Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Haziran '18

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Topkapı Şifresi Kitabından; Fatih’in Tek Aşkı İstanbul!

Topkapı Şifresi Kitabından; Fatih’in Tek Aşkı İstanbul!
 

Papa'dan;

“Gel Hıristiyan ol, dünyayı yönet” Teklifini reddeden Fatih Sultan Mehmet,

“Aşkla güzelleşenlerden.”

Bir süre daha durdu. Sonra tekrar dergiyi karıştırmaya başladı.

“Tılsımlı gömlekler, şifalı gömlekler… Fatih Sultan Mehmet’in gömleği?”

Okumaya devam etti. Heyecanlanmıştı. Fatihcanhan iyice şaşkındı. Okudukları onu devamlı şaşırtıyordu.

“Babaannem haklı galiba! Osmanlı sırlarla gizemlerle dolu… Tılsımlı gömlekler nedir diye şöyle bir bakayım dedim altından neler çıkıyor. Neden dünyanın bunlardan haberi yok. Bunlar olağan üstü şeyler.”

Okumaya devam ettikçe şaşırmaya da devam ediyordu.
“Saray koleksiyonundaki en erken tarihli gömlek Fatih Sultan Mehmet’in şehzadesi Cem Sultan'a ait...”

“Bu mümkün değil. Fatih Sultan Mehmet’in gömleği yok mu?” Gözlerini kıstı. Düşündü.

“Nasıl yani ilk gömlek onun oğlunun mu?”

Sayfayı hızla okumaya devam etti.

“Kitabesi de bulunan gömleğin yapımına;

 “Bu kadar detaylı biliniyor demek ki!”

İstanbul’dayız.

“Ecdat’ımız. Sizin topraklarınızdayız. Sizin aldığınız İstanbul’dayım. Sizi okuyorum.” Tekrar okumaya başladı.

Yirmi yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmet, İstanbul'u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak Fatih unvanını aldı. Hz. Muhammed’in (S.A.V) hadisi şerifinde müjdelediği İstanbul'un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Fatih Sultan Mehmet, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı. Orta Çağ'ı kapatıp, Yeniçağ'ı açan Cihan İmparatoru Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u nasıl aldı?” Fatihcanhan neşelenmişti.

“Oh be nihayet tam anlamı ile bu hikâyenin aslını öğreneceğim. Vay canına tek – tek yazılmış. Harika bu.” Heyecanı daha da artmıştı. İstanbul’un fethi

“İstanbul’un fetih hazırlıkları bir yıl önceden başlatıldı.

Gözlerini kapattı.

Bir süre hiçbir hareket etmeden öylesine yattı.  Gözlerini tekrar açtığında bayağı bir zaman geçmişti.

“Gözlerim yanmaya başladı, ama bırakamıyorum ki. Bu nasıl bir Ecdat, bu nasıl bir ata. Bu nasıllar ne kadar çok. Hayatımın hiçbir döneminde okuduklarım beni bu kadar etkilememişti. Sultan babaannemden duyduklarım çocukluğumdan beri kulaklarımdadır. Burada olmak, bu havayı solumak, İstanbul’da olmak mı beni bu kadar etkiliyor. Her okuduğumu ilk defa duyuyor gibi şaşkınlıkla öğreniyorum. İçim acıyor mu? Mutluluktan çırpınıyor mu anlayamıyorum.”

Bir sürü dergi vardı. Daha elindekini bitirememişti. Vakit geçiyordu. Uykusu gelmiyordu. Sadece gözleri acıyordu. Arada bir onları dinlendirdiği zaman yenilenmiş hissediyordu kendini. Bir süre daha kapattı gözlerini, bir süre daha öylesine hareketsiz yattı. Tekrar okumaya başladığına kendini yine çok zinde hissediyordu.

 (Kufi yazı; Dik, yalın ve köşeli harflerle yazılan Arapça hat sanatında yaygın kullanılan bir yazı türüdür.)

‘Mehmet’ (Muhammed) adı okunur. Sevgiliyi âşıkına yaptığı eziyetlerden dolayı divan şiirindeki ifadeleriyle kâfire benzeten Fatih, şöyle demektedir;

Fatihcanhan dergiyi kapattı. Uyku bastırmıştı uyumak istemiyordu.

Bir bardak su aldı suyu içerken hep düşündü. Lavaboya gitti elini yüzünü yıkadı. Birkaç hareket yaptı. Kendine gelmek, dergidekileri okumak istiyordu. Pencerenin yanına geldi. Dışarılara bir süre baktı. Deniz görülüyordu. Gemiler görülüyordu. Her taraf pırıl – pırıl parlıyordu.

“Ruhun şad olsun Fatih Sultan Mehmet” dedikten sonra Fatiha okudu. Ruhuna hediye etti. Biraz odanın içinde dolaştı. Dizlerinin açılmasını istiyor gibiydi. Bir süre sonra tekrar yatağındaydı. Derginin sayfalarını karıştırdı. Bir yerde karar kıldı.

 

Fatih’in tek aşkı İstanbul!

Papa'dan;

“Gel Hıristiyan ol, dünyayı yönet” Teklifini reddeden Fatih Sultan Mehmet,

İstanbul karşısında nefsine hâkim olamayacağını, insanı dinden imandan çıkaracak güzellikte olduğunu yazdığı şiirde de dile getirmiştir. Fatihcanhan’ın göz kapakları bir hayli ağırlaşmıştı. Elindeki dergiyi kaldıracak yan tarafa koyacak hali kalmamıştı. Gözlerini kapattı derin bir uykuya daldı.

Rüya- Fatihcanhan koşuyordu. Neden koşuyordu bilinmez.

Durmadan koşuyordu. Belki birinden kaçmak istiyordu, belki birine yetişmek istiyordu. Kan ter içinde kalmıştı. Tabiri caize hiç ara vermeden nefesinin kesilmesine, soluklarının sıklaşıp tıkanacak, bir daha çıkmayacak hale gelmesine rağmen koşuyordu. Koştu – Koştu. Bir süre daha koşmuştu ki karşıda beyaz bir at gördü.  Sessizce, belki de sadece kendinin duyabileceği bir tınlama ile seslendi.

“Rüzgâr.” At ona gülümsüyor gibiydi.

“At gülümsüyor. Olamaz. Tabi at gülmez!”

At şaha kalktı bir anda ve fırladı gitti. Fatihcanhan arkasından bağırıyordu. Sesimi çıkmıyordu? Yoksa sesi çok çıkıyordu da kendimi duymuyordu. Ağır bir sessizlik kulaklarını rahatsız edecek haldeydi.  At çok çabuk ve çok hızlı uzaklaşmıştı. Duyulmasa da aldırmıyordu. O bağırdığını düşünerek sesini yükseltiyordu.

“Rüzgâr, beni duymuyor musun? Nereye gidiyorsun? Beni beklemek zorundasın. Bekle geliyorum.”

Geliyordu ya da gidiyordu. O kadar hızlı koşmasına, bir o kadar efor(gayret, çaba) harcamasına rağmen mesafe kat edemiyordu. Aynı anda hem çok hızlı gittiğini sanıyor hem de ağır çekimde hareket ediyormuş hissine kapılıyordu.

“Bu nasıl bir şey!” Dediğinde yine de ayağının hızı azalmamıştı, ama bedenin hızı ağırdaydı. Atı takip ediyordu. At gidiyor Fatihcanhan gidiyordu. Bir ara uçtuğunu sandı. Ayaklarının altında boşluk varmış gibi olmuştu. Her zaman söylediğini yine ve sanki yüksek sesle söylüyordu. Sultan babaannesi yoktu nasıl olsa yanında!

“Hadi canım sende!” Hadi canım sende dedirtecek haldeydi, oysa. Gerçekten ayakları havadaydı. O farkındaydı ya da değildi ama attığı her adım bir hayli açık ara ile ilerliyordu. At hızlıydı, kendi de yavaş değildi. Bir yere yetişmeye çalışan iki canlının can haraş mücadelesiydi.

“Uçuyorum. Bu nasıl güzel bir duygu? Ben böyle bir hazzın olacağını veya olduğunu bilmiyordum. Bu mümkün mü? İnsan uçabilir mi? Yer çekimi nerede?”

Kendine sorular soruyordu. Yine onun tabiri ile cevapsız sorularını peş peşe sıralıyordu. Uzaklardan bir ışık gördüğünde bir an durmak istedi yapamadı. Işık uzakta o yaklaşmaktaydı. Sonra değişik bir şey oldu. O yaklaştıkça ışıkta yaklaşıyordu. Öndeki beyaz at kadar beyaz, ışıklar kadar parlaktı! Işık yaklaşıyor, o ışığa yaklaşıyordu. Birden at durdu. Işık durdu. Kendi durdu.

Birileri mi durdurmuştu onları, yoksa boğuk, kalın ve sıcak çok sıcak bir ses mi frenletmişti ikisini!

“Destur.”

Gözleri kamaşıyordu. Gördükleri asl olamazdı. Hayalse hiç olamazdı. Çok gerçekti. Sakın rüya olmasın dedi sonra yineledi.

“Hadi canım sende. Hem rüya olacak! Hem de ben sakın rüya olmasın diyeceğim yok daha neler. Peki, bu düşündüğüm mü?”

Ona bakmaya korkuyordu. Ona bakmaya cesaret edemiyordu. En çok ta ona bakmaya kıyamıyordu. Ya bir sihir var ise. Ya büyü bozulur ise. Ya bu mukaddes zatı muhterem yok olur ise.”

—Bir yerden de başlamak lazımdı.

—Bir yerden de bakmak lazımdı. Cesur olmalıydı. O Onun torunu değil miydi? Onun soyundan gelmiyor muydu? Ecdatları gibi oda onun torunu sayılmaz mıydı? O Osmanlı değil miydi? Başını çevirdi. Baktı. Gördü. Bir çift siyah, koyu kahve göz ona bakıyordu. Ne bakmak! Zalimiydi bu bakışlar! Korkunç muydu? Değildi ise niye titriyordu, korkuyordu, üstelik çok korkuyordu.

Vakur kelimesi tanımlayabilir miydi bu sert olduğunu düşündüğü aslında sıfatlayamadığı bakışları! Bunlar kimin bakışları dedi kendi kendine. Bunlar büyük hünkârın bakışları, bunlar tarih yazan, çağ atlatan, bunlar Fatih’in bakışları. Bunlar Mehmet’in bakışları, bunlar Fatih Sultan Mehmet’in bakışları…”

Çığlık attığı anda Rüzgarhan’ın sesini duydu.

“Ağabey kendine gel rüya görüyorsun.”

Biri onu sallıyordu. Kardeşi onu sallıyordu. Gözlerini açtı. Rüzgarhan’ın irileşmiş kahverengi gözlerini gördü. Ona şaşkınlıkla, merakla bakışını gördü.

“Rüya imiş gerçekten... Ben rüya gördüğümü bildim ve Rüya gördüm.”

Ter içinde sırılsıklamdı. Saçları yapışmıştı alnına, ensesine…  Kardeşi merakla ve beklide korku ile ona bakıyordu.

“Nasıl bir rüya, nasıl bir uyku! Nerede ise doktorları çağıracaktım. Ödümü koparttın.”

“Rüyadaydım. Bir yerlerde birileri ile…”

Sustu kardeşine baktı. Kardeşi yatağın ve yerlerin birçok yerine dağılmış dergileri topluyordu.

“Anlaşıldı sen yine bir yerlere gitmiş, kitapları okumuş, dergileri ezberlemiş, ecdatlarımızla muhabbete dalmış, tabii ki yine uyumamış sabahlamışsın.”

“Öyle oldu, bir şeyler okudum. Bu gece giderken benim okuduklarımı sende götür oku. İnanamayacaksın.”

“Yapma ağabey bu gece biz Cihan komiserle dışarı çıkacaktık.”

“Olmadı… Söz vermiştin. Ben çıkınca beraber gidecektik.”

“Öylemi diyorsun!”

“Evet. Senden rica etmiştim. Yarın çıkıyorum zaten!”

“Tamam. Bir şey bulurum gitmem.”

 

Rüzgarhan sabah vizitesini yapmak için gelen doktor ve hemşirelerin çıkmasını bekledikten ve kahvaltısını getiren görevliye gülümseyerek yardım etti… Ağabeyi kahvaltı ederken dergileri karıştırmaya başladı. Bir yeri okudu:

“Burada güzel bir şey gördüm.” Rüzgarhan okuduklarına inanamamıştı.

“Şaka gibi. Hiç olabilir mi böyle bir şey!”

“Olur, neden olmasın! Sen senin olmayan hiçbir şeyi birinden aldın mı?”

“Tabi almadım.”

“Hırsızlık yaptın mı?”

“Neden yapayım?”

“Yalan söyledin mi?”

“Sanmıyorum. Belki bir iki pembe yalan ama o da zarar verecek boyutta değil tabi.”

“Tamam. Birilerine kasten isteyerek eziyet ettin mi?”

“Hayır, ne münasebet niye edeyim.”

“Annene yani ailene büyüğüne karşı geldin mi?”

“Gelmedim.”

“İşte senin şaka sende gerçek! O zamanki yaşam koşullarında anlatılan bir hikâye. Sen şimdilerde yaşayan ve erdemleri olan birisin. Değişen bir şey yok. İnsan erdemli, namuslu olmalı. Kendinin olmayanına istememeli. Hat etmediğini almamalı. Tabii ki hakkını yedirmemeli ama bunu bile yaparken zorlayarak değil anlatarak izah ederek, ikna ederek yapmalı.”

“İyide Şehsuvarhan ağabey gibiler?”

“Konfüçyüs’ün bir sözü vardır. Derki; ‘Aradığını bilmeyen bulduğun da anlamaz’ O ne aradığını bilmiyor. Bulsa da bilmeyecek nasıl olsa. O öyle kendi ile kavga halinde yaşayacak! Ne kadar yazık…”

Bir süre geçmişti ki; Telefon sesi ikisinin de aklılarının başlarına gelmesini sağlamıştı. Fatihcanhan ekrana bakar bakmaz, Rüzgarhan’a;

“Ne olur sen aç, ağabeyim uyuyor de.”

“Kim arıyor?”

“Günde on kere beni kim arar?”

“Ablam mı?”

“Ne olur. Bir saat konuşacak. Günde on kere arıyor ve ısrarla Türkçe konuşuyor. Öyle bir hal aldı ki ben Fransız’ca konuşuyor o Türkçe konuşuyor. Haydi, ne olursun al şu telefonu sessizce konuş.”

Rüzgarhan gülümsedi. Telefonu aldı dışarı çıktı.

 

./…

 

NAZAN ŞARA ŞATANA

 

 

 
Toplam blog
: 1731
: 4678
Kayıt tarihi
: 09.12.10
 
 

Turizmci; Genel müdür Yazar ; Romanlar, senaryolar müzikkaller... Sinema filmleri, TV filmleri.....