Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Kasım '11

 
Kategori
Aile
 

Töre cinayeti kısa film konusu

Töre cinayeti kısa film konusu
 

Çekim için özellikle dolunaylı bir gece seçildi


Bir tarla faresine borçluyum şimdi 79 yaşında olan savcı babam Ali Rıza Cemeroğlu ile tanışmamı. Yıl 2006… Bursa’da oturuyorum. Çalıştığım şirketten ayrılmışım ve banka kredisiyle aldığım evi ne yapacağımı düşünüyorum. Yaz sezonunda Çekirge’deki kaplıcalara yakınlığı nedeniyle Arapların rağbet ettiği bir muhitte evim. Tüm uyarıları kulak ardı ederek eşyalı olarak din kardeşlerimize kiralamaya karar verdim. İki aylık banka kredisini halletmiş oldum böylece. Evi geri teslim aldığımda gömme banyo küvetinin kırılmış olması dışında bir zayiat fark etmedim. Araplarla aracılığı yürüten emlakçı halledeceğini söyledi, içim rahatladı. Gerçi sonradan halletmedi ya, neyse… Bir gece salonda yine yalnız bilgisayarımla haşır neşirken gözümün odaklanma bölgesi dışında bir karaltının hızlıca salondaki büfenin arkasından koridora doğru gittiğini gördüm. İlk bakışta anlayamadım ne olduğunu… Sonradan jeton düştü: FARE! Koca bir fare ve ben aynı çatı altında… Aman Allahım! Kim bilir ne zamandır bu şekilde yaşıyoruz?! Apartman yaşamı içinde fazla komşuluk bağları da geliştirememişim ki birinin kapısını rahatlıkla çalıp yardım isteyeyim. Ama artık gelişecek mecburen, mecburiyetten. Yüreğim ağzımda üst kat komşumun kapısını çalıyorum. Sonradan onlardan öğreniyorum ki betim benzim atmış, yüzüm bembeyazmış. O gece beni misafir ediyorlar. Ertesi gün evi fare zehirleri, yapışkanları ile donatıyorum. Ama hayvan akıllı, yemiyor tuzakları. Ben de komşudaki misafirliğime günlerce devam etmek zorunda kalıyorum.

Her işte bir hayır vardır derler ya, bu pek de sevimli olmayan olay Ali Rıza Bey’le tanışmamı, tanışmanın ötesinde yaşamımda önemli yeri olan insanlardan biri olmasını sağladı. Kendisi emekli bir cumhuriyet başsavcısıymış. Hanımı da kendisinden epey genç Özbekistan göçmeni iki yetişkin kızı olan tatlı bir insandı. Yaşam hikâyeleri ve yollarının kesişmesi bu yazının boyutlarını çok çok aşacağından o bölümü atlıyorum, zira gelmek istediğim konu sonradan kendisine savcı baba olarak hitap edeceğim komşumun yazı ve yazın serüveni.

Ali Rıza Bey mühendis olduğumu, bilgisayar işlerinden biraz anladığımı öğrenince 75 yaşından sonra edindiği ve kullanmaya çalıştığı bilgisayarında kitap yazdığını, ama hep ilk yazdığı sayfanın kaybolduğunu söyledi. ‘İlginç’ dedim, ‘bir bakayım’. Savcı Bey’in Word adlı sözcük işlemci programını nasıl kullandığını gördüğümde şaşkınlık, gülme, üzüntü, takdir karışımı duygular yaşadım. Otomatik A4 boyutunda açılan sayfanın orta yerine gelecek şekilde yazmaya çalışıyor, yazıcısından çıktı alarak elindeki standart ölçülerde bir kitabın üzerine oturtarak denk gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Paragraf başlarında ve konuşma metinlerinde boşluk çubuğuyla girinti oluşturuyor, virgülden ve noktadan sonra boşluk bırakmıyor, satır sonlarında sözcükleri kesme işaretiyle ayırıyor, özel isimlerden sonra gelen eklerde kullanacağı tırnak işaretini klavyede çıkaramadığı için yerine çift tırnak kullanıyordu. En önemlisi kendince ayarladığı her bir kitap sayfasını ayrı bir dosya olarak kaydetmeye çalışıyor ama bir sayfayı aşan bölümleri kaydederken zorlanıyordu, çünkü ekrana otomatik olarak ilk sayfanın adı geliyor, onu değiştirmeden kaydedince son yazdığı kalıcı oluyor, ilk yazdıkları uçuyordu. 'Allahtan yazıcıda ilkini yazdırmıştım’ diyerek haline şükrediyordu. Nasıl yapması gerektiğini elimden geldiğince tarif ettim ve kitabının yarısından sonrasını daha kolay yazdı, ancak alışkanlıklarının çoğundan da vazgeçemedi.

Kitabı tamamladığını hemencecik bir göz atmamı istediğinde yazdıklarının bu haliyle gitmesi durumunda pek çok hata ile çıkacağını ve emeğin, üslup güzelliğinin, içerik zenginliğinin, kültürel / tarihsel birikimin yazım hatalarının gölgesinde kalarak heba olacağını fark ettim. Kitabı bir yayınevi basacak olsa sorun değildi, onların profesyonel redaktörleri hallederdi, ama kendisi finanse edecek ve doğrudan matbaaya verecekti. Savcı Bey’in mükemmeliyetçi ve sabırlı yapım nedeniyle redaksiyonunu bilgisayar olanaklarını da kullanarak benim kadar özenle yapacak birisini bulmada yaşayacağı zorluğu da düşünerek zarif eşinin ikram bombardımanı eşliğinde bir haftalık kampa girdim. Matbaaya verilmeye hazır hale geldikten sonra sıra oradaki operatörün başında durup freehand'e aktarılan metindeki hizalama, bölüm ayrımları, sözcükler arası boşluk mesafeleri vb. ile ilgilenmeye gelmişti. Bir taraf düzeltilirken başka taraf bozuluyordu. Adamcağız ben beşinci yazıcı çıktısında da düzeltme talep edince ‘abla bırak o kadarı da dağınık kalsın’ diye isyan bayrağını çekti. Sonunda basıldı. Güzel olmuştu.

Ali Rıza Bey, mesleki anılarının bir bölümünü topladığı ve ‘Kürsüden Notlar’ adını verdiği bu kitabın dağıtımı ve pazarlaması için bir şirketle anlaşma yoluna gitmedi ya da gidemedi, tam bilmiyorum. Kendi hukuk çevresine, daha önce görev yaptığı adliyelere, bazı akademisyenlere elden dağıtıyordu. Ben de on tane aldım ve ilgi alanları itibariyle okumaktan keyif alacağını düşündüğüm kişilere armağan etmeye başladım. Yalova Adliyesi’nin kütüphanesinde göstermelik bir ücretle satılması önerime baro yöneticileri sıcak bakmadı. Hatta bana klasik bir pazarlamacı muamelesi yaptılar ki hiç hoşuma gitmedi açıkçası.

Elimde kalan son iki kitaptan birini Yalova Fotoğraf Derneği olarak sergilerimize davet ettiğimiz, görsel sanatlarla ilgili olduğunu sülalemizin yegâne avukatı Hakan Gergeroğlu’ndan duyduğum Av. Zeki Öcal’a verdim.

Aradan bir ay kadar geçmişti. Sultaniye İlköğretim Okulu’ndaki matematik derslerimin arasında bir teneffüs vaktiydi. Pek de sık çalmayan telefonumda bilmediğim bir numara vardı. Arayan Zeki Bey’di ve Kürsüden Notlar kitabının yazarı olan meslektaşına ulaşmak istediğini söylüyordu. Kendisine Ali Rıza Bey’in irtibat bilgilerini kısa mesajla ileteceğimi söyledim ama üstüme vazife olmasa da arama nedenini de merak ediyordum. Diğer teneffüs arasında tam bir kitap kurdu ve derin düşünce adamı olduğunu sonradan daha iyi anladığım Zeki Bey'den nedeni öğrendim. Savcı babam yerine önce ben heyecanlandım: Avukat Bey, kitapta yer alanların tümü gibi yaşanmış bir olay olan Töre Cinayeti adlı bölümden film çekme niyetindeymiş ve izin almak istiyormuş. Hemen savcı babama haber verdim. Noel babanın sesini solda sıfır bırakacak tokluktaki babacan sesiyle bir sevinme nidası vardı ki hala kulaklarımdadır. ‘Avukat Bey seni arayacak' dedim. Akşama kadar ‘hala aramadı’ diyerek iki kez geri dönüş yapmasından habere inanamadığını anladım. Nihayet Zeki Bey aramış olmalı ki son telefonu konuştuklarını bildirmek ve teşekkür etmek için oldu.

Aradan bir-iki ay geçti, Temmuz ortası gibiydi. Zeki Bey “Zara” adını verdiği filmin senaryosunun hazır olduğunu, bir kopyasını alabileceğimi söyledi.

Silvan’da yaşanmış olayın konusu bir insanlık trajedisi olan töre cinayeti ile ilgiliydi. Popüler TV dizileriyle kanıksatılan, sıradanlaştırılan ancak varlığını günümüzde bile devam ettiren bu trajik olayın konu alındığı filmin senaryosundan bile ortaya çarpıcı bir iş çıkacağı belliydi. Filmin çekim mekanı, zamanı, süresi, ekibi hazırdı. Yaklaşık onbeş dakika uzunluğunda bir kısa film çalışmasıydı. Daha önce hiç film setinde bulunmamış biri olarak bu çekimi izlemek arzusu doğdu içimde. Ama ne sıfatla? Misafir izleyici olup ekibe ayak bağı olmak istemezdim. Birden aklıma fotoğrafçılığım geldi. Hemen ‘Zeki Bey, set fotoğrafçınız var mı?’ diye sordum. Olmadığını söyleyince göreve talip oldum. ‘Jeneriğe bir isim daha yazacağız yani’ diyerek onayladığını dile getirmiş oldu. Artık dolunay vaktini bekleme zamanıydı.

Çekim yeri Çiftlikköy’e bağlı Kabaklı Köyü’ydü. Tarih de dolunay zamanı : 7-8 Ağustos…                       

7 Ağustos gecesi Başkent 3 pazarındaki tezgahımı kapatıp ekibin bulunduğu terk edilmiş köy evine gittiğimde çekime çoktan başlanmıştı. Arabamın sesi ve far ışıkları muhtemelen bir planın yeniden çekilmesini gerektirmişti. Elbette o zaman herkesin ortamdaki ses ve ışık konularına ne kadar titizlendiğini henüz bilmediğimden verdiğim rahatsızlık nedeniyle özür dilemeyi bile düşünemedim.

Ara verildiğinde yanıma tanıdık bir yüz yaklaştı. Yürüyüşler sırasında mola verdiğim Akşit Sitesi'nin çay ocağı işletmecisi Kabil'in burada ne işi vardı?! Meğer Zeki Bey gibi o da Kabaklı köyündenmiş ve köydeki tüm ilişkileri o yürütmüş. Hatta bir köylüsünden bahçesindeki terk edilmiş evi kullanma iznini de o almış. Gerçi on beş dakikalık bir iş olacağını söyleyerek almış izni, ama ne yapalım almış ya. İçinde kendi oturduğu ev de olan bahçenin sahibi ‘on beş dakika dediniz, iki gündür buradasınız’ diye çıkıştığında adamın ne demek istediğini Kabil’den başkasının anlamaması ne kadar doğaldı.

Film ekibinin kalabalıklığı karşısında biraz şaşırdım. On beş dakikalık bir kısa filmdi alt tarafı. Ama öyle değilmiş bu işler, cahillik işte. Yirmiye yakın kişi dolanıyordu etrafta. Yönetmen (Zeki Öcal), yönetmen yardımcısı (Suat             ), oyuncular (Merve Varol, Seçkin Zenginler, Okan Ekerer, Coşkun Akbaş, Selma Varol, Ekrem Bozgül, Ece Bozgül, Erdal Varol & …köpek………) oyuncu koçları (Deniz Şen & Nisan Öcal), kameraman (Saim ………………………), set amiri (Mevlüt ………….. ), ışık ekibi (2 teknisyen), lojistik sorumlusu (Semahat Öcal), Kabil, ben… İşin ilginci içlerinde sadece set amiri ve ışık ekibi İstanbul’dan gelmişti, diğer tüm kadro Yalovalıydı.

Gece saat 01:00’den 03:00’e kadar Kabaklı Köyü Aile Kabristanlığı o saatlerde öyle bir mekanda bir daha görülmesi imkansız bir hareketlilik içindeydi.

Deniz Bey oyunculara son talimatlarını verirken o planlarda görevli olmayan bizler bir mezarlık mermer taşının üstüne tünemiş bekleşiyorduk. Yanımda kızını töreye kurban veren anne rolündeki kadın oturuyordu. Hala böyle olayların sürmesinin ne üzücü olduğundan, ben olayın Silvan’da yaşanmış gerçek bir olay olduğundan bahsederken genel dobralığıma ket vuramayarak ‘bence anne rolünü daha yaşlı biri oynamalıydı, siz Zara’nın annesi olmak için çok gençsiniz’ deyiverdim. Kadıncağız ‘Ne bileyim, başka anne bulamamışlar, bari kendi annesi oynasın demişler’ demez mi?!

Ben     : Nasıl yani?! Siz o kızın gerçek annesi misiniz?

Kadın  : Eveeeeet…

Ben     : Kaç yaşındasınız ki o sizin kızınız olabiliyor, şaka yapıyorsunuz.

Kadın  : Hayır, şaka değil, o benim öz kızım.

O andaki şaşkınlığım çekimler bitinceye dek sürdü. Ertesi gün çekimlerin çoğu iç mekanda ve küçücük bir odadaydı. Çekimlere ara verildiğinde evden çıkan herkes hamamdan çıkar gibiydi. Bizim dışarda sıcaktan bunaldığımız ortama çıktıklarında ‘Oh, dünya varmış. Burası Sibirya, Sibirya!’ diyorlardı. En çarpıcı sahnelerin geçtiği o küçücük odada yeterince kalabalık olduğundan benim minik (!) cüsseme yer kalmamıştı. Zaman zaman çekim öncesi provalarında kapı aralıklarından, ayak altlarından objektifimin burnunu uzatarak yakalamaya çalıştım bir şeyler. Sert ve acımasız baba rolünde enfes bir oyunculuk sergileyen Sinema Sevenler Derneği Başkanı Coşkun Akbaş’ın görenleri bile korkutacak aşağıdaki fotoğrafını çekmiştim ya en büyük telafilerden biri o oldu benim için.

Çekimin akşama kadar süreceğini tahmin eden ve fakat öğle yemeği arası vermeye zaman olmadığını bilen deneyimli oyuncu Ekrem Bozgül’ün odun ateşinde yaptığı ve içine tel şehriye, arpa şehriye, pirinç ne bulursa boca ettiği enfes domates çorbası olmasaydı kimsede parmak kaldıracak hal kalmazdı. Ara ara tepeleme doldurarak dağıttığı karpuzları, salatalıkları da unutmamak lazım.

Hele de Erdal Varol’un çalı çırpıyla semaver ateşinde yaptığı çayların keyfine diyecek yoktu.

Saat 18:00’de çekim tamamlandı, geçmiş olsun denildi. Bakkalı olmamasıyla hepimizi şaşkına çeviren Kabaklı Köyü’nün meydanındaki muhtarlık ve kahve binasının önünde toplandık. Sabahtan beri Ekrem’in ikramlarıyla ayakta duran ekip Semahat Hanım’ın hazırladığı kuş sütü eksik kahvaltı sofrasında tam bir ziyafet çektik. Yemek sonunda köy muhtarı ………………………… de geldi ve kendisine sağladığı kolaylıklar nedeniyle teşekkür edildi.

Ayrılırken ilk oyunculuk sınavını benim gördüğüm kadarıyla başarıyla veren güçlü yüz ifadeli güzel kız Merve fotoğrafları çok merak ettiğini söyleyince kartımı verdim. Yanımdaki emaneti o sırada anımsadım: Zeki Bey’e giderek savcı babamın adına imzaladığı Gereksiz Adam adlı roman türündeki ikinci kitabını takdim ettim.

Üç ayda yazdığı bu romanın redaksiyonunu benim yapmamış olmamın farkı kendini belli etse de konusu ve işlenişi harikaydı. Şahsen okuduktan sonra üç gün etkisinden kurtulamadım. Yetmişbeşinden sonra yazarlığa başlayan savcı babama hayranlığım bu kitapla katlanmıştı.

Ali Rıza Bey’in romanıyla ilgili tek arzusu vardı: Çağan Irmak tarafından filme alınması. Kim bilir belki olur, neden olmasın!?

 
Toplam blog
: 16
: 688
Kayıt tarihi
: 03.07.11
 
 

Kırkaltı yaşındayım ama hala yirmilerimde sorduğum sorulara yanıt bulamadım. Mühendislik mezunuyu..