Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ocak '12

 
Kategori
Siyaset
 

Tiyatro Silivri'de değil Meclis'te oynanıyor!

Tiyatro Silivri'de değil Meclis'te oynanıyor!
 

Hiç de şok gibi durmuyor!


Önceki günkü CHP grup toplantısı çok hareketli ve çok heyecanlıydı...

Toplantıyı bu kadar şenlendiren esas konu ise adil yargılamayı etkileme ve yargı kurumuna hakaret gerekçesiyle Kılıçdaroğlu için dokunulmazlığının kaldırılması talebinde bulunulması ve bununla ilgili fezleke hazırlanmasıydı...

Normalde üzüntülü yada kızgın olması gereken Kılıçdaroğlu, sevinçten kanatlanıp uçacak gibiydi.

"Değil hapse darağacına gönderseniz de sindiremezsiniz" diyerek ucuz kahramanlık bile yaptı.

Konuşmasının sonunda dokunulmazlığının kaldırılmasını isteyen dilekçesini göstererek açıkça meydan okudu.

Güneri Civaoğlu'nun bugünkü yazı başlığında belirttiği gibi "fezleke vitaminiyle" coştukça coştu.

Kısacası CHP grubunda "şov" yaptı, "şovmenliğe" soyundu Kılıçdaroğlu.

Aklınca eline geçirdiği fırsatla bir taşla iki kuş vurmanın hazzını ve gururunu yaşıyordu. Bir taraftan Civaoğlu'nun yazısında da belirttiği gibi, Kılıçdaroğlu karşıtı parti içi muhalefetin sesini yükselttiği ve tüzük kurultayı için imza toplamaya başladığı bir ortamda liderliğinin yeniden güçleneceğini düşünürken, diğer taraftan da Baykal'ın mirasını devam ettirmek suretiyle CHP'nin kurumsal siyaseti haline gelen "Ergenekon avukatlığı"nda Silivri mahkemelerine "altın vuruş"unu gerçekleştiriyordu.

Türkiye olarak dün CHP grubunda "Şark Kurnazlığı"yla betimlenen tipik bir Doğu siyaseti örneği yaşadık. Benim de yazılarımda sık sık göndermeler yaptığım, örnekler verdiğim ve "geleneksel siyasetimiz" diye adlandırdığım bir siyaset tarzıydı bu.

Bu siyaset tarzında gerçeklerin hiçbir önemi yoktur. Beyin yıkama ve iki yüzlülük temel niteliklerdir. Demagoji vazgeçilmez bir silahtır. Ortaya çıkan bir olumsuzluk bile laf cambazlıklarıyla olumluluğa dönüştürülür ve kahramanlık olarak yutturulmaya çalışılır. İnsanların gözlerinin içine baka baka yalan söylenir. Hiç değilse parti tabanının ikna edilmesini sağlamak bile büyük başarı olarak kabul edilir.

Aslında bu siyaset tarzı ancak diktatörlük rejimleri için geçerlidir. Geçtiğimiz günlerde Kuzey Kore  Devlet Başkanı'nın ölümü üzerine insanların toplu halde nasıl ağladıklarına şahit olduk ve çok şaşırdık. Hatta insanların zorla ağlattırıldıkları bile iddia edildi. Çünkü bu manzara akla ve mantığa aykırıydı. Kardeş Güney Kore'de insanlar zenginliği ve refahı doya doya yaşarlarken, ölen devlet başkanının sayesinde Kuzey Kore'de açlık ve sefalet yaşanmaktaydı. İnsanlar buna rağmen ölen devlet başkanı için şoka girmişlerdi.

Bu çelişkinin sebebi ortaya çıktı. Ölen devlet başkanının yerine geçirilen "oğul"un, 26'sına mı yoksa 27'sine mi girdiği bile belli olmayan  yaş günü kutlamalarında, tek devlet televizyonunda sabahtan akşama kadar onun gösterilmesi, yağlanıp cilalanması, ne büyük ve ne kahraman biri olduğunun anlatılması her şeyi açıklamaktaydı. Tıpkı ölen babasının da, dedesinin ölümünden sonra  ve ölene kadar yağlanıp cilalanması gibi. Ağlayan insanlara uzatılan mikrofonlarda hepsi de ağız birliği etmişcesine ölen devlet başkanının ne kadar büyük bir kahraman olduğunu söylemekteydiler. Ülkesini geri bırakmaktan başka ne yapmıştı ki? 

Peki diktatörlük rejimlerinde geçerli olması gereken bir siyaset tarzı bizde de neden yıllarca geçerli olmuştu? Çünkü bizde de şeklen bir demokrasi söz konusuydu. Esas olan vesayet rejimiydi. Yürülükte olan hukuk rejimi siyasi partilerde de lider diktatörlüğüne uygun bir ortam yaratıyordu. Uygulanan psikolojik harekatla vesayet rejimi ve siyasi liderler varlıklarını sürdürebiliyorlardı. Aslında karşıt görüşlerin yazıldığı bir medyamız da vardı. Ama kutuplara ayrıştırılan bir toplumda onun medyası bunun medyası denilerek ta başından gizli bir sansur uygulanmaktaydı. Ak Parti iktidarının hemen başlangıcında uydurulan "Yandaş Medya" tabiri bunun tipik bir örneğidir.  

Çoğalan ve çeşitlenen özel radyo ve televizyonuyla, sosyal medyasıyla günümüzde artık bu siyasetin sürdürülemiyeceği ve başarılı olamayacağı ortaya çıkmış bulunmaktadır. Ne yazık ki hâlâ bu gerçeği göremeyen ve bu siyasette ısrar eden siyasi partilerimiz ve onların siyasi  liderleri bulunmaktadır.

Kılıçdaroğlu'nun fezleke olayı bunun bir göstergesidir. Kimse olayın aslını faslını araştırma peşinde değildir. Başta Başbakan olmak üzere birçok milletvekili için halihazırda hazırlanmış fezlekelerin bulunduğu, bunların bir formaliteden ileri gitmediği, dokunulmazlıkların kaldırılmadığı gerçeği varken, Kılıçdaroğlu'nun dokunulmazlığının da kaldırılmayacağı, başta kendisi olmak üzere, herkes tarafından bilinirken koparılan yaygara neden?

Olaya düşünce ve eleştiri özgürlüğünün engellenmesi diyerek yüzeysel bakılırken, neden kimse Kılıçdaroğlu'nun sözlerinin gerçekte ne anlama geldiğine bakmıyor?

Söylenen sözler masum ve iyi niyetli düşünce özgürlüğü ifadeleri midir?

İsterseniz Kılıçdaroğlu'nun Gürsel Tekin, Emine Ülker Tarhan ve Mahmut Tanal'la birlikte 9 Kasım 2011'de Silivri Cezaevi'nde Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal'ı ziyaret ettikten sonra gazetecilere yaptığı açıklamanın ana hatlarına bir bakalım.

Kılıçdaroğlu sözlerinin başında Silivri'de bir "tiyatro" oynandığını söylüyor!

Sonra da Silivri mahkemelerinin yargıçları için, "Onlara yargıç demeyi içime sindiremiyorum" diyor.

Bu sözlerinin doğal sonucu olarak da peşinden, "21. yüzyılın Türkiye'sinde bir toplama kampındayız" sözlerini ekliyor.

Ve sonunda da sözüm ona toplama kampında bulunanları kastederek, "Bunların tek bir ortak paydası var. İktidara muhalif olmak. İktidara muhalif olmanın bedeli, 21. yüzyılın Türkiyesi'nde Silivri'de toplama kampında olmaktır" diyerek konuşmasını bitiriyor.

Sondan başlayacak olursak, Ergenekon, Balyoz ve diğer benzer davalarla ilgili sanık sayılarını dikkate aldığımızda toplam tutuklu sayısının 500-600'u geçtiğini sanmıyorum.  Türkiye'nin % 50'den fazlası bu iktidara oy vermediğine, dolayısıyla muhalif olduğuna göre nasıl oluyor da 500-600 kişiyle iktidara muhalif olmanın bedeli Silivri'de toplama kampında olmak olabiliyor?

Tiyatro ve toplama kampı benzetmesiyle de Silivri'de gerçek bir yargılamanın yapılmadığı ima edilmekte ve mahkemenin meşruiyeti kuşkulu hale getirilmek istenmektedir.

Yani söz konusu olan herkesin üzerinde durduğu ve olmasını istediği düşünce özgürlüğünün bir gereği olarak yapılan bir hukuksal eleştiri değildir. Doğrudan doğruya yargıçların hedef alınması ve onların yetkilerinin ve görevlerinin dışına çıkarak kanunsuz işler yaptıklarının iddia edilmesidir.

Bu sözlerde suç isnadı ve hakaret vardır. Ve tabii ki mahkemenin meşruiyetini kuşkulu hale getirmek suretiyle "adil yargılamayı etkileme" de söz konusudur.

Bu sözleri söyleyen anamuhalefet partisinin lideridir ve geniş halk kesimlerini etkilemesi beklenen sonuçtur. Böyle bir psikolojik baskı altında yargıçlar özgürce görev yapabilirler mi? Daha başından onların vicdanları etki altına girmiş olmaz mı?

Kılıçdaroğlu, "iktidara muhalif olanlar susturuluyor" sözlerini söylerken Türkiye'de neredeyse 10 yılda bir yapılan darbeleri, son 10 yılda da yapılmak istenen darbe girişimlerini, evlerden ve yer altından çıkan silahları, Danıştay saldırısını ve bunlarla ilgili açılan davalarda yargıçların ellerinde bulunan 10 binlerle ifade edilen delilleri ve belgeleri görmezden geliyor.

Olayların içinden biri olarak bir emekli genelkurmay başkanı bile internete düşen sözlerinde "Balyoz"u itiraf anlamına gelebilecek sözler söyleyip bir nevi bazı yanlış şeyler yapıldığını itiraf ediyorken, Kılıçdaroğlu, "her şey uydurma" diyerek hariçten gazel okumaya devam ediyor...

O kadar ki Oda tv gözaltılarından sonra çıkıp, "Ergenekon'un adresi nerede, gidip üye olacağım" diyebiliyor!

Davaların uzamasını, uzun tutukluluk sürelerini, tutukluluğun cezaya dönüşmesini hepimiz eleştirebiliriz, bundan daha doğal bir şey olamaz. Fakat ne yazık ki olay, bir hukuk yada bir hukuk usulü eleştirisinden çok öteyedir.

Kaldı ki uzun tutukluluk süreleri bugünün sorunudur. Ümraniye'de bir gecekondunun çatısında ve Eskişehir'de bir evde bulunan bombalardan ve silahlardan sonra başlatılan soruşturmadan sonra, yani daha iddianame bile hazırlanmamışken ve dolayısıyla çok sayıda tutuklu ve uzun tutukluluk süreleri söz konusu bile değilken bakın Kılıçdaroğlu'nun selefi Deniz Baykal ne demişti:

"Ergenekon soruşturması, iktidarın muhalifleri susturma planıdır".

Tesadüf sizce de ilginç değil mi? Bugün Kılıçdaroğlu da aynı anlama gelecek sözleri söylüyor.

Sorun, CHP'nin Baykal'dan Kılıçdaroğlu'na devredilen Ergenekon avukatlığı sorunudur. Öncelikle bu meccanen yapılan avukatlığın sebebi irdelenmelidir. Esas sorgulanması gereken de budur.

Neden bazı Ergenekon sanıkları, aklanmaları beklenmeden milletvekili adayı yapılmışlardır?

İkide bir gazetecilik görevine atıf yapılırken neden o gazetecinin "Genç subaylar rahatsız!" manşetinden ve "Darbeler ülkeyi 30 yıl geriye götürür, oysa şeriat 100 yıl geriye götürür!" sözlerinden bahsetmez? Ve daha da önemlisi neden neredeyse her hafta olağan hale getirilen bir kuvvet komutanıyla görüşmenin sebebi ve bunun gazetecilik göreviyle ilgisi sorgulanmaz?

Bu, masum bir milletvekili belirleme tercihi midir? Yoksa birilerini yargının elinden kurtarma gayreti midir?

Kılıçdaroğlu yargıyı eleştirmeden önce ikna edici bir şekilde bu soruların cevabını vermelidir. Bunu yapmadığı sürece "hem suçlu hem de güçlü" pozisyonunda oluyor zira.

Kılıçdaroğlu fezlekeye konu olan sözleri için bugün, "Çok sert değildi, hakaret de içermiyordu" açıklamasını yapma gereği duysa da, yukarıda anlattığım sebeplerle bu sözlerde yargıçlara suç isnadı ve adil yargılamayı etkileme unsurları bulunmaktadır. Tabii ki ilgili savcı sorgulama yapmak için dokunulmazlığın kaldırılmasını istemek zorundaydı. Aksi halde görevini yapmamış olurdu.

Dokunulmazlığının kaldırılıp kaldırılmaması Meclis'in işi. Eski uygulamalardan dokunulmazlığın kaldırılmayacağını tahmin edebiliriz.

Savcı, olağan görevini yaparken, istemeden de olsa, Kılıçdaroğlu'na şov yapma fırsatı sundu.

Kılıçdaroğlu savcı ve yargıçları tiyatro oynamakla suçlamıştı. Tiyatro, sahnede kalabalık insanlara karşı yapılır. Oysa ki savcılar ve yargıçlar sadece mahkeme salonlarında ve sadece kararlarıyla konuşabiliyorlar.

Kılıçdaroğlu ise CHP grup salonunda canlı yayınla 74 milyona karşı şovunu gerçekleştirdi, yani tiyatro yaptı...

Ürkek duruşuyla ve iki de bir önündeki tekstlere bakmasıyla başarısız ve yeteneksiz bir aktördü.

Tüm CHP milletvekillerinin Kılıçdaroğlu'nun hakaret dolu sözlerini kutsal bir metin gibi kelime kelime topluca tekrar etmeleri ise oynanan tiyatrodan başka bir enstantaneydi!

Tiyatro, Silivri'de değil Meclis'te oynanıyor!

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..