Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Kasım '10

 
Kategori
Siyaset
 

Toplumsal Hafıza ve Kanlı Tarihimiz

Toplumsal Hafıza ve Kanlı Tarihimiz
 

Tarihimizin acılara bezeli haline inat, o tarihin acılarını zihinlerimize kazısak, zihnimizin en müstesna yerinde o acılara bir parça yer açsak… sanırım, geleceğimize dair daha emin ve daha güvenilir adımlar atmak olası olurdu.

Zor bir ülke bizimkisi. Zorlukların, sıkıntıların diz boyu olduğu bir ülke. Bitmek bilmeyen acılar, bitmek bilmeyen sıkıntılar ve devlet merkezli baskılar, devlet merkezli katliamlar, faili meçhuller, suikastler ve en nihayetinde aydınını ezmekte beis görmeyen bir zihniyet yapılanması…Ne varki zorluklar ülkesi olan ülkemizde, o geçmiş zamanların acıları, geçmiş zamanların katliam dolu anları, ölümler, yıkımlar, dağılmalar, parçalanmalar alabildiğine yaşanmış olmasına rağmen, hiçbir şey olmamış gibi o geçmiş zamanları anıyor olmamız bilmemki nasıl açıklanır? Devlet merkezli, üstü örtülü, saklısı, gizlisi bol olan, kanın bolca aktığı, kanın bolca akıtıldığı ve topraklarımızın üzerine boca edildiği bir tarih bu bahsini etmeye çalıştığımız tarih. Her bir ailesine, öyle veya böyle, acının en hasının tattırıldığı topraklardır bu topraklar. Fakat…Yine bu milletin, devletini kutsama hadisesinde, o devlete kutsiyet atfeden hali ile zor açıklanabilir türden bir millet oluşu hayli gariptir. Yani demem oki, cellat aşkı gibi bir şeydir bu. Belkide böyle bir ironik durumun varlığı, mizahın tadına alabildiğine tuz, baharat eklemektir. Mizahın dibine kadar inmektir. Ve bizki, böyle dediğimizde, çevre sakinlerimizin hışmına uğramaktayız. Çevremiz sakinleri surat asmakta, astığı suratla saldırganlaşmakta ve devlet merkezli karanlık odaklara methiyeler düzmekte… Lakin, o bize kızgınlık gönderen çevremizin nadide insanlarının toplumsal bellek eksikliğindeki zaafiyetin varlığını inkâr etmek olası mıdır? Evet işte… Tamda kullanmak istediğim ifade buydu. “Toplumsal bellek”… Geçmişi unutmamak adına sanırım ihtiyacımız olan şeyin, bu belleği canlı tutmak olduğu muhakkak. Zira o bellek var ya o bellek, o canlılık halini kaybetti mi, en tepkili haldeki zihin dünyamız bile miskin bir kedi misali kıyıya yanaşıp, kıyı kenar bir yerlerde sürünmekte olur. Toplumsal bellek canlı tutulmalı. Geçmişi unutmamalı. Celladına, cellatlarına gün gelip kucak açıp, sevgi saygı gösterisine teşne olmamalı. Oluyorlar… Hem de fazlası ile oluyorlar… Belleği alabora olanların gün gelip cellatlarına kucak açtığına çokça tanık olduk. Hayret etmedik aslında. Hiç ama hiç hayret etmedik. Çünkü tüm kurgular, o belleği alabora etmek üzerine kurulmuş. Tüm kurgular o belleği miskinleştirmek üzerine ayarlanmıştır. Belkide bu kurgusal ayarların özünü sıkı bir korku pompalaması destekliyordur. Acıya katlanmak kolay mı? Acıyı görenin yeni acılara dayanması mümkün mü? Acıyı görenin yeni acılara teşne olacak davranışlardan kaçınması çok mu tuhaf? Sanırım “Korku Kültü” gibi bir şey bu durum.

12 Eylül dönemi cezaevleri, korkunun en hasını insanımızın beynine enjekte etti. Ki işte Diyarbakır Cezaevi gerçeği ortada. Tüm zamanların en dram kokan cezaevlerinden birisi olarak nam saldı Diyarbakır Cezaevi. En naifinden yana hangi insan inanır Diyarbakır Cezaevi gerçeğine? Bu halk Diyarbakır Cezaevi’ni aradan geçen otuz yılın sonunda, bir televizyon dizisinden öğrendi. Ve bu yapılanların abartılı olduğuna kanaat getirdi. Oysa görülenlerin, görülmediklerin yanında bir toplu iğne ucu kadar olduğunu bilselerdi, o gördüklerine acaba abartılı derler miydi? Mesela “Dörtlerin Gecesi” isimli kitabı bu ülkede kaç insan bilir? Okumayan herkese tavsiye ederim “Dörtlerin Gecesi” isimli kitabı. Diyarbakır Cezaevi gerçeğini en yalın, en somut hali ile ortalık yere döküp saçan bir kitaptır “Dörtlerin Gecesi”. Hani şu yazının şu anlık kısmında Diyarbakır Cezaevi geldi aklıma. Oysa belleğimizin ücra köşelerine hapsolmuş olan o denli çok olay varki, trajedisi birbirinden bedbaht.

Evet…12 Eylül darbesi bir trajedi yarattı. Büyük bir acı ile birlikte, bu toplumda derinden yana feci bir duyarsızlık dönüşümü oluşturdu. Hani işkencesi, hani ezası, cezası bir yanada, 12 Eylül darbesinin en feci halinin, toplumdaki bellek zehirlenmesi yaratmış olmasını söylesem ne kadar yanılmış olurum? “Unutmak”, “Duyarsızlık”, “Görmemek” toplumsal özelliğimizin yapı taşı haline dönüştü. En iyi örneğini sadece bu yıl Antalya’nın Konyaaltı Plajında yaşanan iki kalp krizi vakaası ile bile açıklamak mümkün. Plajda güneşlenirken ölen insanın cesedi halen ortadayken, plajdaki insanların kendi keyiflerince gününü yaşıyor olmasının bize anlattığı en yalın şeyin “Duyarsızlık” ve “Görmemek” olduğu değil mi? Bu denli bir hoyratlığın tarifi dahi olamaz diye düşünüyorum. Bir köpeğin ölümü, bir kedinin ölümü veya bir ağacın kesilmesi dahi zamanında insanın yüreğinde “cız” sesi çıkartıyorken, bize ne olduda böyle, insanlar plaj kenarında ölürken kimse umruna takmaz oldu? Bu feci bir vurdumduymazlık pek tabiki ama ciddi bir sosyolojik araştırma konusuda aynı zamanda. Ve böyle bir toplumsal yapı içerisinde, zamanın o feci düzeydeki trajedi kokan kanlı katliamlarına dair duyarlılık yaratmak pek tabiki kolay bir şey değil.

Bu durumu, yani bellek, hafıza mevzuunu bir başka açıdanda ele almak gerektiğini düşünüyorum. Hani dedik ya toplumumuz ciddi bir kanlı tarihin sürecinden geçerek bu günlere geldi diye. Böyle bir kanlı tarihi zihninden çıkartmak gibi bir eylemide söz konusu olabilir toplumdaki her bireyin. Unutmak temel bir tercih halide olabilir. Askere vatani görev için giden gencin ölüm haberi karşısında aile efradının, ruh hali nasıl tarif edilir? Pek tabiki bu durum hakkında çok fazla bir şey söyleyemiyorum. Ama bir gerçek varki, böyle bir trajedinin unutulmak istenmesinden yana daha doğal bir şey düşünemiyorumda. Gencecik insanların ölümü, öldürülmesi bir trajedi, ve bu topraklar, bu trajediyi fazlası ile yaşadılar. Bu trajediler yüzleşilerek mi unutulur, yoksa, ne bileyim yoksa, hafızadan silinip atılarak mı unutulur? Bu gün bir gencin eline silah alıp dağa çıkması ve devlete isyan bayrağı açmasının kökeninde, devlet yönetimlerinin basiretsiz tutumu rol oynamaz mı? Şüphesizki devletlerin böyle bir basiretsizliği olduğu bir gerçektir. Hele hele biz gibi bir ülkede durum hepsinden vahim. Yıllar öncesinin kırmızı hatlı çizgileri üzerinden 2000’li yılları açıklamaya çalışan bir devlet düzenimizin olduğu malumanedir. Böyle bir malumluk karşısında, gün gelip vatandaş, bu malum durumu yaratan, bu malum durumu kurgulayıp, ayar verenlerden hesap sormaya kalkarsa… Olmaz olmaz dememek lazım. Her şey olabilir. 12 Eylül, üzerinden geçen otuz yılın ardından, bu gün daha açık bir şekilde sorgulanıyor. Belki de 12 Eylül’ün eli kanlı failleri bir bir yargı karşısına çıkacak. Darbe yaptıkları bir gerekçe yargılanmaları için… Ama ya öncesi… İşte toplumsal bellek, hafıza burada devreye giriyor ve ille de sorması farz olan bir soruyu tekrar sormak gerekiyor, “Darbe öncesindeki o kanlı günlerde, bunca silahı, dönemin gençlerinin eline kim verdi?” Sadece bu soru dahi devletin o kutsal damarına tepki koymam için yeterli bir nedendir.

Yakın tarihimizin unutulmaması gereken iki kanlı katliamını tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum. Birisi Sivas Madımak katliamı ve bir diğeri ise Gazi Mahallesi katliamı. Her ikiside zihnimde devleti hedefe koyan katliamlardır. Örneğin; Alevilerin bu güne kadar sormadıkları o soruyu ben buradan sorayım. 2 Temmuz katliamında, o koca kutsal devletin tek bir tane dahi kolluk gücü neden bu katliam karşısında kılını kıpırdatmadı? Öyle ya… Her olur olmaz durumlarda demeç vermekten beri durmayan yüce ordumuz neden katliam günü Sivas ahalisinde bulunan hiçbir gücünü devreye sokmadıda, böyle feci bir katliamın yaşanmasına seyirci kaldı? Bu soru dahi, her aleviyi, ordunun sorgulanacak bir kurum olduğu gerçeği ile yüzleştiriyor. Ama aleviler bu soruyu soramadılar. Net bir tavırla orduyu bu soru etrafında sorgulayamadılar. Ve hafızaları, bellekleri kısmende olsa alabora oldu. Böyle bir kanlı katliamı unutma noktasına kadar geldi. Ve aynı şey Gazi Mahallesi katliamı içinde geçerli oldu. Devletin bu denli aleni bir şekilde sobelendiği başka kaç olay hatırlıyorsunuz? Oysa Gazi Mahallesinde hedefe konan aleviler, aradan geçen zaman diliminde, devletin kutsal damarına biat etmeye başladılar. O devletin statükocu, değişmez ilkelerinin sonsuz savunucusu pozisyonuna düştüler. Bu durumu devletin statüko zaptiyesi kalelerinin korunması mevzuundaki oylamada fazlası ile gösterdi aleviler ve “Hayır” oyu verirken, AKP ile hesaplaştıklarını düşündüler. Ama kimin değirmenine su taşıdıklarının farkında bile değillerdi. Bu durumda alevilerin toplumsal bellek sorunları olmadığını söyleyebilir miyiz? Tabi aleviler özelinde bu iki olayı örneklerken, genel anlamda AKP’nin ortaya koymuş olduğu kimi söylemlerinde, toplumsal hafızanın ne yanından seyreylediğinide yazımızın içine koymamız gerekir. Bu gün için AKP’nin, CHP’ye oranla daha demokratik bir takım adımlar atma refleksinin olduğunu dile getiriyoruz. Oysa aynı AKP içerisindeki kimi ırkçı, şoven yaklaşımların parmak ısırtacak cinsten olduğunu görmemek için sanırım alık olmak gerekir. Cemil Çiçek örneği her zaman verilmesi gereken en yalın örnektir. Buna karşın Melih Gökçek’in ırkçı hezeyanlarını nasıl gözardı edebiliriz? Soy sop tartışmalarında MHP’li vekillerin hemen ardından ilk sıraların müdavimliğini kimseye kaptırmayacaklarına eminim AKP’li vekillerin. AKP sütten çıkmış ak kaşık değildir. AkP’nin geçmişi aynen ortadadır. Belki demokrat olabilimek için ciddi anlamda çaba sarfediyorlar, ama nasılki CHP’nin tarihsel mirası CHP’yi demokrasi mücadelesinde kulvarın dışına itiyorsa, Milli Görüş geleneğinden kopmuş olan AKP’nin de geçmişi yakasını bırakmıyor. Milli Görüş kültürünü içselleştirmiş o kadar çok üyesi, vekili varki AKP’nin, bu yapının pek tabiki dönüşmesi ve biat kültüründen kopup demokratik bir zemine oturması çok kolay olmuyor. Yinede her şeye rağmen bünyesinde var olanların ırkçı, şoven söylemleri gözardı edilemez. Her dem mahkum edilmelidir bu kimseler.

Daha yakın zamandı… Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, bir Anadolu gezisinden dönerken, yolda verilen yemek molasında eşini kıyı kenar bir yerlerde tek başına yemek yemeye mahkum etmişti ve kendisi geniş bir refakatçi eşliğinde yemeğini yemişti. Eşinin o mahzun hali gazetelere yansımıştı. Silik, içine kapanık bir hali vardı hanımefendinin. İtilmişliğe dair son derece güzel bir örnekti bu fotoğraf. Bir tarafta başını örtenin haklarını savunan AKP’liler, diğer tarafta bir bakanın eşine reva gördüğü davranış biçimi… Canlı bir örnek olarak karşımızdaydı. Ne zamanki Binali Yıldırım bir demeç verir oldu ekranlardan, benim zihnim hep o güne gitti. Lokantada eşini kenara atmış bir erkek figürü zihnimde canlandı. Nedendir bilmiyorum ama o görüntüyü hiç unutamadım. Aslında bir nebze olsun belleğimi yokladığımda, AKP’den yana hiç hazetmeyeceğim o denli çok olay varki… Hani şunuda gözardı etmiyorum, evet… AKP dönüşmek, çağı yakalamak adına çaba sarfediyor ve bu değişim ve dönüşüm sürecinde AKP’ye destek olunması gerektiğinide düşünüyorum ama o iş pek tabiki bizlerin işi değil. Kendisini o saflarda gören demokrat nüveli insanların bu konuda her zamankinden daha fazla çaba göstermeleri gerekiyor.

“Toplumsal Hafıza” demiştik… Tarihimizin acılara bezeli halini unutmamaya odaklı bir çabanın olması gerektiğini düşünüyorum. Unutulmamalı… Ne dört yıl önce katledilen Hrant Dink cinayeti unutulmalıdır, nede yıllar öncesinde bir gece ansızın faili meçhule kurban giden Ape Musa unutulmalıdır. Vedat Aydın ismi unutuldu. Vedat Aydın gibi nice isimlerin faili meçhule kurban gidişleri karşısında zihnimize siyah bant çektik. Faili meçhulleri sorgulamadık. Ceylan’ı öldürenlerinde kimler olduğuna dair bir bilgimiz yok ama ipuçları hep aynı noktayı işaret ediyor. Metin Göktepe’yi öldürenler, Uğur Kaymaz’ı öldürenler, Engin Çeber’i öldürenler… Bakınız hep aynı yönden gelen pis kokulardan yana yaşamlarına nokta kondu bu insanların. Dile kolay onyedibinbeşyüz faili meçhul cinayet… Böyle bir trajedinin unutulması kolay olmadığı gibi, unutmak için toplumda sanki özel bir çabada var. Sanki bu topraklarda böyle şeyler hiç yaşanmadı. Sanki bu topraklar faili meçhule kurban gidenlerin kanları ile yıkanmadı. Yirmi yıl oldu Galatasaray’ı mesken tutan anaların çilesi. Bıkmadan, usanmadan çaba gösteriyorlar. Kayıplarının peşindeler. Ve illaki bu çaba, gün gelip meyvesini verecek. Kar, kış, yağmur, sıcak, güneş altı demeden her Cumartesi günü Galatasaray’da yerlerini alan bu topluluğa karşı devletin kafasını başka yönlere çevirmesi pek tabiki anlaşılabilir. Zira her bir ipucu devleti işaret ediyor. Ve devletin bu hususta söyleyebileceği tek bir laf yok. Peki kendimizi nasıl güvende hissedeceğiz? Nasıl bu devlete güven besleyeceğiz? Devleti temsile yetkili kimselerin çıkıp avaz avaz “Devlete güvenin” yollu bağırtılı telkinlerine dair “Neden?” diye sormak fazlamı tuhaf kaçmakta? Uğur Mumcu öldürüldüğünde tarihler 24 Ocak 1993’ü gösteriyordu. O zamandan bu zamana geçen süreçte Uğur Mumcu cinayeti bir adım yol dahi almış değil. Kim öldürdü Uğur Mumcu’yu? Ve kaldıki Uğur Mumcu devletin dilini iyi bilen ve bu ülkede resmi ideolojiyi fazlası ile kabullenmiş bir kişidir. Ama o devlet dediğimiz nesnenin bekası için, kendi içerisinde birilerini dahi hedefe koymaları pek tabiki fazla tuhaf olmayan bir davranış. Ve herkes Uğur Mumcu cinayeti sonrasında sustu. Boş ağıtlar etrafta duyulmaya başlandı. Aradan geçti onyedi koca yıl… Devlet okkanın altında… Hani devlet okkanın altındada bir şey mi olacak o devlete? Tabiki hayır. Ama bir varki bu devlet, her geçen gün güvenilirliğini yitiriyor. Halk nezdinde itibarı iyiden iyiye kayboluyor. Bakınız bu gün okuduğum bir haber şöyleydi. “Son onyıl içerisinde TSK içerisinde 815 asker intihar etti.” İntihar eden askerler için tabir edilen ifade “Eğitim zaiyatı”. Daha feci ne tür bir trajediden bahsedebiliriz? Ve TSK son derece basit bir biçimde, kendi kolları arasına aldığı bu insanların ölüme gidişlerini seyrediyor. Ve daha kötüsü ise, “Eğitim zaiyatı” dendiği andan itibaren kimse hiçbir şeyi sorgulayamıyor.

Daha yakın zamanda, eski DİSK Başkanı Kemal Türkler’in cinayet davası zaman aşımı gerekçesi ile düştü. Birkaç yıl öncede, 12 Eylül öncesinin o kanlı eylemi 16 Mart 1978 katliamı zaman aşımı gerekçesi ile üstü örtüldü. 1 Mayıs 1977 katliamının ise hangi mecrada olduğuna dair bir bilgimiz yok. Onca insan öldürüldü ama bu katliam sonrasında, katliamla ilgisi olanların kimler olduğu ortaya çıkarılmadı. Bakınız “çıkarılamadı” demiyorum, “çıkarılmadı” diyorum. Ortada bilinçli bir refleks var. 12 Eylül öncesinde suikastlere kurban gitmiş onca insan var. Doç.Dr. Bedrettin Cömert, Ord.Prof. Bedri Karafakioğlu, Prof. Cavit Orhan Tütengil, Şair Ümit Kaftancığlu, Abdi İpekçi… 12 Eylül’ün sonrasında ise ilk akla gelenler, Turan Dursun, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok. Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu… Her biri birer suikaste kurban gitmiş olmasına karşın, hiçbir cinayetin sonuna kadar gidilmedi. 12 Eylül öncesinde yaşanan Maraş ve Sivas olayları ise tümden üstü örtülmüş olan katliam kalkışmalarıydı. Yüzlerce insan yaşamını yitirdi Maraş ve Sivas’ta. Bunca insanı kimler, neden öldürmüştü? Şüphesizki bir sağ-sol çatışma ortamı olarak açıklanabilecek basit ifadeler dile getirilebilir. Ne varki onca cinayetin altı bu denli basit bir bakış açısı ile doldurulabilir mi? Bu suikastlerin her birisinin profesyonelce hazırlandığını düşünürsek, Maraş ve Sivas katliamlarının son derece bilinçli bir şekilde hazırlandığını düşünürsek… Sadece basit anlamı ile bir takım siyasal örgütlerin bu cinayetleri işlediğine kâni olabilir miyiz? İşaretler, ip uçları hep aynı noktayı işaret ediyor.

Dikkat ediniz… Kanlı bir yakın tarihten bahsediyoruz. Son kırk yılımızın, yani yaşama gözlerimi açmış olduğum zamandan, bu zamana kadar geçen süreçte yaşanan kanlı katliam ve suikast eylemlerinden kimilerini dile getirmeye çalıştım. Ve ortaya öyle bir tarih çıkmışki, kimse bana bunca aydınlanmamış cinayet sonrasında “Devletine güven” telkininde bulunamaz. Peki, bu kanlı tarih unutulmalı mı?

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..