Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Eylül '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Toprağımız aynıysa...

Toprağımız aynıysa...
 

Bütün sabah bana arabalardan söz edip duruyor. Arabasını satmak istediğinden ama hangi model araba alacağına henüz karar veremediğinden falan. Arabalar konusunda hiç bir şey bilmeyen boş bakışlarla dinliyorum onu. Saydığı araba modellerinin nasıl bir şey olduğunu sormama daha fazla dayanamadığı için sıkılıp konuyu kapatıyor.

Bir süre susup açık televizyona bakıyor ve sonra dayanamayıp: "Arabalara nasıl bu kadar ilgisiz olabilirsin? Tamam ilgini çekmeyebilir ama en azından sağdan soldan kulağına çalınmıştır saydığım markalar. Değil mi?" Yüzündeki şaşkın ifade beni gülümsetiyor. "Aslında" diye başlıyorum "Araba satın almak bana çok mantıksız geliyor. Belki de bundan bu kadar ilgisizim." Şaşkın şaşkın soruyor: "Mantıksız mı?" "Evet" diyorum "Kendi açımdan düşünüce mantıksız geliyor. Mesela ben bir arabaya sahip olmak istemem. Büyük miktar bir parayı arabayı bağlamak, sonra her gün ona benzin almak, arada bir kontrol için tamirciye götürmek falan filan... Bu işler bana göre değil. Hem sonra araba kullanmak bana sınırlar getirecek. Araba kullanacağım için dalgın olmamak, uykusuz olmamak, yorgun olmamak ve alkollü olmamak zorundayım. Yani bazı durumlarda kendimi arabaya göre ayarlamak zorundayım. Üstelik trafik stresi ve park etme sorunlarım da olacak bunca sorun üzerine. Şu yaşadığımız şehre bir bak lütfen, emin ol Çin'de bile bu kadar çocuk ve bisiklet yoktur. Eh benim reflekslerim de malum. Bu kadar dalgın birinin reflekslerini düşün. Berbat bir şoför profili çiziyorum. Peki şimdi bana söyler misin bir araba sahibi olmak rahatlık mıdır? En azından benim için?" Başını iki yana sallıyor ve gülüyor. "Sen herşey üzerine bu kadar didik didik düşünüyorsan?"

Ben kitabımı okumaya dönüyorum o da yandaki odaya geçip piyano çalmaya başlıyor. Piyanodan sıkıldığında gitar, gitardan sıkıldığında violonsel... Bir türlü okuduklarıma konsantre olamıyorum. Neyseki bir süre sonra sıkılıyor ve bütün o sesler kesiliyor. İçeriye giriyor. "Sıkıldın mı?" diyor "Hayır" diyorum. "Sürekli okuyorsun ve sıkılmıyorsun ha?" diyor. "İyi bir kitap olursa sıkılmam" diye karşılık veriyorum. "Ne kadar farklıyız seninle. Şu halimize bak" diyor. "Hadi seni koca tembel. Bir köşe yastığı gibisin. Haydi kalk da biraz dolaşalım."

Çıkıyoruz. Arabanın kapısını açarken göz kırpıyor "Eeee bayan mantık. Eğer bu araba olmasaydı şu an sen ya köşe yastıklığına devam edecektin ya da tıklım tıkış bir otobüsün içinde yalpalıyor olacaktın. Buyrun bayan, rahat koltuklarımızda oturun ve keyfinize bakın." Radyoyu açıyor. Bir klasik müzik kanalında karar kılıyor. O kanala takılmadan önce geçtiği kanallardan birinden kullağıma Ella Fitzgerald'ın sesi geliyor. Geri dönüp o kanalı dinlemeyi öneriyorum ama müzik zevklerimiz pek çok şeyde olduğu gibi taban tabana zıt. İkimizi de hoşnut edecek bir kanal arıyor ve bulamıyoruz. En sonunda Bülent Ortaçgil albümünde karar kılıyoruz.

Küçük gezimiz bir alış-veriş merkezinde sonlanıyor. Daha önceki tecrübelerime dayanarak ona dönüp "Şimdi tam bu giriş kapısı önünde ayrılıyoruz. Anlaştık mı? Herkes nereye gitmek istiyorsa oraya gitsin. Sonra buluşur kahve içeriz." Başını sallıyor. Çünkü o benim dolaşmayı sevdiğim dükkanlardan sıkılıyor ben de onunkilerden. Kendimi ilk gördüğüm kitabevine atıyorum. Oradan ayakkabıcılarda, oradan parfümerilerde alıyorum soluğu. Girdiğim her yerde mutlaka telefonum çalıyor. Ve soru hep aynı: "Nerdesin? Ben çok sıkıldım." En son telefon artık beni deli ediyor. Ona diyorum ki: "Bana yarım saat izin ver ve otur bir kahve iç" Yarım saati rahat rahat geçirip onu cafede buluyorum. Yüzünde sıkılmış ifadesiyle bana bakıyor ve "Bu kadar dolaşıp durduğun yerler nereler çok merak ediyorum? Şu çantalarına bakabilir miyim?" Tek tek bakıyor. Bir çift ayakkabı, bir parfüm ve bir kaç kitabı tek tek alıp inceliyor. Alaycı alaycı gülümsüyor. Ben de yan sandalyedeki çantaya elimi atıyorum. Çantadan küçük bir gemi maketi çıkıyor. Az önceki alaycı gülümsemenin intikamını almak için "Ne o Titanic'i yeniden mi yapacaksın. Onu buzdağlarından uzak tutmayı unutma." diyorum. Maketi elimden "Aman ne komik" diyerek çekiyor.

Çıkıyoruz. Arabaya biniyor ve eve doğru yola koyuluyoruz. Koyu maviye dönmeye başlamış hava Bülent Ortaçgil'in sesine nefis bir fon oluşturuyor. Pek konuşmuyoruz. Aklımdan geçen; nasıl bu kadar zıt olduğumuz ve tüm bunlara rağmen nasıl birbirimize bu kadar bağlı olduğumuz, birbirimizi nasıl bu kadar sevdiğimiz. Aslında belki de bu kadar zıt olmak çok büyük bir renk katıyor onunla olan ilişkimize. Çünkü öyle farklıyız ki; sürekli birbirimizi şaşırtıyoruz. Bir sohbet asla birbirini onaylayan iki insanın sohbetine dönüşmüyor. Söylediklerimize karşıdakinin farklı bakış açısıyla yaklaşacağını biliyoruz. Tıpkı aynı toprak üzerindeki iki farklı bahçe gibiyiz. Toprak aynı toprak olduğu sürece üzerindeki bitkiler birbirinin aynı değil diye onu bir parçası olarak kabul etmekten vazgeçer mi? İşte onunla ilişkimizde tıpkı böyle.

Ona dönüp "Bazen kardeş olduğumuza inanamıyorum biliyor musun?" diyorum. Gülüyor "Emin ol kardeşiz. İkimizin de gamzeleri var." Bu İclal Aydın "vecizesi" ikimizi de güldürüyor. Koyu mavi gökyüzüne bakarken yüzümüzde o gülümseme asılı kalıyor uzun bir süre. Ona dönüp bakıyorum, yanağındaki gamzenin çukurluğuna... Elim kendi yanağıma gidiyor...

Fotoğraf: http://www.deviantart.com/print/342151/
 
Toplam blog
: 408
: 1090
Kayıt tarihi
: 17.06.06
 
 

Gazetecilik okudum... Ama gazeteciliği sırf yazabilme serüvenine bir adım daha yaklaşabilmek için ok..