Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ocak '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Toplandık, toplandık, toooplandık, toplandııık...

Beklenen gün geldi çattı... Blog yazarlarıyla Milliyet gazetesinde buluşacağız ya... Saatler kala ben de herkes gibi heyecanla hazırlanmaya başladım... Aklımdan, biraz erken gidersem, birileriyle daha uzun görüşme ve konuşma imkânı bulabileceğim geçiyor.

Ne giyersem daha iyi olur diye düşündüm önce... Spor giyimin bana pek yakışmadığı gibi bir peşin hükmüm olduğu için, en iyisi yine klasik giyim... Gömlek, kravat... Celâl bey dedi ya, "ne yaparsanız yapın, ne giyerseniz giyin, yine birileri sizi umduğu gibi bulamayacak, en iyisi siz siz olun ve olduğunuz gibi toplantıya gelin".

Ben de onun tavsiyesine uyarak, blogdaki fotoğrafım gibi giyindim. Böylece beni görenlerin daha rahat tanıyacağını ve farklı bulmayacağını umuyordum. (Gerçekten de bu işe yaradı)

İstanbul'u ve trafiğini bilenlerin tahmin edeceği gibi, Üsküdar Bağlarbaşı'ndan Milliyet'e gitmem en az bir buçuk saat sürerdi. Bir buçukta çıkarsam üçte orada olurum, hiç değilse bir saat bana sohbet imkânı kalır, dedim. Ama evden çıkmam biraz gecikti ve ikiye çeyrek kala otobüse ancak bindim.

Köprünün ayağına geldiğimde tesadüf 127'yi önümde bulunca kısa sürede Vatan caddesinin E-6 bağlantısına geldim. 3-5 dakika bakındım, minübüs gibi bir şey geçmiyor, otobüs zaten yok, bir taksiye atlayıp "Milliyet" dedim. Yani sizin anlayacağınız iki buçukta gazetedeydim.

İstanbul'da oturanların bu saatte gelmeyeceklerine emindim. Yalnız İstanbul dışından daha da erken gelenler olabileceğini sanıyordum. İçeri girdim. Güvenlikten geçtim. Görünüm her şeyiyle burada bir Blog toplantısı yapılacağını anlatıyordu. Bir masada bizim için hazırlanmış kimlikler vardı. Görevli arkadaşlar da masayı nereye koyacaklarını tesbit etmeye çalışıyorlardı.

Erken geldiğimi tahmin ettim. Ama ayıp olmasın diye, ilk gelen ben miyim, diye sormadım. Gelen arkadaşlar var mı, dedim. Eeeee, pek fazla yok şimdilik dedi bayan arkadaşlardan biri. Bir hayli az olduğunu anlamıştım.

Ben sizi yönlendireyim diyerek o bayan arkadaş bana merdivenleri gösterdi ve aşağı ineceksiniz, dedi.

İndim... Hemen merdiven dibindeki koltukta bir bey oturuyordu.

(Özellikle gelmek isteyip de gelemeyenler için biraz daha ayrıntılı bilgi vermek istiyorum).

Çok amaçlı bir kattı burası. Merdivenin hemen sol yan tarafında bir yemekhane, az ilerleyince sağımda bir sahne, solumda ise bir kokteyl salonu vardı... Masalar hazırlanmış, üzerinde yiyecekler, ayrıca geri tarafta sıcak yiyecekler için sıra sıra mangallar duruyordu. (Mangal kelimesi yanlış olabilir, doğrusunu bilen lütfen beni uyarsın. Ayrıca bu yemekler o kadar titiz hazırlandı ve sık sık kontrol edildi ki bu ciddiyete hayran kaldım. Tekrar teşekkürler Milliyet Blog yöneticilerine...)

Sahnede hareketli bir hazırlık yapılıyor, mikrofonlar, hoparlörler, müzik âletleri yerleştiriliyordu. Etraftaki kolonların dört bir yanına Blog yazarlarının gönderdiği mesajlardan seçilen cümleler yazılmıştı. Bir blog ortamında olmanın sıcaklığı tam anlamıyla hissediliyordu.

Barda yaş ortalaması çok genç 5-10 kişi vardı. Bunlar acaba bloger mi diye bir göz attım, kimsenin yakasında isim yoktu. Anladım ki Milliyet çalışanları... Ben de orada bulduğum boş bir koltuğa oturdum.

Biraz öyle bekledikten sonra canım sıkıldı. Gidip şu oturan adama sorayım, belki de blogerdir, tanışır, konuşurum dedim, baktım yerinde yok. Daha sonra yanıma bir beyefendi geldi. Hoşgeldiniz dedi, kendini tanıttı. Hasan Barışcan beyefendi... Hem blog yazarı, hem de Milliyet'le bağı olan biriymiş. Aç olup olmadığımı sordu, tokum deyince de, bir kahve içelim diyerek beni bara götürdü.

Biraz sonra, Süleyman bey de buralardaydı, onu da çağırayım, deyince, o merdiven dibindeki koltukta oturanın Süleyman Ekim olduğunu tahmin ettim.

Tanıyamamıştım. Resminden ve yazılarından onun çok daha cevval, hareketli biri olduğunu düşünüyordum. Fakat oldukça sakin ve sessiz görünüyordu. Celal beyin doğru çıkan tahminlerinden biri daha dedim kendi kendime...

Ben çekingen biri olduğum için özellikle eşim tembih etmişti, rahat ol, girişken ol, tanımak istediğin herkesle tanış, konuş, demişti. Ama benden beterleri de var diye düşündüm içimden...

Hasan bey, Süleyman Ekim'i aldı getirdi. Hararetle el sıkıştık, Ta Afyon'dan gelmişti ve ilk gelen oydu. Ben yazılarını sürekli okumaya çalışıyorum. Birkaç kez mesaj atayım dedim, sonra da en iyisi yüzüne karşı söylerim deyip vazgeçmiştim.

Hasan bey önce bana sorduğu gibi, ona da ne iş yaptığını, nerden geldiğini filan sordu. Var mı, roman, hikâye, şiir kitabı filan deyince, Süleyman bey, ben mizah yazıyorum, dedi. Zaten blogdaki sayfasında da kendini mizah yazarı olarak tanıtıyordu.

Ben fırsatı bulmuşken, Süleyman bey mizah yazıyorum diyor ama, yazılarını okurken insan hiç gülemiyor, hem nalına, hem mıhına geçiriyor deyince, Süleyman bey de lafı gediğine koydu: Eee napalım, kara mizah işte, dedi.

Az sonra çıtıpıtı bir hanımefendi geldi. Ben artık kendimi ev sahibi gibi görmeye başladığım için, onu bara oturttum, bir çay söyledim. Guguk kuşuymuş meğer o... Epeyce konuştuk. Daha sonra da Emre Tekin kardeşimiz geldi... Bir ara saate baktım, dörde beş var. Ve biz hâlâ beş kişiyiz.

Galiba gelen az olacak dedim Gugukkuşuna... (Pardon, tabii ki ona artık adıyla hitap ediyorum), Hatice'ye...

Derken bir arkadaş daha geldi. Karşımızda oruran teknik ekiple tanışıp orada kaldı. Bir ara göz göze geldiğimizde, gelsenize bu tarafa, blogcular burada dedim, onu da çağırdım, altı kişi olduk.

Bu arada bize görevli bir hanımefendi, küçük, şirin, kırmızı bir poşet çanta getirdi. Aslında kapıda verilecekmiş ama yetiştirelememiş, ya da unutulmuş. İçinden tam tahmin ettiğim ve istediğim gibi, her sayfası Milliyet Blog basılı bir defter ve yine Milliyet Blog basılı bir kalem çıktı. Bu zarif ve anlamlı hediye için Milliyet Blog yöneticilerine teşekkür ediyorum. Toplantıya gelemeyen arkadaşlarımın kaçırdığı en değerli şeylerden biri de bu bence...

Sonra kalabalıkça bir grup girdi içeri. Onlar bizim yanımıza gelmediler. Görevli bayanlardan biri gelip, arkadaşlar gelmeye başladılar, sizi de şöyle alsak deyip bizi kokteyl salonuna çağırdı. Yerimizden kalktık ve hemen sahnenin önündeki ilk masaya dizildik. Diğer masaları da öteki arkadaşlar parselledi.

Bu arada sahnede hazırlıklar bitti. Müzik başladı. Baktım masada sabit durarak olmayacak. Ben dolaşmaya başladım. Merhaba, hoşgeldiniz, nasılsınız filan ama, konuştuklarımızı duymak ve duyurmak imkânsız. Barda bile bu kadar yüksek volümlü müzik dinlediğimi hatırlamıyorum.

Biraz abarttığımı düşüneceksiniz ama, belki şöyle söylersem daha doğru olur. Bara bilerek müzik dinlemeye gidiyorsunuz, belki gürültüyü de doğal karşılıyorsunuz. Halbuki biz buraya tanışmaya, görüşmeye, konuşmaya geldik. Bu kadar sese ne gerek vardı, hâlâ anlayabilmiş değilim.

Hatta bu müzik de nereden çıktı desem daha doğru olur. Çünkü bu tip toplantılarda önce görüşmeler yapılır, sonra yemek yenir, sonra da müzik faslı başlar. İsteyen dinler, isteyen dinlemez. Bizse dinlemek zorundayız, birbirimizle konuşmak istiyoruz, ama konuşamıyoruz ve anlaşamıyoruz. (Bütün bunlar benim şahsî görüşüm, elbette katılmayanlar ve farklı düşünenler olacaktır).

İşin tuhafı sahnede çok güzel bir ekip var. Ses ve saz olarak profesyonel, işinin ehli bir grup. (Adlarını daha sonra öğrendim, Bremen Mızıkacıları'ymış). Onlar da ilgisizliğimizden şikâyetçiler. Bizi kendilerine bağlamak istiyorlar ama, herkes sohbette. Tabi buna sohbet denebilirse. Zaten nezleden yeni kurtulmaya çalışıyorum, sesim çıkmıyor, valla boğazım yırtıldı.

Ayrıca bu arkadaşlara da ayıp oldu. Bana göre çok başarılı bir ekipti ama, onlara yeterli ilgiyi gösteremedik.

Bir ara yetkili bayanlardan biri, yaş ortalaması da bayağı yüksek, bana söylemişlerdi ama ben inanmamıştım dedi. Gerçekten de orta yaşlar çoğunlukta. Sonra gençler, sonra da benim gibi ihtiyarlar var. Yalnız dikkatimi çekti, sanırım bu müzik kısmını düzenleyenler, çok genç bir grubun geleceğini düşünmüşler.

Daha da tuhafı, ara sıra müziğin ritmine kapılıp kendini sahneye atan üç beş kişi de, gençlerden değil, orta yaşlılardandı.. Mesela Sedat beyle, Ümran hanım, Sema Şener'le Ömer Sabahattin Çetin güzel birer çift oluşturdular. Biz de tempo tutarak katıldık, ne yapalım...

Bu arada yeni gelen bir kaç arkadaşla tanıştım. Mesela Emy'di biri. Gürültüden nasıl konuşup anlaşabildik, sadece ikimiz biliyoruz. Kulaklarım uğuldamaya başladı. Sanırım bunda benim rahatsızlığımın etkisi de var. Herkes benim kadar rahatsız olsaydı tepkisini gösterirdi herhalde.

İki kişibirbiriyle tanışırken genellikle şöyle bir manxara oluşuyordu. Önce gayet güler bir yüzle, birbirlerine ellerini uzatıyorlar, merhaba, nasılsınız, hoş geldiniz, siz de hoş geldiniz filan diyorlar.

Biliyorsunuz görgü kurallarına göre insanların böyle bir selamlaşmada birbirinin gözünün içine bakması lazım. Ancak bizimkiler inatla birbirlerinin yakalarına bakıyorar. Bakalım bu kimmiş diye tanımak için.

Birdenbire karşılarında yazılarını okdukları ve gıyaben tanıdıkları biri olduğunu görünce, ooooo sesleriyle bir kere daha selamlaşıp yeri geldiğinde kucaklaşıyorlardı.

Bu arada Milliyet adına Hanzade Doğan hanım bir konuşma yaptı. Bize hoşgeldiniz "Milliyet yazarları" diyerek büyük bir jestte bulundu. Ayrıca Milliyet Blog'la ne amaçladıklarını anlattı. (Sonradan Çiğdem hanımın konuşmasından öğrendik ki, bu proje Hanzade hanımın fikriymiş).

Giderken acaba herkese ikram edebileceğim bir şey götürsem diye çok düşünmüş, sonra vazgeçmiştim. Ama düşünüp vazgeçmeyenler de olmuş. Sabiha Rana hanım bize akide şekeri, Oya Tekin de fıstıklı lokum dağıttılar, teşekkürler...

Nihayet bizden biri sahneye çıktı. Kim mi? Hepiniz bildiniz... Melda... O kadar gürültüden sonra o güzel sesiyle söylediği slow bir parça, doğrusu hem kalplerimize, hem kulaklarımıza iyi geldi. Keşke müzik Melda ile bitmiş olsaydı, ama üstüne bir iki parça daha dinlemek zorunda kaldık.

Sonunda bitti. Ama insanlar da yorgunluktan bitmişti. Açık büfeden herkes bir şeyler alıp bir köşeye sinerek atıştırmaya başladılar. O arada yine hepimiz, görüşemediklerimizle görüşmeye çalıştık. Dedim ya ben çekingen biriyim, ama özellikle gençlerden öyleleri var ki, benden daha çekingen. Kıyıya köşeye sinmiş bazı arkadaşlar vardı ki, doğrusu bazılarıyla tanışma fırsatı bile olmadı.

Ta Bodrum'dan, İzmir'den yani uzaklardan gelenlerin yanında İstanbul'dan gelenlerin sayısının hayli az olması düşündürücüydü. Bir ara bu kadar kişi de gelmeyecekmiş gibi bir hisse kapıldığımda, görevli bir bayan arkadaşa, kaç kişi gelecekti, diye sormuştum.

Yüz altmış kişi "geleceğiz" diye not bırakmış. O hepsinin geleceğini sanıyordu. ben de "demek ki 70-80 kişi gelecek dediğimde bana inanmadı. Bilmiyorum kesin rakam kaç kişi ama, ancak bu civardaydı.

Üstelik geleceğini bildirmeyenlerden de gelenler vardı. Bunu nasıl mı anladım? Gelecekler için isimleri yazılmış kartlar vardı. Mesaj bırakmayanların adı ise sonradan boş kartlara yazılmıştı.

Evet, kenara köşeye sıkışanlar yüzünden tanışıp görüşmek hayli zor oluyordu ama ben herkese uğramaya, en azından bir merhaba demeye çelıştım. Fakat dediğim gibi arada görüşemediklerim de oldu.

Özellikle birbirini görmek isteyeneler, uzaktan tanışanlar, yazılarına hayranlık duyanlar, daha sıcak bir ilişki kurdular. Her yerde zaten bu böyledir.

Sonra Çiğdem Toraman (Doğan Gazetecilik Dijital Kanallar İş Geliştirme Direktörü) aldı mikrofonu eline ve bir taraftan yiyip bir taraftan beni dinleyin diyerek Milliyet Blog'un uzun bir hikâyesini anlattı. İleriye dönük bazı düşüncelerden de sözetti. Bunları sanırım herkese bildirecekler. Sonra da bazı sorulara cevaplar verdi. Bu arada yine ikili, üçlü, beşli sohbetlere devam edildi.

Bir ara baktım sayımız azalmış. Birer birer insanlar gitmeye başladılar. Konuşma sonrası artık birkaç yerde özel sohbet edenler kalmıştı. Ben de hazırlanıp salondakilerin hepsine iyi akşamlar dileyerek ve tekrar görüşmeyi (bu zor da olsa yazışmayı) dileyerek veda ettim.

Kadıköy'e kadar servis de varmış, onunla evime döndüm.

Benim için çok güzel bir gündü. Her açıdan güzel geçti diyebilirim. Özel bir beklentim olmadığı için herşey benim için bir kazançtı. Gelenlerin listesini blog yöneticileri bildirecekler sanırım. O yüzden burada gelenlerin adını saymıyorum. Çünkü unuttuklarım ve görüşmediklerim kırılabilirler. Belki bazı izlenimlerimi değişik konularla bağlantılı olarak başka yazılarda anlatabilirim.

Geldiğimize ve gördüğümüze değdi. Gelemeyenleri fazla üzmemek için daha da ballandırmak istemem ama, bu tip toplantıların tadına, bizzat katılmadan varılamaz. Öyle hikâyesini dinlemek yetmez.

Siz gelseydiniz fiziki mekân ve ortamla ilgili göreceğiniz şeyler bunlar olacaktı. Elbetteki görüşeceğiniz kişilerle olan ikili ilişkilerinizin size kazandıracaklarını ben bilemem.

Konuşulan konu ve sorulan sorulara da çok fazla deyinmek istemiyorum. Milliyet Blog yöneticileri bizim adımıza bu işin en iyi yapılabilmesi için gereken ne varsa düşünmüşler.

Daha çok sübjektif diyebileceğimiz bazı bireysel isteklere ise burada yer vermeyi gereksiz görüyorum. Hepimizi ilgilendiren konulardaki durumu da hepimize sorarak karara bağlayacaklarını söylediler.

Burada yaşananlarla ilgili olayları benden çok daha güzel olarak sizlere aktaracak arkadaşlarım da olacaktır. Siz artık hepsinden ortak bir nokta çıkarıp hayalinizde bu toplantıyı yaşamaya çalışın. Bence en iyisi ikinci bir toplantı olursa kaçırmamaya bakın. Benim gözlemlerim böyleydi...

Teşekkürler Milliyet Blog yöneticileri, teşekkürler Milliyet Blog yazarları. Tanıdığım herkese sevgilerimi, saygılarımı, gönderiyorum bir kez daha... Gelemeyenlere de aynı duygularla selamlarımı...

En kısa zamanda tekrar görüşme imkânımız ne kadar azsa da , yazışma imkânımız o kadar fazla... Yazışalım her zaman, dostça, arkadaşça... Bundan emin olun hiçbir kaybımız olmaz. Hepinizi çok seviyorum.

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..