Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Nisan '11

 
Kategori
Deneme
 

Toprak

Ben güzel ülkemizi fazla gezemedim, çok gezemediğim için de çok bilemedim. Yaşadığımız şehri bile gezemiyoruz ki zaten. Evden işe, işten eve, bu eksende dönüp duruyoruz. Aynı caddelerden aynı sokaklardan gidip geliyoruz üstelik, bir alt cadde, bir üst caddeden bile geçmiyoruz. Robot misali kurulduğumuz gibi yaşıyoruz.  

Kendi kendimizi mi kuruyoruz, yoksa birileri mi bizi kuruyor? Açık hava hapishanesi gibi yaşıyoruz sanki. Sanki bir suç işlemişiz de hakim karar vermiş, al sana bu kadar maaş, bozdur bozdur harca demiş. Ayaklarımızı prangalarla bağlamış sanki, nefes alıp verirken bile tutumlu ve sessiz sakin olmuşuz. Açık hapis, göz hapsi misali evden işe, işten eve. Ara sıra borçlarımızı ödemek için bankaya gitmemize izin veriliyor olması ne güzel değil mi?...  

Bir arkadaşım geçen hafta sonu beni davet etti. İş ziyaretlerine gidiyordu; “ Hadi gel beraber gidelim, hem senin için de bir değişiklik olur.” dedi. Gerçekten benim için çok çok büyük değişiklik oldu. Meğer güzel ülkem ne kadar büyükmüş… Ne kadar güzelmiş, yurdum insanı ne kadar iyi ne kadar çalışkanmış…  

En önce toprak büyüklüğü, çok güç ve kuvvet veriyor insana. Sadece birkaç il bile insanın beynine sığmıyor, kaldı ki kocaman Türkiye… Ne kadar büyük bir ülkemiz var değil mi? İnsan ister istemez soruyor kendine. Ne gereği var milyonları büyük şehirlere doldurmanın? Neden metropoller oluşturuluyor, bu kimin faydasına, bizleri metropol köleleri mi yapmak istiyorlar yoksa. Modern köleler, Anadolu’nun bağrından aç bırakılarak koparılmış, metropollerde birilerinin fabrikalarında, işyerlerinde, asgari ücretin altında, çok zor şartlarda çalışmaya mahkum edilmiş bizler…  

Kimleri zengin etmek, refah, huzur ve mutluluk içinde yaşatmak için, seve seve kendimizden vazgeçtik? Feda ettik kendimizi, neredeyse onları için emeğimizi, sağlığımızı, ömrümüzü hayatımızı vermemiz ve verecek olmamız, işin kötüsü buna rica minnet talip olmamız, severek yapmamız nasıl sağlandı? Bu nasıl beyin yıkamak? Bu nasıl ikna yöntemi? Nasıl ve ne kadar sürede becerdiler bunu? Birileri için, milyonları feda etmek ne acımasızlık. Milyonlar nasıl oldu da birilerinin kölesi oldu? Onların, yirmilerin, yüzlerin, hadi onbinlerin olsun…  

Modern toplum, Sanayi Devrimi, Sanayi Toplumu ve daha okuyup öğrenemediğimiz niceleri. Sakın benim de okuyup öğrendiğimi sanmayın. Gerçekten okutulmadım ve öğretilmedim bu konularda. Sadece hissettiklerimi yazıyorum. Arkadaşıma göstermemeye çalışarak bir yandan akan gözyaşımı silmeye çalışırken bir yandan da ömrünü hayatını harcamış, harcanmış, amcalarla dayılarla konuştuk köy kahvelerinde. Yollardan geçerken gördüğümüz o tarlalar, o zengin verimli araziler, ekinler, keçiler, küçük ve büyük baş hayvanları görünce ağladım, bir yandan göz yaşımı silerek, diğer yandan bu güzel toprağın 70 milyonu değil 170 milyonu dahi rahatlıkla bakabileceğini anladığımda. Hiper marketlerdeki fiyat pahalılığı geldi aklıma. Oysa ne güzel incelerdik fiyatları, en ucuzunu bulmak için market market dolaşırdık, indirim zamanını beklerdik. Kâr edeceğiz ya, en ucuz zamanda almaya çalışırdık, yazık olmuş o zamanlara, yazık olmuş ucuz buldum, tasarruf ve kâr ettim diye sevindiğimiz o zamanlara, yazık olmuş kasabın içine giremediğimiz günlere, haftalara, aylara. Bir tarafta Allahın bizlere verdiği canım ülkem, zengin ülkem, diğer tarafta bizler ve yıllarını verdiği toprak gibi çatır çatır çatlamış, kurumuş ellerini boyunlarını gördüğüm, bir iki çayı sayısıyla hesabına göre içen, kahvede emanetmiş gibi oturan Hamdi Amcalara, Erhan Dayılara. Sordum kendime… Ne için kırıştırdın bu kadar kendini? Kimler için derine saplandı bu fakirlik kuraklığı? Kim biliyor, cebindeki bozuk paraları iki de bir saydığını, bir çay daha içmek için hesap yaptığını?...  

Öğretmen olduğum için bildiğim şey Milli Eğitim Bakanlığı’nın bir çok Veterineri ve Tarım Mühendisini öğretmen kadrosuna aldığıdır. Koskoca Türkiye de tarım ve hayvancılığın ne kadar önemsenmediği ve göz ardı edildiği, ne kadar düşmanca köreltildiğinin bir kanıtı da bu olmalı herhalde. Tarımı ve hayvancılığı öldürmek, tarım, hayvancılık ve orman köylüsünü inim inim inletmek, banka kredilerine mahkum etmek, ezmek, büyük şehre göç etmeye zorlamak, zenginlerin fabrikalarında hamallık yapmaya ya da lokantalarda garsonluk yapmaya zorlamak, ne değişik, ne acı verici bir olay. İşin daha da kötüsü yeni nesil tarım ve hayvancılıktan bilgisiz büyüyor. Birkaç nesil sonra, kim ekip biçecek bize izin verdikleri ürünleri? Kim yapacak hayvancılığı? Hatta evinin bahçesinde bir domates iki salatalık yetiştirmesini bilmeyen bizler nasıl yetiştireceğiz bu çocukları bu gençleri.  

Toprak, toprak ana diye diye büyüdük, cennet anaların ayakları altındadır diye bildik ama toprak anamıza hiç de bilinçli davranmadık. Toprak ana bizi ana şefkatiyle kucakladı, her şeyin bol bol verdi, ama biz tembellik yaptık ya da kıraçlaşmaya çoraklaşmaya terk ettik toprak anamızı. Madenlerimizin farkına bile varamadık, çıkaramadık, değerlendiremedik, vatan toprağından çıkan zengin madenlerimizi işleyemedik, yok fiyata sattık, daha sonra çok fiyata geri satın aldık. İzin vermediler, işlettirmediler, hatta çıkarttırmadılar bile toprak anamızın içinde saklı duran zengin maden yataklarımızı. Toprak üstünü bile kullanmamıza, ekip biçmemize izin vermiyorlar bile, ellerinde kalan buğdayı, mısırı, pancarı, mercimeği, pirinci kime satacaklar ki? Bizden kolay söz dinleyen de olmadığına göre, emir ver, ekmesinler, biçmesinler, daha sonra da aç kalmamak için pahalı pahalı, yalvara yalvara satın alsınlar. Ne güzel değil mi?  

İnsan beyninin çalışması bol oksijen ve proteinle olur değil mi? Allahtan nefes alıp vermek şimdilik ücretsiz. Bol bol soluyabilir, ciğerlerinizi bedava doldurtabilirsiniz metropollerdeki karbonmonıksit, egsoz, fabrika bacası zehirli atığı bilmem hangi zehirli gazlı hava ile. Nasıl olsa büyük şehirlerin etrafındaki ormanlık araziler talan edilmiş durumda efendiler tarafından, konmuşlar devletin orman arazisine, şimdi güzel güzel soluyorlar, fıstık çamı, topçam ve ıhlamur ormanlarının güzel havasını. Hele bir de B2 yasası falan onlara daha da güzel soluk aldıracak. Oh be diyecekler, derin derin soluyacaklar o güzel havayı villalarının balkonlarından. Beklide balkonda veya bahçelerinde mangal yaparken oh be diyecekler, pirzolalarını yerken, yedirirken çocuklarına, iştahla, mutluluk ve huzur içinde, ye koçum diyecekler, ye de akıllı ol, zeki ol, beynin çalışsın. Doğru ya, beyin oksijen ve proteinle çalışır, biz ne temiz hava soluyabiliyoruz ne de protein ile beslenebiliyoruz.  

Hayvancılığı yok ettiler, ezdiler, mahkum ettiler bizi etsiz, sütsüz yaşamaya. Meralar boş, hayvan nüfüsü gerilemiş. Et ithal etmeye başlamışız. Üç yanı denizlerle çevrili bir ülkede nasıl olurda balıkçılık olmaz, millet balıkların adını bile bilemez. Balık yok, olan da çok pahalı. Tam onların istediği gibi, ne kırmızı ne de beyaz, et ancak zengine has. Kırmızı beyaz denince aklımıza bayrak rengi geliyor, unuttuk kırmızı ve beyaz eti, beynimizi çalıştırmayıp başka kırmızı beyazları da mı unutturmak istiyor bunlar acaba?...  

Topraklar boş, çorak, ekecek biçecek gençler boşaltmış köyleri, traktörler evlerin önünde paslanmaya terk edilmiş, köylerde yaşlı teyzeler yaşlı amcalar kalmış, eken biçen yok, gelen giden de yok. Terk etmişiz, unutmuşuz, görmemiş bilmemişiz, öğrenmemiş, öğrenmek istememişiz onların halini, çektiklerini, sıkıntılarını… O kadar kötü durumdalar ki, ellerinde kalan iki üç tavuğu bile satmak istemiyorlar, horoz verelim diyorlar, yumurtaları onların tek aşları olmuş neredeyse, üzgünler, mutsuzlar, toprak ana orada bekliyor onları, ama ekip biçemiyorlar, hayvancılık yapamıyorlar. Traktörlerine mazot dahi alamıyorlar. Tarlaya yürüyemiyorlar da artık. Toprak ana başka türlü bekler olmuş onları, onlar da bunun bilincinde sessizce kapı önlerinde ya da kahvelerde bekliyorlar… Okullar kapanmış, köylerdeki birkaç öğrenci taşımalı eğitim ile dakikalarca gider olmuş uzak köylere… Köylerdeki okullar da kahve olmuş, mezbelelik olmuş, yok olmuş…  

Ama her taraf asfalt yol, çok güzel, çok güzel zengin olmuş asfalt mütahitleri, güzel paralar kazanmışlar belli. Demiryolu ise yok, olanlar paslanmış zaten, bakımsızlıktan ihmalden elimizdekiler de gidiyor erozyona, korozyona. Yeni demir yolları yapmak kimsenin aklına gelmiyor. Ya da gelemiyor, onların da suçu değil aslında, karar verecekler de metropollerde yaşıyor ne de olsa. Otoyollardaki, duble yollardaki, köy asfalt yollarındaki kamyon, tır filolarıyla gurur duyuyoruz… Avrupanın belki de dünyanın en çok kamyonu , tırı bizde ya, ne güzel değil mi? Ulaşım çözülüyor nasıl olsa, kamyonlarla, tırlarla yük ve eşya taşırız, otobüslerle de insan taşırız… Birilerinin kamyonu, tırı, otobüsü devamlı satılır, lastiği, yedek parçası, mazotu benzini, yolun asfaltı nasıl değişecek, nasıl satılacak, birileri nasıl peşin vergi alacak da bütçeyi döndürecek?... Otomobiller dolu her taraf, oluk oluk benzin, mazot harcıyoruz… Yedek parça, lastik, otoyol, asfalt harcıyoruz. Demir gibi bükülüyor içimiz, acı çekiyoruz. Demir ağlarla örmüyoruz ana yurdu dört yandan. Ama çok iyi söylüyoruz ilk fırsatlarda bu marşları, sadece söylüyoruz. Şarkı söyler gibi… Önce oynama şıkıdım şıkıdım, ardından demir ağlarla ördük… Düşünmüyoruz, düşünemiyoruz, yahu biz gerçekten ne yapıyoruz?....  

Ne kendimizi seviyoruz, ne de toprağımızı… Kendimizi de toprağımızı da unutmuşuz… Her yaşayan canlı ölümü tadacaktır, toprağını unutan her millet de topraksız kalacaktır… Bu kadar gerçek ve basit. Sevmiyoruz, seven böyle yapar mı?  

 

Ahmet GENCAL  

 

 
Toplam blog
: 8
: 411
Kayıt tarihi
: 04.04.11
 
 

1971, Samsun Merkez doğumlu olan Ahmet GENCAL, eğitim hayatına İzmit Bahçecik İlkokulu'nda başlad..