Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ocak '15

 
Kategori
Anılar
 

Topaç, çiçek dürbünü, çocukluğumuz ve biz...

Topaç, çiçek dürbünü, çocukluğumuz ve biz...
 

Topaçlar: "Gören sanır sefadan semâ-ı râh ederler..."


Bilindiği üzere, nasıl yaşadığımız aslında çağın teknolojisinin, iktisadi-sosyal yapısının ve toplumsal ilişki ağlarının büyük ölçüde doğal belirleyiciliği altındadır. Davranışlarımız, alışkanlıklarımız, özgürlük alanlarımız, kişiliklerimiz ve hatta kaderimiz de yine büyük ölçüde bu zemin üzerinde(n) yükselir. Bu toplumsal makro çerçevenin içinde kişisel yaşantılarımıza bakarsak, kanımca çocukluk döneminde oynadığımız oyun ve oyuncakların da üzerimizde benzer bir etkisi bulunmaktadır.

Oyuncak hayaldir, heyecandır, düştür, keşfetmektir. Önce oyuncaklarımız vardı ve onlar bizim eylemli hayal araçlarımızdı.

Topaçlarımız vardı bizim, tek renkli ya da rengarenk... Döndüklerinde üzerlerinde ahenkli, simetrik müthiş hareket dansları sunan çizgileri olurdu bazılarının...”Kabara” denirdi üzerinde döndüğü, bu ters dönmüş sapsız armut biçimli oyuncağımızın alttan saplı metal çivisine... Oldukça maharet isteyen bir işti topaç çevirmek; önce bir ucu başparmağa sarılı özel ip topacın üzerine dolandırılarak sımsıkı bir şekilde sarılır sonrasında başparmak ile işaret parmağı arasına sıkıştırılan topaç, ustaca ileri ama yere doğru kuvvetlice bırakılırdı. Önce hızlı bir şekilde başlayan dönüş hareketi bir süre sonra mum alevinin sönüşü gibi giderek yavaşlar, son demlerinde ise topaç, tıpkı bir sarhoşun yalpalayıp yere düşüşü gibi bir tarafa yatardı.

Bu durumun belki de evrenin ve zamanın sonsuzluğu içinde, o zamanlar çok uzunmuş gibi gelen insan ömrünün anlara sığdırılmış bir hızlı çekimi olduğunu düşünemezdik tabii ki. Ezberimiz hazırdı, yeniden ipe dola, yeniden döndür ve arkadaşın varsa onunkiyle yarıştır. Kimin ki daha geç devrilirse o kazanırdı. "Küsmedim ki hayata.../ Biraz canım sıkkın hepsi bu./ Durana dek dünya,/ O topaç dönmeye devam edecek hayalimde....." derdi kaybeden... 

Yarışma; evet peşimizi belki de bir yaşam boyu hiç bırakmayacak olan, aşık olduğumuz dayanışmanın tersi bu kavram da böylelikle sinsi, sinsi sızıyordu yaşamımıza oyunlarla, oyuncaklarla...

Bizler topaçlarımızı 1960’ların sonu ile 70’lerin başlarında bu şekilde döndürürken diğer bir tarafta, bu bereketli coğrafyamızın engin tarihine Mevlevi, Bektaşi geleneği ile güçlü bir damga vuran kültürel mirasımız olan “Sema ayinleri”nde “Semazen”ler yüz yıllardır topaçlarımızın tam tersini yapıyor, önce yavaş sonrasında ritmik bir şekilde hızlanan dönüşlerle kendilerinden (vaz)geçme ve Tanrı’ nın şefkatli huzuruna sığınıp onunla bütünleşmeye yöneliyorlardı... Söze gelirdi  sanki o topaçlar "...Gören sanır sefadan semâ-ı râh ederim /  Döner döner bakarım kûyi yâre âh ederim..." 

Saatli Maarif Takvimlerimizin yaprakları sonbahar yaprakları gibi düşe düşe zaman geçti, o ahşap topaçlarımız gözden düştü! İnsanlarımızın tam tersi istikamette kentlerden kırlara çekildi, kalanlarsa artık plastik ve kumandalı olanlardı. Diğer taraftan ise, 80’lerin sonunda video ile tanışıp “Auto-reverse” komutuyla “geriye sardırmalar” ile karşılaşınca; anlık dünyevi yaşamı sembolize eden topaçlarımızın, sema ayini yoluyla o metafizik gücün sonsuzluğuna sığınan semazen dervişlerle ritim tersliğini gidermelerine ekranlarda tanıklık etme şansını yakalamıştık. Hayallerimizi bedavaya vermiş ekrandaki görüntüyü onca paraya, ancak taksitle satın alabilmiştik.

Bir de çiçek dürbünlerimiz, özgün adı “kaleideskop” olan oyuncaklarımız vardı. Prizma şeklinde bir boruya renkli camların (ya da çiçek parçacıklarının, tozlarının) yerleştirilmesiyle oluşan, ışığa çevrilerek bakıldığında birbiri içine geçmiş değişik, büyüleyici şekiller elde edilebilen bir tür optik araçtı bu oyuncağımız. Kesik cam kenarlarının turkuaz mavisi bir yandan, içindeki cam ve çiçek parçacıklarının çoklu, simetrik renk cümbüşü diğer yandan ayrı bir görsel tatla büyülerdi bizi. Tıpkı “Hat sanatı”nın ve kanımca ona bir şekilde akraba “Ebru” ve "Katı'"sanatlarının yüzyıllardır büyülediği gibi bu coğrafyada dedelerimizin dedelerini, anneannelerimizin annelerini...

Düşündükçe Nilgün Marmara dizeleri üşüşür zihnime; "... Susturduklarından sonsuzun dilini/ dışıyla gerçeğin çizgisini kalın koca leş doğrusuyla belirleme./ bakıldığında göz değirmisinden bir çiçek dürbününün/ değil midir renklendirme olasılıkları tabanında/ görülen parçacıkların/ yoksamak kurutan kısır umutları, geleneksel tanrıları, sürülerin çorak gerçekliğini/ ve kanatlanarak yaşamak kendi dağılımında... " (*)

Sayısı 30'u aşkın Ece Cep Ajandasını yaza çize, karalaya sile bitirdiğimiz bir dönemin ardından, 1990’ların ortalarından itibaren yavaş yavaş, 2000’li yıllardan sonra ise hızlı bir şekilde edinmeye başladığımız bilgisayarlarımızın, akıllı telefonlarımızın müzik çalarlarında kayıtlı müzik parçalarının fonunda kaleydoskopumdaki o büyülü şekillerin benzerlerini görünce ilk olarak çiçek dürbünlerimiz gelir hep aklıma...Düşündüm ki bir kez daha hayallerimizi vermiş fondaki o görüntüleri onca paraya, ancak taksitle edinebilmiştik.

"...Sorma!/ ya bir gölge oluşmaz mı hiç,/ hep ışık var mı oluyor camdan yüreğine/ akan duru, düzensiz kararlılık için?/ korkarak kırılmasından saydam nesnelerin/ parçacıkların yitiminden, kapılmasından/ ötelerin el koyucu rüzgârın yetkesine,/ başka coğrafyalara doğru./ kov kara duygulu olasılığı bilincinin/ gücüyle biçimleri kesikler yaratmadan tininde/ -yeni çiçek dürbünleri bul ertesinde düş kırıklığının-/ gizlenmişlerse senden kur öz yaratısını/ saflığının..."

Sonra bir de öndeki tekere bağlı olan tel direksiyonlu, arkada iki, ön tarafta ise tek olmak üzere iri terzi makarası tekerlekli, ahşap kamyon kasasından ( bu kasa ekonomik imkanlar çerçevesinde bazen bir lokum kutusu da olabilirdi ) arabalarımız vardı o zamanlar. Sıcak, kaloriferli evlerin suni konforu ya da alışveriş merkezlerinin kapalı avluları içinde değil, kasaba sokaklarında kah toz duman içinde, kah arnavut kaldırımları üzerinde keyifle sürülürdü. Sonra bin bir çeşit, uzaktan kumandalı, büyük ebatlı ve hınzır sesli arabalara bırakıp gitti, unutturdu kendisini bizim bu ahşap kamyonlarımız. Düşünmeden edemiyor insan, trafik canavarlarımızın bugünkü dağılımında bu ahşap araçların mı, yoksa kumandalı olanlarının mı o zamanlardaki çocuk sürücülerinin payı fazla diye?

Gördüğünüz gibi -cinsiyetim gereği doğal olarak biraz erkek cephesinden olsa da- bizim güvenli sokaklarda coşkuyla oynanan oyunlarımız, oldukça basit, doğal, yerli malzeme ve fikirlerle yaratılmış, ucuz ama marifetli bu tür oyuncaklarımız vardı. Bu coşku; büyüklerimizin bugünkülere göre daha asık suratlı, kibirli, daha dürüst ama çok daha ciddi hallerinin güvenli gölgesinde o yıllarda tüm yurt sathında kesintisiz sürerdi. Doğal olarak hayallerimiz ve eylemlerimiz de oyun ve oyuncaklarımızdan aldığımız feyiz ile benzer özellikleri taşıyordu. Basittiler, yerli malıydılar ve sahiplerini mutlu ediyordular! Belki bu yüzden okullarımızdaki yerli mallar haftalarına çok kolayca ve coşkuyla uyum sağlıyor, harçlıklarımızın önemli sayılabilecek bir bölümünü sınıf duvarlarındaki pano da asılı Kızılay pullarına, kendi uçağını, kendi gemini kendin yap kampanyalarına gözü kapalı yatırabiliyorduk.

Belki biraz da bu nedenle; hangi okula gidersek gidelim, hangi mesleği icra edersek edelim ideallerimiz hep ay yıldızlı, hep kırmızı-beyaz renkli, yani olabildiğince ulusaldı.O dönemlerde duvarlarda bizi heyecanlandıran “Kendi uçağını kendin yap!..” kampanyasının afişleri vardı.Gemileri ise epeydir yapmaya başlamıştık bile. Afişler bizleri heyecanlandırıyordu, çünkü çoğu oyuncağımızı zaten kendimiz yapıyorduk. Yine biraz da bu yüzden olsa gerek, bizlerin liberalizm ve serbest piyasa ile, özelleştirmelerle, küreselleşmeyle, AB hayaliyle, Annan planı ve dijital fon transferleri ile pek hatta hiç aramız olmadı, olamazdı da.

Ve yine belki de bir ölçüde o yüzden; 1970’lerde, altmışlarda başlayan silkinme ve canlanmanın yol açtığı, tek boyutlu ve yalınkat da olsa, her alanda o dönemin dünyasına açılma isteği, çıkarcılığı, bireyciliği dışlayan toplumsal adanmışlığımız ve şimdilerde, parayla, pulla, ”takva” ile, imajla, tavizle ve kırışarak “tutunulduğu” gibi TUTUNAMAYIŞIMIZ!..

Günümüzde artık (varsa bile) topaçlar da, oyuncak arabalar da ya plastik ya da metalik, dijital ve mekanik ama illa da KURULMALI ve KUMANDALI hale gelmiş. Çiçek dürbünleri yok olmuş, ileri teknolojili belli merkezlerde hazırlanan fon efektlerine dönüşmüştü. Tıpkı, nasıl “Sema Ayinleri” maalesef salt turizm ağırlıklı bir gösteri aracına dönüşüp, “hat” sanatı yok oluyor, “ebru” sanatı da onca suni nefese karşın can çekişiyorsa. Bir eleştiri olarak denilebilir ki; oyuncaklar da sizin algıladığınız sade, yalınkat bir yaşam ve idealler seti yerine, yaşamın çok daha zengin, çok daha iştahlı, çok daha karmaşık ve o denli de esrarengiz olduğunun anlaşılmasıyla kaçınılmaz bir evrim sonucu bu hale geldi. Ama o ölçüde de pahalılaşmış, yaratıcı ruhu tıpkı işlevleri gibi basitlikten, sağlamlıktan, kalıcılıktan uzaklaştırılmış, malzemeleri doğa dışından sağlanır ve pek de kolay ulaşılamaz hale gelmişlerdi.

Bu konuda son sözüm ise, serbest vezinli bir serzeniş tarzında;

Kurmalı ve kumandalı hale gelen,

Sadece oyuncaklar mı?

Dijital hale dönüşen,

Sadece oyunlar mı?

Yoksa, biteviye ezberlerin peşrevinde salınan

dört duvar arasında sıkışmış,

Post-modern hayatlarımız mı? 

İ. Ersin KABAOĞLU,

17/ Aralık / 2014

 (*) Şiirin aslı ve tamamı için bkz.: http://forum.duman6.gen.tr/siirler-bolumu/cicek-durbunu-benzetisi-nilgun-marmara-t25330.html "Çiçek dürbünü" konusunda Nilgün Marmara anımsatması ve katkısından ötürü S. Hakkani'ye içten teşekkürlerimle...

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..