olmaz abi, bunlar standart; kanarya var, bekar gezelim var, mastika var, gong var...”

Az daha biri bekar gezelim diğeri de gong melodisi çalan iki kapı zilini de alıp çıkacaktım dükkandan.

Düşünüyordum ki kara haber getirenler sol-mi-do sesleri veren gong ziline, iyi haber getirenler de bekar gezelim türküsünün nakaratını çalan kapı ziline bassınlar.

Neyse ki ölümün her türlüsüne alışık bi Anadolu çocuğu olarak görevlerim geldi aklıma ve dükkandan bir an önce çıkıp Ceyhun abinin kardeşini aradım ‘Çilingirle kapıyı açtır, biz gelene kadar evde sakat bi şey varsa yok ediver Okan dedi’

Bir süre uyuşturucu madde aradım evde...


Okan Ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..