Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ağustos '11

     
    Kategori
    Mizah
     

    Tirebolu'da kalan korkularım

    TİREBOLUDA KALAN KORKULARIM

    Sakarya İlk Okulu 1 veya 2. sınıf öğrencisi iken, (tahmini 1959 yılı) çok sevdiğim arkadaşım Hikmet AKÇAL, denize girdiği Kum’da (şimdiki Plaj) boğularak can veriyor.

    Hikmet’in boğulduğu haberi anında tüm Tirebolu’ya yayıldığından, evimizin önünde oynadığımız oyunu bırakarak arkadaşlarla birlikte koşarak Kum’a geliyoruz.

    Hikmetin cansız bedeni denizden çıkartılmış ve inşaatçıların tuğla taşımak için kullandıkları 4 kollu bir el arabasına konulduğu sırada olay mahalline varıyoruz.

    Sevgili arkadaşımın ölmüş halini bu şekilde görünce (o ana kadar hiç ölü görmemiştim) bir tuhaf oluyorum, bacaklarım titriyor ve yere çömelmek zorunda kalıyorum.

    Korku ve üzüntüyle karışık bu tuhaf duygularla ilk defa tanıştığımdan, cenaze alınıp gittiğin de bile, ben hâlâ Kum’da öylece kalakalmıştım.

    Akşam olduğunda, evin halkı beni evde bırakarak (herhalde bekçi olarak) cenaze evine mateme gidiyorlar..

    Giderken annem bombayı patlatıyor.

    —Aman oğlum sakın evden dışarı çıkma! Hikmetin ruhu sevdiği arkadaşlarının evlerini ziyaret edecek, yaramazlık yapma, erkenden yat uyu. Ruhu kızdırırsın sonra...

    Kaldık mı evde tek başımıza.

    Bu ruh da neyin nesi, şimdi beni ziyarete mi gelecek, gelince bana ne yapacak?

    .

    Yatağa girip yorganı üzerime çekiyorum ve korkudan tir tir titreyerek başlıyorum bağıra bağıra söylenmeye

    —Hikmet valla ben seni az seviyordum. Ruhun beni ziyarete gelmesin!

    —Hikmet duy beni!

    Yorganın altında o kadar bunalıyorum ki, terden sırılsıklam oluyorum.

    —Ula Hikmet ne işin vardı kumda da boğuldun. Yüzme bilmiyorsan neden açıldın da beni burada sıkıntılara sokuyorsun?

    Yorgan altında kafamı dışarı çıkartmadan yatmaya fazla dayanamıyorum ve yataktan çıkarak, annemle babamın karyolasının altına giriyorum.

    —Bu Hikmet'in ruhu gelse bile artık burada beni kesinlikle bulamaz!

    Karyolanın altında bohçaların arasında kendimi iyice saklayarak hiç hareket yapmadan heykel gibi yatıyorum.

    Öyle ya bir ses çıkartsam Hikmet'in ruhu beni anında bulur.

    Hikmet’in Sakarya İlk Okulu arkasındaki evinden feryatlar, ağlamalar, çığlıklar, Çarşı mahallesinde Hükümete yakın olan evimize kadar geldiğinden, ben tekrar başlıyorum Hikmet’e kızmaya.

    —Bütün Tirebolu’yu ağlattın Hikmet. Bende herhalde bu korkuyla annemler gelene kadar dayanamam. Kuma gideceğine bizim mahalleye gelseydin de Mile oynasaydık ya seninle.

    Öldüğü için Hikmet'e küfür edeceğim ama ya ruhu anlarsa ben ne yaparım sonra.

    Karyolanın altında hareketsiz geçirdiğim o uzun saatler benim hayatım boyunca unutamayacağım korkulu en kötü anılarımdı.

    * * * * * *

    Hikmet’in ölümünden kısa bir süre sonra, bir ramazan günü, sofralar kurulmuş, iftar saatinde top atılmasını beklerken, kardeşimle birlikte pencereden Kozbaşı ve Cintaşı mahallesine doğru bakıyoruz.

    Bir anda gökyüzünden bir ışık kütlesi Sakarya İlk Okulunun yanında bulunan (şimdiki belediye binasının bulunduğu yer) mezarlığa doğru iniyor.

    Ben “ışık düştü, ışık düştü” diye bağırırken, kardeşim “nur indi, nur indi” diye haykırıyor.

    Annem şaşırıyor.

    —Nur mübarek insanların mezarına iner ve bu nur’u sadece Allahın sevdiği kulları görebilir. Ne mutlu sizlere!

    Haydaaa, Hikmetin korkutan ruhundan sonra şimdide karşımıza nur çıktı.

    (Daha sonraları, nur için yaptığım araştırmalarda, genellikle bu ışık demetinin atmosfere giren gök taşlarının sürtünmeden dolayı parçalanıp ateş halini almasından kaynaklandığı bilimsel olarak açıklanmış olsa da, neden genellikle bu gök taşlarının ateş haline gelmiş tozlarının mezarlıklara düştüğünü pek anlamış değilim. Bu sorumun cevabını da dinimiz şu şekilde açıklıyor: “Kutsal yerlere gönderilen Allahın ışığı” )

    (Bir Ara not: Belediye binası yapılmasıyla kaybolan bu mezarlığın kimlere ait olduğunu sorduğum yaşlı kişilerden kimi Rum mezarlığı, kimide Türk mezarlığı olduğunu iddia etmişlerdir. Bilenlerin açıklama yapmasını bekliyorum)

    Nur gördük ve şimdi Allah tarafından seviliyoruz ya, artık komşunun bahçesinden mandalina da yürütemeyeceğiz.

    * * * * * *

    Ve bu nur olayından da kısa bir süre sonra annemin hasır bilezikleri, evimizde yapılan bir kadınlar günü toplantısında çalınıyor.

    Annem çalan kişinin bir devlet memurunun eşi olduğunu kesinlikle iddia ediyor ama ispat edemeyeceği için bu hanımın ismini telaffuz edemiyor.

    Annem iki gözü iki çeşme günlerce ağlıyor. Çalan kişiye beddualar ediyor.

    Sonunda iş bilen kişiler, hırsızın kim olduğunu bulmak için Falcı Şakir’in gelmesinin gerektiğini söylüyorlar.

    Anneme Falcı Şakir’in kim olduğunu merak edip sorduğumda aldığım cevap çok ürkütücü.

    — Cinleri olan her şeyi bilen bir falcı.

    Şimdi de karşıma hiç bilmediğim bir de “cin” cıktı.

    —Yahu anne bu cin ne işe yarar?

    —Kötü ve yaramaz çocukları çarpar, ağız burun yamultur, el ve ayakları birbirlerine dolandırır.

    Biraz rahatlıyorum, çünkü etrafımda hiç ağzı burnu yamulmuş arkadaşlarım yok, demek ki o kadar kötü ve yaramaz çocuklar değiliz. Ama gene de dikkat edilmesi gerektiğini biliyorum.

    Nihayet beklenen gün geliyor ve Falcı Şakir evimizin merdivenlerini çıkıyor.

    Falcı Şakir’in geleceğini bilen mahallenin tüm kadınları sanki düğün evi gibi odaları doldurmuşlar ve Falcı Şakir’den gelecek sonucu merakla bekliyorlar.

    Falcı Şakir bir tas su istiyor, annem suya doğru bir şeyler okuyor ve Falcı Şakir suya bakıyor, yüzü buruşuyor, hık mık derken, ” aaa bu işte devlet adamı var, ben bir şey söyleyemem” diyerek su dolu tası anneme geri vererek koşar adımlarla merdivenlerden dışarı doğru kaçıyor.

    Annem su dolu tası Falcı Şakir’in peşinden merdivenlere doğru fırlatıyor

    —Ağzına b.k koyduğumun falcısı söyle o devlet adamının adını! Kaçma buraya gel!

    Kadınlar annemi sarmalamışlar susturmaya çalışıyorlar

    —Kız sus Allah çarpar seni sonra!

    Annem Falcı Şakir’e küfürleri savururken, bileziklerini çalan memur hanımına da beddua ediyor.

    —Allah bu karının çocuğunu sakat doğursun da hırsızın bu olduğunu anlayayım.

    Bu olaydan 20 sene sonra Foça da ki şantiyemde çalışırken ziyaretime gelen annem ve kız kardeşim, bileziklerini çalan hanımın Çeşme’de olduğunu öğreniyorlar ve kendisini görmeye gidiyorlar.

    Döndüklerinde annem ağlıyor. Sebebini sorduğumda, buldukları hanımın sonradan doğan oğlunun kollarının sakat olduğunu ve sebebinin kendisi olduğunu söylüyor.

    —Keşke bu kadına beddua etmeseydim, bu çocuğun ne kabahati var. Çok üzüldüm. Annesi ile karşılıklı çok ağlaştık.

    Ve annem ölünceye kadar bu vicdan azabıyla yaşamış, her sakat veya engelli görse bu çocuğu hatırlayarak çok gözyaşı dökmüştür.

    Ruhlar, Nur, Cin, Beddua… Doğanın gizemli sırları!

    O dönemlerde bu konuları biz çocuklara korkutmadan doğru bir şekilde aktarabilecek bilgi donanımı olan ailelerimiz yok!

    Bu dönemlerde de çocuklar artık her şeyi internet’ten rahatlıkla öğrenebiliyorlar

    Bu yazı vesilesi ile Hikmet’e, Falcı Şakir’e ve anneme tanrıdan rahmet diliyorum.

    Kalın sağlıcakla

    mcinarcetinkaya@yahoo.com 

     
    Toplam blog
    : 1
    : 1206
    Kayıt tarihi
    : 24.07.11
     
     

    Elektrik Mühendisiyim. Seyahat, Halk Oyunları, Tarih ve Fotoğraf Sanatçılığı ilgi alanımdır. 1952 Ti..