Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ağustos '11

 
Kategori
Tiyatro
 

Tiyatro-cu

Tiyatro-cu
 

Bizim ilkokul yıllarımızda, bize ilerde ne olmak istediğimizi soran meraklı büyüklerimiz vardı. Annenizin, babanızın elinden tutmuş yürüyorsunuz. Sizin pek tanımadığınız bir dost akraba, bu tesadüfü rastlantıda akaküstü hal hatır faslından sonra gözler size döner ve o haşin soru gelirdi arkadan.


Maşallah nasıl da büyümüş. Yanaktan bir makas, ya da bir saç okşama hamlesinden sonra .

-Ne olacaksın bakim büyüyünce?.


Valla 1950 lerden bahsediyorum. O tarihlerde ünlü bir kebapçı olacağım desen, daha lahmacun bile İstanbul’a giriş yapmamış, Modacı olacağım desen daha Cemil İpekci doğmamış. Orta okulda resmimi beğenen resim öğretmeni Zehra öğretmen ‘’sen stilist olabilirsin’’ demişti ama stilistin ne olduğunu sorduğum hiç kimse cevabını verememişti, ya da bilenler kıskanıp söylememişti!. İyi bir şey olduğu kesindi. Pilot olacağım desen yeterli uçak yok. Bilgisayar yazılımcısı desen, hesap makinesı dahi icad edilmemiş. İhracatçı olacağım desen, toplu iğne dahi dışardan. Fındık ve pamuktan başka satacak bir şey yok zaten o da İstanbul’da yok. Bir zor soru ki.


Bu yaştaki çocukların gördüğü bildiği iki şey var. Ya subay, ya öğretmen. Zaten bunu söyledi mi, aferini de alırdık. Ama subay olan bababına kimi zaman görevi nedeniyle günlerce hasret kalırdık o da başka. Yine de bu iki meslek o zamanların gıpta edilen, saygın meslekleriydi.

Anlayacağınız daha 7 yaşında girerdik ÖYSM 'ye. Bir farkla, öyle bir sistem olmadığından, şifre

kitapçık , deftercik falan da dağıtılmadığından, verdiğimiz cevaplardan büyüklerimizin tatmin olma mecburiyeti de yoktu.


1956 yılında Milli takımımızın dünyanın en iyi milli takımı Macaristan’ı bir özel maçta da olsa 3-1 yenmesi, bu ülkede cocukların futbola karşı ilk yürek çarpıntısıdır. Bana sorulan ‘’büyüyünce ne olacaksın?’’ sorusunun da bir türlü veremeyeceğim cevabı da buydu. Ne çare ki, o dönemde de velileri çocukları futbolcu olsun diye elinden tutp seçmelere götürmezdi. Olmadığı için değil. Futbolcu olacağım desen, dayak yerdin dayak.


Birden bire 55 yılı geçiverelim. Facebook’ta lise grubumuza ait Hatıralar Bulvarı’ının ekranında karşıma lisede zoraki katıldığım tiyatrocuların siyah-beyaz fotoğrafı geliverdi. İlginç olan o benim için o fotoğrafın içinde kendimin de olmasıydı. Zorlama bir hevesle, sırf lise son sınıf öğrenciliğinin popülizmi ile ve de arkadan itme bir dolduruşla katıldığım bu oyun, ya oyunun doğru seçilmediği, ya da oyuncuların profesyonel bir yönetmen olan arkadaşıma rağmen yetersizliği ile tam bir fiyaskoydu. Dosdovski’nin dünyaca ünlü Klasiği’ni oynamaya kalkmış, Suç ve ceza, bizim elimizde Sıç ve sıva’ya dönüşmüştü.

Üstelik ilk defa yapılan 1.Milliyet liseler arası tiyatro yarışması idi bu.


Hafif sahneye doğru meyilli Kadıköy Halk Eğitim salonunda oyundan sıkılan seyircilerin yuvarladığı şişe sesleri giderek artmaya başlayınca, bunun bir protesto olduğunu anlayan yönetmenin ‘’yeteeeer’’ sözüyle oyunu yarıda bitirmek zorunda kalmıştık. Kaç puan aldığımızı hiçbirimiz merak etmedi!..


Bu olaydan anladığım, sanatçılık öyle hevesle olmuyor. Onlar sanatçı doğuyor, zaman içinde aldığı eğitimler sadece gelişmesine yardımcı oluyor.


Serdar Turgut küçüklüğünde kendisiyle dalga geçerken anne-babasını suçluyor ve ilave ediyordu : Yeteneğime bakmadan, durmadan bir şeylere heves ediyor, beni bir yerlere sürüyorlardı. O yüzden müziğe birlikte başladığım arkadaşlarım gitar soloları yaparken, ben hala mandolinde nota arıyordum’’


Keşanlı Ali’lerin, Nalın’ların daha bür sürü eserin nasıl yıllarca aynı başarıyla sergilendiğini anlamak için bugün günümüzün, geçmişle bir kültür kıyaslamasına da gerek var. O ayrı tartışma konusu . Sadri Alışık’ın, çocukken, kendisine büyüyünce ne olacaksın sorusuna ‘’tiyatocu olacağım’’ dediğini hiç sanmıyorum, nasıl olduğunu da bilmiyorum ama tanrının verdiği yetenek ısrar veya tesadüflerle birleşince gerçek sanatçı, bu dünyadan çekip gitse de, sanatın unutulmazları arasına adını yazdırmakta zorlanmıyor. Nisa Serezli gibi, Gazanfer Özcan gibi. Nejat Uygur gibi, Adile Naşit, Müjdat Gezen, Şener Şen, , Halit Akçatepe, Haluk Bilginer gibi.


70 li yılların başında Kadıköy sinemasında sergilenen ‘’Dün, bugün, yarın’’ oyunu, Metin Akpınar, Zeki Alaysa ve Ahmet Gülhan tiyatro ve sinamanın önemli isimleri yapan bir oyun ve kahkaha tufanıydı. Onlar çok az da olsa tanınıyordu ama seyircinin en çok güldüğü ama kimsenin tanımadığı bir isim daha vardı. Kemal Sunal’dı o. Adam olacak çocuk belliydi yani. Ben bir devre adımı yazdıracağım diye bas bas bağırıyordu.


Büyük Atatürk ‘’her şey olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız’’ sözünü sanki bizim oyunu seyretti de söyledi. Hele tiyatro sanatçısı olmak öyle her babayiğidin kolayca yiyeceği bir nane değil. Salon kararıp da, sahne ışıkları gözünüze girince ‘’benim burada ne işim var’’ diye soracağınız kimse de kalmaz.


O yüzden.sakın ola ki, birilerine, birşeylere kızıp da


‘’ Tiyatoya çevirdiniz ortalığı’’ diye çokca söylenen o sözü siz hiç söylemeyin.


Bırakın tiyatoya yapılan saygısızlığı, cahilliğiniz ortaya çıkıyor.


Ortalığı tiyatroya çevirmek o kadar zor ki….Anlamak için sadece bir ders yetiyor.

 

 
Toplam blog
: 465
: 918
Kayıt tarihi
: 15.01.09
 
 

İstanbul doğumluyum.. İstanbul'un  tramvaylı döneminden bu şehirde yaşıyorum. Gençlik yıllarında ..