Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Eylül '13

 
Kategori
Öykü
 

Tırnak makası

Erkenden kalktı. Yüzünü yıkadı. Pantolonu ve gömleği giydi. Çorabını giydi. Mutfağa gitti. Buzdolabını açıp baktı. “İyi, kahvaltılık ve yemeklik var; meyve de var” dedi. Sonra ‘süt var mı?’ diye baktı. Süt de vardı. Rahatladı. Günlerdir işsizdi. Ama onun bu dolabı kontrol huyu yıllardır vardı. Eğer dolapta bir şey eksik olursa çok huzursuz olurdu. Hem de şimdi paralar suyunu çekmişken, dolapta bir eksiğin çıkmayışına çok sevindi. Olanlar en az beş gün yeterdi.

Elini pantolonun sağ cebine soktu. O cebinde her zaman tırnak makasının takılı olduğu kapı anahtarı ve varsa parası olurdu. Sol cebini pek kullanmazdı. Cebinde gezdirdiği parmakları, bozuk paralara dokundu. Bir yirmi beş kuruş, bir yirmi beş kuruş, bir de bir lirası vardı. Paralara bakmadan, dokunarak anlardı.

Cebini karıştırdı. Başka para yoktu. Onları çıkardı. Yüz elli kuruş masanın üstüne koydu. Üç ekmek parası… ”İyi” Dedi. Bu gün ve belki yarınki ekmek sorunu çözülmüştü. Belkiydi. Çünkü kendisi evdeki ekmeğin durumuna göre, yetmeyecekse yemeyiveriyordu. Yani sık sık mecburi oruç tuttuğu çok olmuştu. Neyse dolaptakiler en az beş gün yeterdi. “En kısa sürede iş veya borç bulmam lazım” dedi. Elini yine cebine (tabi sağ cebine) soktu. Anahtarları, onlara takılı tırnak makası ile birlikte çıkardı. Parmağını tırnak makasının zincirine soktu.

Yürürken tırnak makasıyla anahtarları sallamak hoşuna gidiyordu. Onda sanki arabası varmış gibi, bir his uyandırıyordu. Aslında araba meraklısı değildi. Bırakın arabayı, bisiklet bile binmemişti. Hiç de arzulamamıştı. Ama olsun. Sanki arabası varmış gibi, onları sallayarak yürümek; ona ayrı bir hava, bir haz veriyordu.

Tırnak makası; bildiğimiz o klasik metal renkli olanlardan farklıydı. Yalnız kasaba, köy pazarlarında çerçilerin sattığı cinstendi. Tırnak kesmek için basılan yer yuvarlakça; üstü saydam mika kaplı, onun altında gül resmi olan büyükçe bir tırnak makası.

Bir gün evde hanımından tırnak kesmek için tırnak makası isteyince; o sırada evde olan kayınvalidesinin çantasından çıkarıp verdiği, sonra hediyem olsun dediği tırnak makasıydı. O günden beri hep anahtarına takılı cebinde taşıyordu.   

İşte şimdi yine zinciri parmağına takılı sallıyordu. Sallamayı durdurdu. Gürültü yapıp çocukları uyandırmak istemedi. Kapıyı usulca açtı. Karısı uyanık bakıyordu. Ona fısıltıyla ekmek parasını bıraktığını söyledi. Akşama gelirim dedi. Karısı anladım gibilerden, gözünü kırptı.

Kapıyı usulca kapattı. Ayakkabılarını giydi. Dış kapıyı açıp dışarı çıktı ve kapıyı usulca kapattı. Merdivenden aşağı iniyordu. Ama o gün ne yapacağı konusunda karasızdı. Aslında her gün yapacağı şeyi yapacaktı. Bir yandan iş arayıp, diğer yandan borç para bulmaya çalışacaktı. Ama her iki konuda da pek ümidi yoktu. İş bulmayı olanaksız görüyordu. Çünkü kendi durumunda hemen her gün iş arayan birçok kişiyle karşılaşıyordu.

Mesleğinin hiç geçerliliğinin olmadığını yaşayarak anlamıştı. Halbuki fakülteye girdiğinde çok ümitliydi. Öğretmen olacağım diye çok sevinmişti. Tahsilini bu umutla devam ettirmişti. Bu sırada kendinden bir sınıf küçük bir kızla tanışmıştı. Okulunu bitirir bitirmez de onunla evlendi. Askere gitti. Karısı o gelene kadar okulunu bitirmiş, bir de kızı olmuştu. Bütün bu süreçte kendi ailesi ve karısının ailesinin yardımıyla yaşamışlardı.

Babasının iki katlı bahçeli bir evi vardı. Burada anne ve babasıyla birlikte yaşamışlardı. Ama asker dönüşü karısı ile birlikte öğretmen olmak için sınava girmişler. Bu arada ailelerinin yardımıyla bir ev tutup oraya taşınmışlardı.

Ve o günden beri ikisi de öğretmen olmak için çabalıyordu. Ama ikisinin de pek umudu kalmamıştı. Çünkü her yıl başvurular yapıyor, sınavlara giriyor, yeterli puanlar aldıkları halde bir türlü tayinleri olmuyordu. Kendisi matematik, karısı da sosyal bilgiler öğretmeniydi. İkisi bir süreliğine, bir dershanede çalışmıştı.

Bu arada karısı ikinci kızlarını dünyaya getirmişti. Ve evde çocuklarına bakıyordu. Zaten dershanedeki işleri sona ermişti. Bizimkinin bu güne değin yapmadığı iş kalmamıştı. Lokanta garsonluğu, inşaat bekçiliği, mahrukatçının yanında iş, seyyar satıcılık, pazarcılık yaptığı işlerin bazılarıydı. Her işi yapmış, ama bir türlü öğretmen olamamıştı.

Haliyle her gün geçim sıkıntısı artıyordu. Yaşlı anasına yük olmaktan utanıyordu. Babası ve karısının babası vefat etmiş, iki ailenin de desteği azalmıştı. Şu sıra en bunalımlı günlerini yaşıyordu. Hala ayakta ise, bu karısının eşsiz desteği sayesinde oluyordu.

Ama artık karısından da utanıyordu. Onun iyi niyetini, özverisini istismar ettiğini düşünmeye başlamıştı. Hele şu son yaşadığı parasızlık ve iş bulma çabalarının sonuçsuz kalması direncini kırmıştı.  Ama her şeye rağmen bir çare, bir çözüm bulmak zorundaydı.

Bu duygularla merdivenden indi. Kapıyı açıp dışarı çıktı. Köşedeki berberin önünde tabureyi gördü. Bir süre orada oturmak istedi. Ama vazgeçti. Çünkü berberden borç almış, verememişti. “Yakında evden çıkamaz hale geleceğim” dedi. Nereye gideceğini bilmiyordu. Birden aklına bir gün önce karşılaştığı Necmi Amcanın sözleri geldi.

Necmi Amca babasının asker arkadaşı, çok eski bir dostuydu. Evvelki gün can sıkıntısıyla saatlerce dolaşmış, sonra dinlenmek için meydandaki caminin parkında bir banka oturmuştu. Bu park genellikle, yaşlıların, emeklilerin hem buluşma hem dinlenme yeri gibiydi…

Burada otururken önünden geçen biri, durup ona dikkatlice bakmıştı. Göz göze gelince de  “sen Necati’nin oğlu değil misin?” deyince o da onu tanımıştı. Babasının asker arkadaşı Necmi Amca’ydı. Kalkıp “evet amca benim” deyip elini öpmüştü. Birlikte oturmuşlar.

Necmi Amca “hayırdır, bu ihtiyarların arasında ne işin var?” diye sorunca o da bir anda konuşarak boşalma ihtiyacı duymuş; sizin de kısmen bildiklerinizde dahil, adeta tüm hayatını anlatmaya başlamıştı. Anlattıkça rahatlıyordu. Bu, çok seyrek gördüğü baba dostu, babacan görünüşü ve tavırlarıyla ona rahatlık vermişti.

“İşte amca, bu yüzden iş aramak için çıktım. Ne yapacağımı, nereye başvuracağımı bilmeden dolaştım; yorulunca burada dinlenmek için oturuyordum” demişti.

Necmi Bey çok duygulanmıştı. Bir sormuş, bin dert işitmişti. “İyi oğlum iyi dersin de. Ben rahmetliyle karşılaştığımda bunlardan hiç bahsetmezdi. Çocuklar iyi derdi. Hiç senin için falan dert yanmazdı" dedi.

Sonra cevabını kendi verdi “tabi ya. Necati hep böyleydi. Kan kusar, kızılcık şerbeti içtim derdi. Askerde bile kaç kere arkadaşları yüzünden başı derde girmiş, hiç şikayet etmemişti. Hep sineye çekerdi. Ah Necati ah… Ben sana ne diyeyim” demiş, sonra ona “oğlum sen Necati’nin oğlusun. Rahmetli adam gibi adamdı. Onun oğlu boş kalmaz. Benim bir arkadaşım var mütahit. Onun mutlaka senin gibi birine ihtiyacı olur. Dur bir arayalım” demiş ve orada telefon etmişti.

Ancak arkadaşının şehir dışında olduğunu ve yarın (bir gün önce) döneceğini öğrenmişti. Ve bunun üzerine telefon numarasını ona vermiş, “yarından sonra (yani bu gün) mutlaka ara, ben daha önce arayıp seninle ilgili bilgi veririm” demişti.

Bu aklına geldi. Nemci Amca’nın arayıp, bilgi verip vermediğini bilmiyordu. Ayrıca müteahitin ona iş vereceğine aklı kesmemişti, ama belki bekçilik falan verir diye içinden aramak geldi. Telefonu konturluydu. Kontrol etti, yüz elli kuruşluk konturu kalmıştı. “Bu gün şansımdan cebimde yüz eli kuruş, kontur yüz elli kuruşluk, hep yüz elliden gidiyorum” diye güldü.

Bu onun en güçlü yanıydı. En sıkıntılı anında bile kendisiyle dalga geçebiliyordu. Pek ala konturu yeterdi. Mektup yazacak hali yoktu ya. Öyle “eeli, ıılı” konuşma uzarsa, teşekkür edip kapatırdı.

Büyük bir heyecan içinde numarayı çevirdi. Karşıda kalın bir ses “alo” deyince hemen kendini tanıtıp, Necmi Amca diye söze başlayacaktı. Adam “tamam oğlum, Necmi bahsetti. Haydi atla gel. Saat on’a kadar burada ol. Geç kalma, ben şehir dışına gideceğim” dedi. Ve adresi söyledi.

Bizimkinin nutku tutulmuştu. Yalnızca “peki efendim, hemen geliyorum” deyip telefonu kapattı. Şaşkınlıktan orada düşüp bayılacaktı. Hiç ümit etmeden, bir yerde rast gele bir telefon etmiş, adam hemen gel demişti.

Bu iş bu kadar kolaydı da, günlerdir, hatta aylardır, yıllardır çektiği çileye ne demeli? Birden kendini toparladı. Adam “saat on’a kadar gel” demişti. Saatine baktı, dokuzu on geçiyordu. “Eyvah!” dedi. Mutlaka yetişmesi lazımdı, ama nasıl? Gideceği adrese ancak meydandan kalkan dolmuşla gidebilirdi. Cebinde metelik yoktu. Etrafına bakındı borç para isteyecek kimse yoktu.

Elinde anahtarla birlikte, tırnak makasını sallayarak hızla yürümeye başladı. Bir yandan da kendi kendine konuşuyordu. “Oğlum, dolmuş parasını nerden bulacaksın?” dedi. Telefonu aklına geldi. Yolda telefoncular vardı. “birine satar, geçerim” diye düşündü. İçinden kendi kendine konuşmaya devam ederek. “Olur mu oğlum, ya işe giremezsen. Telefonu tekrar nasıl alacaksın” dedi. “olmaz” dedi.

Bir gözü yerde, bir gözü yoldaydı. Zaman zaman ummadığı anda yoldan para bulduğu olmuştu. Bu yüzden para bulurum ümidiyle yola bakıyor, bir yandan gelip geçenlerin arasında “bir tanıdık var mı?” diye bakıyordu. Bu yolda defalarca yürümüş, birçok tanıdıkla karşılaşmıştı. Ama terslik şimdi yürürken hiç tanıdığa rastlamıyordu.

Nasıl yapacak, oraya zamanında nasıl ulaşacaktı. Düşünmekten başına ağrı girmişti. “İşe bak” dedi. “dolmuş parası yüzünden, işten olacağım”. Telefonu açıp “yarın gelsem olur mu?” demek geçti içinden. “Olur oğlum, sen istediğin zaman gidebilirsin. Nasıl olsa babanın işi” diye kendine kızdı.

Ama hiç olanak yoktu. Yürüyerek de, koşarak da olsa asla yetişemeyecekti. Mutlaka dolmuşla gitmesi gerekti. “Dolmuşa binerim, dolmuşçuya param yok derim” dedi. “Olur mu oğlum? Seni rezil eder, tutar kolundan aşağı atar” diye içinden geçirdi.

Elin günün içinde rezil olabilirdi. “Sanki şimdi vezirdi.” Saate baktı, dokuzu yirmi beş geçiyordu. Daha hızlandı. Dolmuşa binse bile ancak yetişebilirdi. Meydana çıktı. İlerde dolmuşlar vardı. Ne yapacağını bilemiyordu. Ama o tarafa yöneldi.

Birden karşıda simitçi gözüne ilişti. Hızla oraya yöneldi. Simitçinin müşterisi yeni ayrılmıştı. Hemen yanına yanaştı. Simitçi simidi kağıda sardı “peynir de vereyim mi abi?” dedi. O biraz telaşla “abim sen simidi, peyniri bırak, işe yetişcem. Yol param yok. Sen bana bir yol parası borç versene “dedi.

Ama nasıl söylemişti, kendi de şaştı. Simitçi gayet olgun, “tabi abi, ayıpsın buyur” deyip, bozuk para kutusundan yüz elli kuruş alıp, verdi. Bizimki şaşırmıştı. “Haydi iyi yine yüz elliyi buldum” dedi. Tabi içinden. Parayı aldı.

Birden aklına anahtarlıktaki tırnak makası geldi. Aceleyle, tırnak makasını çıkarıp “teşekkür ederim. Bu da benim sana hediyem olsun” deyip simitçiye uzattı. Simitçi ”olur mu abi? Olmaz” dese de, bizimki simitçinin eline tırnak makasını tutuşturdu.

Anahtar elinde kalakalmıştı. Onu cebine koydu. Sonra saatine baktı. On’a yirmi yedi vardı. Hızla dolmuşa koştu. Sıradaki dolmuşun içine girdi, parasını verip oturdu. Tekrar saatine baktı. On’a yirmi beş vardı. “ohh !” dedi. Rahatlamıştı. On’a kadar o adrese varabilirdi. Dolmuş hareket etti.

O da camdan etrafı seyretmeye başladı. Sabah uyandığı andan buyana yaşadıklarını düşündü. Rüyada gibiydi. Kendini çimdikledi. Hayır, rüya değildi. İlk defa işe gireceğine, bir iş bulacağına inanmaya başlamıştı.

Durakları birer birer geçtiler. Sonunda ineceği durağa gelmişti. Ayağa kalktı, ineceğini söyledi. Durakta dolmuştan indi, etrafına bakındı. Karşıda biraz ileride, gideceği müteahidin levhasını gördü. Karşıya geçti, binanın önüne geldi, saatine baktı. On’a yedi vardı. “zamanında geldim” dedi.

Binanın kapısından girdi. Tarif edildiği gibi asansöre bindi; üçüncü kat düğmesine bastı. Asansörün aynasına baktı, üstünü başını düzeltti. Asansör üçüncü katta durmuştu. Kapıyı açıp çıktı. Çok heyecanlıydı. Karşı kapıda müteahitin ismi yazılıydı. Zile bastı, bekledi. Ayak sesi geldi. Kapıyı bir bayan açtı. Ona müteahitle görüşmek için geldiğini söyledi. Bayan güler yüzlü genç ve güzeldi. “buyurun efendim”  dedi.

Bayanın arkasından yürüdü, geniş bir odaya girdi. Orada koltukta oturan kır saçlı bir bey vardı. Ona, “iyi günler beyefendi” deyip kendini tanıttı. Adam “hoş geldin oğlum seni bekliyordum” deyip devam etti. “Necmi’nin anlattığına göre matematik öğretmeniymişsin. Bilgisayar kullanmasını biliyor musun?” diye sordu.

Delikanlı heyecanlanmıştı. “Biliyorum efendim. Proğram kursuna katıldım” dedi.

Adam “oğlum benim inşaatlarım var. Bu inşaatlarda kullanılan malzemenin bir kısmını toptan alıyorum. Bunları Çukur Çeşme’de yeni yaptığım iş hanındaki depoda bulunduruyorum. Senden isteğim bu malzemelerin dökümünü çıkarman. Ayrıca hangi inşaatta hangi malzeme ne kadar kullanılmış? Kim almış? Kalan malzeme miktarı nedir? Bunların kayıtlarını çıkaracaksın. Yani benim gözüm kulağım olacaksın. Bu malzemelerin alımı ve kullanımı ile ilgili sıkıntılarım var. Bunları gidereceksin. Necmi senin dürüst biri olduğunu, bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu söyledi.”  Diye sözlerini bir solukta söyledi. Sonra “nasıl bu iş için kendini uygun görüyor musun?” diye sordu.

Delikanlı bu söz ve sorular karşısında aptallaşmıştı. Rüyada gibiydi. Hiç böyle bir iş görüşmesi yapmamıştı. Kendini toplamaya çalıştı. “Şey evet efendim. Ben bu isteklerinizle ilgili bir proğram yapıp, her şeyi bir düzene sokabilirim” dedi. O bu cevabı verirken, adam ayağa kalkıp çantasını eline almıştı.

Delikanlı da ayağa kalktı. Adam “iyi, şimdi seni depoya bırakayım. Sen bugün orayı incele, bir rapor hazırla. Ben yarın akşam döneceğim. Yarından sonra sabah sekizde burada ol, birlikte değerlendirelim” dedi. Beraber çıktılar. Aşağıda otoparkta müteahitin arabasına bindiler.

Delikanlı tamamen aptallaşmıştı, “acaba rüyada mıyım?” diye sürekli kolunu çimdikliyordu.

Adam arabayı çalıştırdı, yola çıktılar. “Sana şimdilik iki bin lira aylık vereceğim, ayrıca sigortanda olacak. İşle ilgili harcaman olursa fiş alırsın. Eğer beklediğim çalışmayı yaparsan, seni çok memnun ederim” dedi.

İki bin lira maaş, sigorta, sonra memnun etmek. Delikanlı ne yapacağını ne cevap vereceğini bilemiyordu. Sadece kısık bir sesle “peki efendim, teşekkür ederim” falan deyip sustu.

Depoya gelinceye kadar başka bir şey konuşmadılar. Adam cep telefonuyla bir iki kişiyle konuştu. Telefon konuşmasından çok otoriter biri olduğu anlaşılıyordu. Depoya vardılar. Depo iş hanının alt katındaydı. Bina henüz bitmemişti. Sağda solda çalışan işçiler vardı. Adam orada duran birine seslendi. O da koştu geldi, “hoş geldiniz efendim” dedi.

Adam delikanlıya “Fevzi benim kalfadır. Bu inşaatta çalışıyor” dedi. Fevzi dediği adama, delikanlıyı göstererek, “bu bey benim yeni yardımcım. Deponun bütün sorumluluğu ona ait. Sen, diğerleri ona her türlü yardımı yaparsınız. İhtiyacı olunca istediği kadar işçiyi de verirsiniz” dedi. Kalfa, biraz şaşkın “peki efendim” dedi.

Adam kalfaya, sanki sen burada kal der gibi bir hareket edip, delikanlıya “biz depoya gidelim” dedi. Birlikte depoya girdiler. Söylediği gibi her tarafta dolu inşaat malzemesi vardı. Orada bir masa üzerinde, bir bilgisayar vardı.

Adam “bu masa ve bilgisayar senin… O insanlara hiç güvenme. Bunu belli etme, ama dikkatli ol. Bunların çoğu hırsızdır. Bak oğlum ben Necmi’ye güvenirim. Benim güvenebileceğim, kafası çalışan birine ihtiyacım vardı. Nemci o adamın sen olduğunu söyledi. Çok dikkatli ol. O kalfa ve diğerlerine, çalışanlara fazla yüz verme, çok ters de düşme. Bir sıkıntın olursa beni ara. Dediğim gibi önce bir incele, depoyu malzemeleri tanı. Kayıtları hazırla. Benim sana güvenim geldi. Başaracağına inanıyorum, şimdi ben gidiyorum, hoşça kal” deyip yürüdü.

Sonra durdu. Cebinden para çıkardı, altı yüz lira saydı. “Al bunlar yanında avans olarak bulunsun. İşle ilgili harcamaları belgelersin, muhasebe ay sonunda maaş verirken düşer, haydi kolay gelsin” deyip kapıya yöneldi. Delikanlı koştu, “peki efendim, sağ olun, güle güle” diyene kadar adam kapıdan çıkıp gitmişti.

Kapıyı kapattı. Masaya döndü. Adamın bıraktığı altı yüz lira masanın üstünde duruyordu. Paraya baktı manyak gibi olmuştu. Günlerdir meteliğe kurşun atıyordu. Sabahleyin üç ekmek parasını (yüz elli kuruş) güç bela denk getirmiş, iş görüşmesine gitmek için, tanımadığı birinden yüz elli kuruş dolmuş parası istemişti.

Çok değil bir saat sonra masanın üstünde kendine ait, avans olarak verilen altı yüz lira; altmış bin kuruş duruyordu. Başına ağrı dikilmişti. Yaşadıkları karşısında manyaklaşmıştı. Bir türlü sevinemiyordu. Sanki birisi şaka yapıyordu. Uyurgezer gibi olmuştu. Yaşadıklarını anlamaya çalışıyordu. Masaya dirseklerini dayadı. Uzunca süre paraya baktı. Sonra birden parayı alıp sağ cebine koydu. Sanki kaybolacakmış gibi gelmişti.

Ayağa kalktı, deponun içinde volta atmaya başladı. “Ev sahibine bir aylık kira veririm, bir aylık borcum kalır” dedi. Geriye üç yüz lira kalacaktı. O paranın da yüz elli lirasını karısına verecekti. Karısı çok idareli bir kadındı. O, yüz elli lirayla maaş alıncaya kadar evin mutfak parasını ve Pazar parasını çekip çevirirdi. Geriye kalan yüzeli liranın yüz lirasını yine evine koyacaktı. “Kalan elli lira cebimde bulunsun” dedi. Güldü “işe bak, cebinde elli lira bulunduran adam oldum” dedi.

Hızla dünü, önceki günleri unutmaya başlamıştı. Onun en büyük özelliği unutabilmesi; özellikle sıkıntıyı, acıyı unutabilmesi idi. Yoksa bu güne zor gelirdi. “sağol Necmi Amca her şey için teşekkür, yüzünü kara çıkarmayacağım” dedi.

Ama en kısa zamanda yanına gidip elini öpecekti.  Müteahitin avans vermesini, onun söylediğini düşünüyordu. Çünkü Necmi Amca’ya hiç parası olmadığını ve ev kirasını iki aydır veremediğini de laf arasında söylediğini hatırlamıştı. Kızları aklına geldi. Artık akşamları onları alıp, parka götürebilirdi. Hele küçük kızı, o kıvır kıvır saçlı pıtırcık, en çok o sevinecekti.

Depoda volta atarken hep bunları düşündü. Elini cebine (sağ cebine) soktu, paraları okşadı. Elini cebinde gezdirdi, eli anahtarlara değdi. Parmağının ucuyla anahtarları tutup çıkardı. Eline aldı. Anahtarlarda bir hafiflik, bir boşluk vardı.

Tırnak makası aklına geldi. Yüreği cız etti. Tırnak makassız anahtarları sallamak hiç zevk vermiyordu. Çok önemli bir şeyini, bir yakınını kaybetmiş gibi oldu. Birden canı çok sıkıldı. Simitçi aklına geldi “Gider geri isterim” diye düşündü. Sonra “Yok canım ayıp olur, yeni bir tırnak makası alır, yerine onu takarım” dedi. “Peki, öyle makası nerden bulacaksın?” diye devam etti. İçinden öyle kendi kendine konuşuyordu. “Canım bir makas değil mi, ha o, ha başka, alır bir tırnak makası takarım” dedi.

Dedi, ama birden ”yuh olsun, hemen ne çabuk boş verdin öyle. O tırnak makası değil mi? Senin en sıkıntılı günlerinde, sallayarak teselli bulduğun?. Sanki araban varmış gibi havalara girdiğini ne çabuk unuttun?” diye kendine kızdı.

Şaşırmayın. Onun böyle zaman, zaman kendi kendine, saçma sapan konuştuğu çok olur. Onun yaşadığı bu sekiz yılı siz yaşasanız çoktan Bakırköy’lük olurdunuz. O yine iyi dayandı. Hiçbir olanağı yokken evlenişi, sürekli iş araması, her gün yaşadığı yokluk, yıllık aylık hatta günlük değil saatlik çözümlerle hem kendinin, hem ailesinin hayatını sürdürme çabası; doğru dürüst onu anlayacak bir sosyal çevrenin, sıkıntılarını paylaşacak bir yakının olmayışı.

Siz “anası babası, karısı onun ailesi var ya diyeceksiniz. O derdini sıkıntısını onlara bile tam anlatmazdı. Çünkü anlatıp, onları da üzmek istemezdi. Sekiz yıldır kendi sıkıntısını yaşarken onlara, çevresine elinden geldiğince polyannacılık oynamıştı. Hayatta hiç istemediği şey, birine üzecek bir şey söylemekti.

Çok mecbur kalmazsa ailesinin, karısının ailesinin yardımlarını almaz, “ihtiyacım yok” derdi. Ama her zaman ihtiyacı olmuş, mecbur kalmıştı. Ama birinden bir şey aldığı zaman günlerce için için kendini yer; kendini yerden yere vururdu.

Zaten öylesine dolu olmasa, Necmi Bey’e de hiçbir şey anlatmaz, “sağ olun, iyiyim” der geçerdi. Allahtan nasıl olduysa kendini frenleyememiş; bir de “nasıl olsa tekrar karşılaşmam” diye her şeyi, karısına, anasına, sağken babasına bile anlatmadığı, anlatamadığı her şeyi, kendiliğinden, zembereği boşanmış gibi, onu dinleyenin kim olduğunu bile unutarak anlatıp bitirmişti.

Şimdi ona “Necmi Bey’e ne anlattın?” deseniz, çoğunu hatırlayamazdı. İşte öyle bir ruh haliyle bir gün yaşamış, kelimenin tam anlamıyla zıvanadan çıkmıştı. Şimdi sanki bir dostuna ihanet etmiş gibi, “tırnak makasının yerine, başka bir tırnak makası alayım” dediği için kendini yargılıyordu.

“Utan” dedi. “Cebinde üç kuruş gördün şımardın. En yakın dostuna bile sırt çevirdin. Ne çabuk unuttun meteliksiz günlerini. Paralı adam oldun yenisini alırım diyorsun. Hain” dedi. Durakladı. Şaşırmıştı. “Oğlum dikkat et kafayı yiyorsun” dedi. Güldü. Biri karşıdan görse, kesin delirmiş sanırdı. Bakındı etrafında kimse yoktu. Durduğu yerden dışarısı da gözükmüyordu. Rahatladı. “Ama yine ayıp ediyorum. Yenisini alacağıma gider simitçiden geri isterim. Param var, giderken başka bir hediye alırım. Tırnak makası benim için çok değerliydi derim” dedi. Peki simitçi “onu sen verdin, o zaman değerli değil miydi? Vermiyorum” derse. “Vermiyorum demez, ben makası ona zorla verdim. Delikanlı çocuğa benziyor, anlayış gösterir” dedi. “Emin misin?” diye sordu. “Eminim, sen rahat ol” dedi. 

Simitçinin tırnak makasını vereceğine ikna olmuştu. Yine etrafına, camlara bakındı. Onu kimsenin görmediğine emin oldu. Rahatlamıştı. Anahtarları cebine koydu. Paraları tekrar okşadı. Çalışmaya başladı.             

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..