Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Şubat '15

 
Kategori
Öykü
 

Tıp Fakültesi; Sıradan Bir Gün, Sıra Dışı Olaylar!

Tıp Fakültesi; Sıradan Bir Gün, Sıra Dışı Olaylar!
 

‘’ Biyokimya için 21. asrın harikalar ilmi demek hiç de abartılı bir tanıtma değildir. Biyokimyaya ilgi insanların yüzyıllar boyu devam eden hayatın sırrını çözme arzularından kaynaklanmaktadır. Fakat bugün modern ve pozitif bir bilim dalı olarak biyokimyanın gayesi, hayatın sırrını çözmek değil, canlılarda görev alan kimyasal bileşikleri tanımak, özelliklerini ve birbirleriyle etkileşimlerinin sebeplerini araştırmaktır.

Canlı varlıklar cansız moleküllerden ibarettir. Biyomoleküller olarak adlandırılan canlı yapılardaki bu moleküller tek tek incelendiği zaman, cansız maddelerin bağlı bulundukları bütün kimyasal ve fiziksel kanunlara uydukları görülür.’’

Hocanın sesi anfide çınlarken söylediği hiçbir kelimeyi kaçırmamak için kâğıt üstünde çılgınca hareket eden kalem sesleri de duyuluyordu.

‘’ Her canlı türü kendine has protein ve nükleik asite sahiptir. Bir Escherichia Coli bakterisinden insana kadar bütün canlıların 1010-1012 çeşit protein, 1010 çeşitte nükleik asit molekülüne sahip olabilecekleri hesaplanır.

Bu derece çeşitliliğe rağmen proteinler 20 çeşit aminoasitten, nükleik asitler 8 çeşit mononükleotidden sentezlenirler. Tıpkı 29 harfle ciltler dolusu kitap yazmak gibi... Biyokimyacılar tıbbın en zor, en derin konularına el atmışlardır.’’

‘’ Her şeyi yazmayın çocuklar! Şimdi söyleyeceklerimi dikkatlice dinleyin! ‘’

    Hocanın cümlesinin yarısında kalemin kâğıtta çıkardığı o çılgın ses aniden kesildi. Belli ki, cümle yarıya kadar yazıldı. Bu defa sadece olağan üstü bilgisi sayesinde güçlü bir kaynaktan doğduğu anlaşılan, bir an evvel ihtiyacı olan çorak yerlere ulaşmak isteyen sesi; anfiyi inleten bir çağlayan gibi yankılanıyordu.

‘’ En zor, en derin konular, bunlar için şunları örnek verebiliriz:

Tek bir hücreden kas, beyin, karaciğer gibi dokulardaki farklı hücreler nasıl oluşmaktadır?  Yani hücreler nasıl farklılaşır? Kompleks bir organı tanımak için hücreler birbirini nasıl tanır?  Hafızanın mekanizması nedir? Kanserin sebepleri nelerdir? Şizofreni nasıl ortaya çıkar? İnsan gen yapısından geleceğe dair neleri tahmin edebilir? Örneğin hastalıkları ya da kiminle evleneceğinizi?

Peki peki! Henüz biyokimya bunu bilemiyor. Bu sizi biraz toparlamak içindi. Biyokimya uyku getirmez! Biraz ara verelim.’’

Anfide ani bir gülüşme oldu. Hocamız çıkınca ses uğultu halinde yükseldi. Ben ve Berrin sınıfın en sıkı not tutanlarından olduğumuz için en önde oturuyoruz. Hemen yanımızda slaytları rahat değiştirebilsin diye hocamızın asistanı Cüneyt. Anfinin yarısı boşaldı.

Berrin dürttü beni;

‘’ Şehnaz, hocanın son söylediğini bilsek ne iyi olurdu değil mi?’’

‘’ Saçmalama Berrin, bu bilinebilecek bir şey mi? Uyku açıcı, iştahlı bir konu olduğu kesin. Baksana, sınıfın en iyisi olan seni bile ayartmış.’’

‘’ Aman sende! Hiç geyik yapılmıyor seninle. Onu bırak da bu Cüneyt nasıl kesti seni ders boyunca anlatamam.’’

‘’ Of Berrin ya! Her işi aynı anda nasıl yapabiliyorsun? Hem Tıp Fakültesinin en zor derslerinden biyokimyadan en yüksek notu al, hem not tut hem de orayı burayı takip et!’’

‘’ Zekiyim kızım ben.! Hoş çocuk kabul et. Bana baksa vallahi şu tuttuğum notları hayrına dağıtırım herkese… Bu denli yani! ‘’

‘’ Ben nişanlıyım, Berrin. ‘’

‘’ Ayyyy! Evet ya! Onu unuttuk, İntern Doktor Yusuf Bey. ‘’

‘’ Neyse yeter Berrin! Hoca geliyor. ‘’

Hoca ve asistanı Cüneyt hızlı adımlarla sınıfa girdi. Hoca bu kısa molada daha da enerji toplamış sesiyle derse kaldığı yerden devam etti.

 ‘’ Nerede kalmıştık!  Ah evet! !!’’

‘’ Biyokimyanın bir zamanlar yanaşılmaya dahi cesaret edilemeyen bu sorularının cevapları birer birer bulunuyor artık.’’

‘’ Canlıların yapılarında bulunan elementlerden bahsedelim şimdide. Canlılarda en çok bulunan elementler; Karbon(C), Hidrojen(H), Oksijen(O) ve Azot(N) tur. Sizce neden bu elementler canlı yapılar için uygun? ‘’

‘’ Yanıtlamak isteyen var mı bu soruyu? Berrin dışında konuşmak isteyen kimse yok mu?’’

 Çekingen bir bakışla soruyu cevaplamak için elimi kaldırdım. Hocamız anlamış olacak ki;

 ‘’Karbon hiç de çekingen davranan bir element değildir Şehnaz, sen de rahat ol! Dinliyoruz seni! ‘’

‘’ Öncelikle bu dört elementin ortak özelliği kovalent bağ yapabilmeleridir. Atomlar kararlı hale geçebilmek için en dış yörüngelerindeki elektronları başka atomların elektronlarıyla ortaklaşa kullanarak kovalent bağlarla birbirlerine bağlanırlar. Özellikle Karbon çok çeşitlilikte, kararlı bağlar oluşturabilir. Bu da bir organizma için çok büyük bir karbon iskeleti oluşması demek.’’

‘’Teşekkürler, Şehnaz! ‘’

Hocamız benim bıraktığım yerden konuyu tadına doyulmayacak bir keyifle anlatmayı sürdürdü.

‘’  Karbon elementi; benzersiz bir birleşme yetisine sahiptir. Böylelikle bir dizi karmaşık molekül yaratır. Bedenlerimizde bulunan karbon bazlı ‘biyomoleküller’ yediğimiz gıdaları metabolize etmekten tutun da gözün retinasına gelen ışığa tepki vermeye ve DNA’daki kalıtım bilgilerini kodlamaya kadar sayısız önemli görevi yerine getirirler. Bizler, varlığı karbonun yaygınlığına bağlı karbon bazlı, iki ayaklı yaratıklarız. Evren’ de karbon elementinin bolluğu bize şunu anlatır: az miktardaki atom çekirdeklerinin niteliklerinde bulunan olağanüstü, olasılık dışı rastlantılar serisi!’’

‘’ İlk ders de sizi uykudan silkeleyen o cümleye gidersek; içinizde, sürekli devinim halinde olan tüm atom parçacıklarına -sayısının çokluğu sebebiyle karbonlarınıza- kulak verin! Sizi olasılıklar serisinde sizin için her şeyini çekinmeden paylaşacak doğru atomlarla karşılaştıracaktır. İçinize yönelin çocuklar! Hepiniz bir dünyasınız! Önce tüm moleküllerinizle kendinizi keşfedin! Kendini bilmek; bu iyi bir hekim olmanız içinde ilk şart!’’

‘’ Evet, dersimizi burada sonlandırıyorum. Haftaya karbonhidrat metabolizmasıyla devam edeceğiz. Doğru karbonlarla karşılaşmanızı dilerim! Afiyet olsun hepinize! ‘’

Hocamız ardından asistanı Cüneyt –tabi bana gülümsemeyi ihmal etmeden-  gidiyorlar. Aynı duygularla olmasa da yine de sıcak bir gülümseyişle karşılık veriyorum.

Doktor bile olacak olsa bir kadın için karbon atomlarının en cazip hali olan tek taş nişan yüzüğüme dokunuyorum. Elmasın karbon atomlarından oluşmuş olması ne kadar manidar! Evrendeki varoluş sebebi karbon; bağlayıcılık ve kararlılık özelliği sayesinde tüm kâinata ve tüm canlılığa yaşama hakkı veren bu atom, aynı zaman da kadın ve erkeğin bir olmasının, bir akit ve sonsuz bir aşkla bütünleşmesinin de sembolü. İçimde ki karbonların tezahürü parmağımdaki karbonlara bakıyorum, bakışlarımın izlenip izlenilmediğini kollayarak.  Doğru olasılık bu mu?  Yusuf’un beni sevmesi! Peki ben! Ben sevmek nedir bilmiyorum ki; kimse beni o denli büyülemedi, ben büyülenmek istiyorum. Neler düşünüyorum böyle?

‘’ Şehnaz iyi misin? Ne o karbon mu çarptı? Hah ha hah!…. ‘’

‘’ Çok komiksin Berrin, daldım öyle! Hadi yemekhaneye gidelim sonra notları temize çekeriz.’’

‘’ Ee hadi!’’

Müco yanımıza yaklaşıyor, her zaman sabah ki dersleri kaçıran güne önce öğle yemeği ile başlayıp akşama mutlaka simitle çay eşliğinde kahvaltısını yapan biyolojik ritmi ters den yaşayan, tıbbın tüm kurallarını alt üst etmek için tıp da okuduğunu korkusuzca her önüne gelene söyleyen marjinal biri.

‘’ Kızlar! Domates tava, bulgur pilavı, ayran ve aşure varmış bugün. İnsan Müco’yu aramaz mı menü de aşure olur da ?’’

 Berrin Müco’ nun karnına sıkıca geçirip;

‘’ Boş mide boş kafa! Notlar bizden nasıl olsa, uyu sen! Sabahın köründe dersteydik biz, sabah sabah içimiz dışımız karbon oldu.’’  diye dert yandı.

‘’ Hadi gidelim, yolda yiyin birbirinizi. Hımmm,  aşure kim hayır diyebilir ki, umarım benim için  bir tabak soğuk aşure vardır. Şöyle tamda  jöle kıvamı…’’

   En çok öylesini severdim. O kalın tabakanın altında tıpkı Nuh’un gemisine bindirilmiş gibi hareketsiz duran bir yığın yemiş, hububat, fikse edilmiş o yoğun, olağanüstü lezzet.

  Yemekhane çok kalabalıktı. Hepimiz tabldotlarımızla güçlükle yürüyüp boş bir masa bulduk. Ve ben üzeri tüten onca aşureye karşın, buz gibisinden bulmuştum. Yemekleri her zaman dağıtan kadının yerine; kısa boylu, yüzündeki dövmelerle sanki ait olduğu kabileyi işaret eden, gözleri kısık, asık suratlı bir kadın kepçeyi sıcak aşure tenceresine daldırıyor, her bir karıştırma hareketiyle dualar mırıldanıyordu. Eline aldığı sıcak kaseyi bana uzatacakken;

‘’ Hayır! Ben şu kenarda bekleyen soğuk olanı istiyorum,’’ deyince; gözlerini daha da kısarak bana baktı. O anda yüzündeki tüm şekiller birbirine karıştı sanki. Tabağı bana verdi.

‘’ Orada sıranın kendisine gelmesini beklerken unutulmuş bu aşure, oldukça soğuk. Zamanın tüm soğukluğu üzerine geçmiş. Yine de istiyor musun?’’ diye sordu.

  ‘’ Aaaa, evet onu istiyorum.’’

Müco büyük bir iştahla yemeklerini kaşıklamaya başladı. Berrin kaşığını su balesi yapan bir balerin gibi domates tavanın bol suyunda gezdirdi. Üzerinde yüzen plastik şişeleri andıran domates parçalı bir kaşık kırmızı suyu isteksizce ağzına yaklaştırırken;

‘’ Bu kırmızı çamur birikintisini yiyip bizden doktor olmamızı nasıl bekliyorlar, anlamıyorum!’’ dedi.

‘’ Ne olsaydı mesela? Yakışıklı bir İtalyan şef Berrin Hanımefendi için;  taze porcini mantarlı lazagnette, yeşilbiber soslu ördek, orman meyveli-karamelli bir panna cotta mı pişirmiş olsaydı? Hah hah ha…! !!’’ diyerek dolu ağzıyla kahkaha attı, Müco…

‘’ Aynen Müco!, diye sinirle konuşmaya başladı Berrin. Hatta sen de olmasaydın yemek boyunca o yakışıklı şef bize eşlik etseydi.’’

‘’ Offf! Kırmızı çamur falan midemi bulandırdınız. Al Müco! Benimkini de ye! Bana aşure yeter.’’ Deyip tabldotumu Müco’ ya uzattım. Gözleri parladı.

Aşure kasesini önüme çektim. Aylarca suda kalan bir gemi geldi gözlerimin önüne… Tükenmiş bir yiyecek ambarı, ellerinde kalan ne var varsa onlarla pişirilen mukaddes bir çorba, gizemin içine sıkıştırılmış bir bilmece; aşure! Ve Nuh’un tufandan kurtulması! Kurtuluş, evet aşurenin bendeki yansıması kurtuluş!

Jölemsi kıvamın üstünde kabuk tutan kısmı kaşığın sivri kenarıyla parçaladım. Koku reseptörlerim tarçın, karanfil, portakal, elma, kayısı kokusuyla baştan çıktı. Bu tanıdığım eski kokular burun mukozasından çok sayıda küçük sinirlerle burun tavanındaki küçük delikleri olan kemik üzerine yerleşmiş koku soğanına ( olfaktör  bulbus)  oradan koku yolağı ile merkezi sinir sistemime ulaşıyor. İşte ilk kaşıkta aldığım lezzeti aslında bu koku oluşturuyor. Hazla çiğniyorum ağzımdaki yumuşak, soğuk jölemsi lezzeti…

Bununla birlikte hiç hesapta olmayan bir şey oluyor. Çevremdeki gerçek görüntüler silinmeye başladı. Berrin’in ve Müco‘nun  haykırışları arasında kendimden geçiyorum...

‘’ Şehnaz, Şehnaz!........’’ duyduğum son sözler.

………………………….

 

Bu ev, hayalini kurduğum! Önünde verandası, oraya kurulmuş bir salıncakta oturuyorum.  Üzerimde leylak renkli ipek bir gecelik ve sabahlık. Ellerim çok zayıf, solgun, vücudum ağrıyor. Her yerim! Saçlarım yok! Aman Allah’ım!  Allah’ım gücüm yok kalkmaya…

Buraya nasıl geldim ben! Neresi burası, ne oldu bana?

Elinde bir tepsi de koca bir bardak portakal suyuyla Yusuf yanıma geliyor.

‘’ Yavaşça doğrul, canım… Ben tutarım, sen biraz içmeye çalış.’’

Konuşmaya halim yok, Yusuf’ da çok bitkin görünüyor. Pipeti nazikçe ağzıma yerleştiriyor.

‘’ Bugün Ayşe anneannesinde kalacak. Seni yoruyor, biraz dinlenirsin, hayatım.’’

Zorlukla konuşuyorum. Çıkan ses bana ait değil sanki, ses tonum bile farklı.

‘’ Ne oldu bana Yusuf? ‘’

‘’ Her şey düzelecek aşkım, endişelenme sen! Sadece dinlen!’’

‘’ Lütfen! Çok mu hastayım?’’

‘’ Şehnaz yorma kendini, hep iyiye gidiyorsun. Düzeleceksin canım.’’

Alnıma sıcak bir öpücük kondurup, gidiyor Yusuf.

Kısık gözlü, yüzü dövmeli az önce yemek dağıtan kadın birden beliriyor.

‘’ Zamanın soğukluğu bu Şehnaz, on yıl sonrası yaşadıkların. Kansersin!’’

……………………………

''Şehnaz, Şehnaz...!!''

Herkes başıma toplanmış Müco’nun kollarında kendime geliyorum. Hemen yanı başımda Berrin ve bir yığın insan.

'' İyi misin, bayıldın az önce, çok kısa sürdü, ama çok korktuk Şehnaz.'' 

Ellerime bakıyorum, saçlarıma dokunuyorum hemen, çok şükür iyiyim. Bana çok uzun gelen zaman da ruhumun bedenimden ayrıldığını, zaman içinden başka bir zamana geçtiğini hissettim. Hiç bir şey olmamış gibi oysa, sadece öğrendiklerimin, hissettiklerimin korkusu....

‘’ İyiyim ben bırak beni Müco!''  

'' Yusuf'u görmeliyim.'' Zorlukla kurtuluyorum ellerinden, beni yalnız göndermemekte ısrar ediyorlar sonra daha fazla yormamak için vazgeçiyorlar, akılları bende kalsa da...

Yusuf’u bulmalıydım, acilde nöbetçiydi bugün. Çok sarsıldım, yürümekte zorluk çekiyorum. On yıl sonrasına geleceğe gitmiştim, nasıl olmuştu bilmiyorum ama bu bir yolculuktu, rüya değildi eminim.

Yusuf’u acilde yaşlı bir kadının üzerine eğilmiş gördüm. Kadının boylu buyunca uzandığı sedye tamamen kan içindeydi. Seri bir şekilde kanamayı kontrol etmeye çalışıyordu. Telaşlı, ümitsizce bekleyen hasta yakınlarıyla dolu koridor da kapısı açık olan acil odasını görebilecek bir bekleme koltuğuna oturdum. Büyük bir aşkla, soğukkanlılığını koruyarak çalışıyordu arkası bana dönük olmasına karşın yüzündeki merhameti, bir canı hayatta tutma isteğini görebiliyordum sanki bakışlarında…

Yanında kendini asiste eden hemşireyle hastanın üzerinden çekildi. Ellerini yıkamak için lavaboya yöneldi. Belli ki; Yusuf’un o narin, şefkatli elleri ilk müdahaleyi başarıyla atlatmıştı.

Hasta yatacağı servise gönderilirken, Yusuf’ da koridora çıktı. Beni görür görmez yüzündeki yorgunluğu, sıkıntısı hemen dağıldı.

Beni gürültülü, telaşlı koridordan çekip kurtarmak için elimi tutup acilin yanındaki doktor odasına götürdü. Burada çok istirahat etme fırsatları olmasa da bu amaçla odaya yerleştirilen kanepenin üzerine oturduk. Ellerimi alıp dudaklarına götürdü.

‘’ Hoş geldin canım, yoğunduk biraz yemeğe gelemedim. Arayamadım da seni, özlemişim iyi ki geldin!’’ Bunları söylerken öyle aşkla bakıyordu ki bana, başımı çevirdim.

Parmağımdaki yüzüğü çıkarıp sıcak avucuna koydum, hala gözlerine bakmaya cesaret edemeden.

‘’ Yusuf ben ayrılmak istiyorum. Bana hiçbir şey sorma lütfen! Seni mutlu edemem, sen üzülmeyi hak etmeyen birisin, buna sebep olamam.’’ Sözcükler zehir gibi döküldü dudaklarımdan, yakıcı bir etkiyle ona çarptı her biri…

Derin bir acı yerleşti güzel yüzüne, titreyen dudaklarıyla güç yettiremedi konuşmaya, doldu gözleri… Sonra çaresizce;

‘’ Neden? ‘’ diyebildi sadece, gözleri çok şey söylüyordu oysa, sensizlik dayanılmaz gelir bana, yarım kalır her şey, ben boşuna yaşayan bir adam olurum, demek istiyordu.

Gözümdeki yaşları silerken, ayağa kalktım;

‘’ Bitti Yusuf! Bana bir şey sorma! İstemiyorum artık.’’ dedim sesimin tonunu kontrol etmeye çalışarak. Bunu ona yapamazdım. Onu uzun bir hayat bekliyordu. Kısacık hayatımla ona acı yaşatmaya, ölümümle onu yıkmaya hakkım yoktu. Şimdi en azından beni mutlu zannedecek bununla teselli olacak ve biraz toparlanınca kendine yeni bir hayat kuracaktı. Yüzüğü kanepeye koymuş kararlığım karşısında tek kelime edemeden başı ellerinin arasında çöken omuzlarıyla derin acısını yüreğine davet ediyordu ne kadar süre orada kalacağını bilmeden. Benden kalan o acıya bile razı görünüyordu.

Kanserden ölecektim. Sadece on yılım vardı. Yapayalnız geçirmek istediğim uzun bir süre, yapmak istediğim bir yığın şey için oldukça kısa… Yusuf’un tekrar konuşmasına fırsat vermeden, hızlıca uzaklaştım süresi meçhul olmayan, emanet bir hayatı yaşamaya…

*Biyokimya ders notları için Prof. Dr. Edip Keha Hocam'a saygılarımla...

https://www.youtube.com/watch?v=6Fs1bFCfTIQ

 

 
Toplam blog
: 110
: 1076
Kayıt tarihi
: 26.05.14
 
 

Dünyanın kirletemediği bir lotus... ..