Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Şubat '12

 
Kategori
Öykü
 

Töre ve zulüm/ Bölüm 7

Ahmet annesinin bu sözü üzerine çılgına döndü birden. Duyduğu gerçek olamazdı! İnanmak istemiyordu. Aceleyle giyindi Feride’ye koştu hemen. Feride’yi ağlar halde, üzgün buldu,
”Duyduklarım doğru mu Feride bacı?'' diyordu '' Sultan Meme emminin kızı mı?” içinden O olsun istemiyordu.
Feride konuşmak istemedi, acı acı yüzüne baktı yalnızca. Başını “evet O” gibilerden öne doğru salladı, çılgına dönmüştü Ahmet.
“O benim canımdı,” diyordu. “Et tırnaktan ayrılır mıydı hiç? Can tenden ayrılınca, tenin ne hükmü kalır" diye düşünüyordu. Sultan yoksa yaşamak onun için haramdı bu dünyada!

Kendini bilmez bir halde dağlara yöneldi, delirmis gibiydi, sürekli kendi kendine yineliyordu. Belki imkânsızdı ama ne pahasına olursa olsun Sultan’ı bulmalıydı. Hem başka çaresi de kalmamış gibiydi. Öleceklerse bile birlikte ölmeliydiler! Ne kadar yürüdüğünü, ne zamandır Sultan’ı aradığını kendisi bile bilmiyordu. Susamak, acıkmak, yorulmak nedir aklının ucundan bile geçmiyordu. Dağda rast geldiği gördüğü her deliğe, kovuğa yeni bir umutla, bir heyecanla bakar olmuştu. Tek tek taşları kaldırıp altında Sultan’ı arıyordu adeta. Neredeydi Sultan? Yaşıyor muydu? Bilemiyordu. Bilmek istiyordu. Ama yer ikiye yarılmış, Sultan içine düşmüş ve görünmez olmuştu.

Gün battı, yerini karanlığa bıraktı, ama Ahmet pes etmiyor aramasını sürdürüyordu hala. “Yoksa ölmüş müydü Sultan? Canına kıymış mıydı? Keske geç kalmış olaydı. Sultan ölümden korksaydı da, kıyamasaydı canına. Ama olur muydu bu törelere karşı gelip yaşamını sürdürebilir miydi bu genç kız? Töreler izin verir miydi yaşamasına, nefes almasına? Bu genç kızın suçu neydi ki? Tecavüze, haksızlığa uğrayan, yaralanan ta kendisi değil miydi ki? Bu nasıl töreydi böyle... Böyle töre yerin dibine batsındı!

Yorgunluktan bitap düşmüş morali bozulmuştu. Sırtını bir kaya parçasına yasladı, dalıp uzaklara gitti. Aklında, düşüncesinde hep Sultan vardı. Birden bir iniltiyi andıran bir ses duydu. Kulak kabarttı hemen. Dinledi. Evet, yanılmamıştı; Bir iniltiydi duyduğu ses. Çok yakınındaydı üstelik. Sesin geldiği yöne doğru, usulca sürünmeye başladı. Yaklaştıkça ses belirginleşiyordu. Küçük bir kovuğun önünde durdu; en fazla iki kişinin sığabileceği bir genişlikte olan bir kovuktu bu. İniltiyi duyuyordu, ama inilti kime aitti bilemiyordu. Kovuğun içi zifiri karanlıktı. Cebinden aceleyle çıkardığı muhtar çakmağını çaktı. Kovuk aydınlanıverdi birden; gördüğü manzara kanını dondurttu adeta. Sultan, yere iki büklüm bir halde uzanmış, tüm çıplaklığıyla karşısında duruyordu. Bu bir gerçekti! Üst başı yırtık, kan revan içindeydi. Ceketini çıkarıp, üzerine örttü. Ayaklarında birikerek donan kan, ışıkta parıldıyordu adeta. Sultan’ın susuzluktan çatlayan dudakları titriyordu. ‘Öncelikle su bulmalıyım’’diye düşündü. Ama nerden bulabilirdi, bunu bilemiyordu. Kovuktan çıkıp aramak istedi. Sonra vazgeçti. Sultan’ı bu haldeyken bırakmak olmazdı. Kurda kuşa yem olmak vardı, işin içinde. Zorla ayağa kaldırdı onu. Omzunun altına başını sokarak, kendini destek yaptı ona. Birlikte kovuğu terk ettiler.

Dağları korku, soğuk ve yalnızlık sarmıştı. İkisi de aç ve susuzdu. Kendine kızıyordu Ahmet, hatta küfretti. Yanına neden azık torbasını almadığına hayıflanıyordu. Büyük bir dikkat ve arayış içinde gözlerini çevresinde gezdirdi. Sevindi birden, yakınlarda yanan bir ateş gördü. Bir çoban ateşi olmalıydı bu. Sultan’ı yanında götüremeyeceğini anladığında, onu güvenli bir yere bıraktı, ardından çoban ateşinin yandığı yere doğru hızlandı hatta koşmaya başladı. Bir kaç kez karanlıkta ayağı taşlara takıldıysa da düşmedi, yine de devam etti koşmasına. Ateşe yaklaşınca, kepeneğine sıkıca sarılmış, elindeki çubukla ateşi kurcalayan çobanla karşılaştı. Selam verdi, aldı.

Çoban buyur etti onu ateşin başına. Oturdu, ellerini bir güzel ısıttı önce. ‘’Hayırdır?’’ dedi çoban. ‘’Gecenin bu vaktinde, dağda bir tek başına?’’
Anlatmak istemedi, sakladı ondan gerçeği. ‘’Karnımız aç’’ diyebildi yalnızca.
Çoban bir şey demeden kalktı ateşin başından, azık çantasından yufka ekmeği ,yeşil soğan, lor çıkardı, yanına da bir şişe süt kattı. Verdi davetsiz misafirine. Teşekkür etti Ahmet. O da. ‘’Sağlıcakla var git, yoluna’’ dedi.

Karanlığa karıştı Ahmet, Sultan’a doğru yürümeye başladı. Süt şişesini kazağına sardı bir güzel, düşüp kırılsın istemiyordu çünkü...


Acılar içinde kıvranıyor, soğuktan titriyordu Sultan. Ahmet’in kendisini bulmasına içten içe sevinç duyuyordu yine de. Kendini „kirli“ hissediyordu. Ahmet onu bu haliyle kabullenmez sayıyordu. Başına neler geldiğini biliyordu, sonrasını da… Sonu ölümdü! Kafasının içinde yüzlerce yanıt arayan soru vardı... Yaslandığı kayanın soğukluğu içine işler gibiydi. Hareketsizdi, kanı donuyordu sanki. Bir ses, bir hışırtı duydu, kendisine doğru yaklaşan bir karaltı gördü.

Gelen Ahmet’ten başkası olamazdı. Soğuktan titremekte olan Sultan’ı bir çocuk gibi dizine yatırdı. Elindeki süt şişesini ağzına dayadı; süt zorlukla, boğazından midesine doğru yavaşça akmaya başladı. Süt onu sarstı, kendine getirdi bir an için. İniltisi devam ediyordu hala, kendini zorluyor bir şeyler söylemek istiyordu, ama vazgeçiyordu söylemekten...

Sırtını ovmaya başladı Sultan’ın, ısınsın istiyordu. Ama önce sıcak kuytu bir yer gerekliydi ikisi için. Sultan’ı usulca yere bıraktıktan sonra, sığınak ya da kovuk aramaya çıktı. Çok geçmeden buldu da...
Bulduğu kovuğa taşıdı Sultanı, ay ışığının altında el yordamıyla toplayabildiği çalıyı çırpıyı kovuğa taşıdı. Ölmemeliydi Sultan! Yaşamalıydı! Hiç değilse Ahmet için yaşamalıydı.

Çalı çırpıyı kovuğun ortasına yığdı, muhtar çakmağını çaktı, tutuştu hemen çalı çırpı... Elindeki çakmağa minnetle bakıyordu, öptü onu cebine koyarken. Biran için sigara kullandığına sevindi. Cızırtılar içinde tutuşan çalı çırpı, kovuğu aydınlatıyordu ve kısa sürede ısınıverdi kovuğun içi. Kovuk ısındıkça kendine geliyordu Sultan. “Anne ve babam beni bu halde görseler, ne yaparlardı acaba?“ diye düşünüyordu. Haline acıyıp oracıkta affederler miydi? Yoksa „adımızı kirlettin!“ deyip oracıkta yaşamına son mu verirlerdi hemencecik... Bilemiyordu Sultan, ama bilmek istiyordu...

Hiçbir şey umurunda değildi Ahmet’in. Sultan her zamanki Sultan’dı onun gözünde. O sevdiği kızdı, saf ve lekesizdi hem de...

Sıcakla birlikte, tatlı bir uyku sardı tüm bedenini. İnliyor,“Yapmayın, etmeyin, yazıktır, acıyın bana!“ diyordu belli belirsiz.
Ahmet onun başını şefkatle okşuyor;“Korkma Sultan’ım.“ diyordu. “Yanındayım.“ „Essahtan sen misin Ahmet’im?“ diyerek ağlıyordu, acılar ve çaresizlik içinde kıvranıyordu. “Ben ölmedim mi, daha yaşıyom mu bu kirli halimle? Onlar kıyamadılarsa, sen ne güne duruyorsun, öldür beni, kurtar beni bu utancımdan... Arındır beni bu acılarımdan...“
„Sana kıymak mı? O nasıl söz öyle! Sen benim yaşam kaynağımsın! Ben senden önce yoğdum... Seninle var oldum Sultan’ım. Sen yoğsan ben de yoğum...Bunu da böyle bilesin!
„Töre böyle der, elden bir şey gelmez ki Ahmet’im... Asırlardır süre gelen Törenin karşısında kim durabilir? Kim değiştirebilir bunu? Kimin gücü yeter buna?“
Sustu, içli içli ağlamaya devam etti. Ahmet teselli edercesine sarıldı ona. İkisi de gözyaşlarına boğuldu birden. Hıçkırıktan omuzları sarsılmaya başlamıştı. Birlikte yan yana olmaları onlara güç ve yaşam umudu veriyordu yine de…
‘’Bırak Töreleri Sultan’ım“ diyordu Ahmet. “Ne gelmişse başımıza Töreden gelmiştir hep... Ne çekmişsek yine töre yüzündendir... Yeter gayrı diyelim, kıralım zincirini Törenin! Her şeye inat, töreye inat, kem gözlere inat, yaşayalım ikimiz! Hayata sarılalım sımsıkıca...

Sultan’ın kafası karmakarışıktı. Bir insan tek başına, bunca yıllık töreye karşı durabilir miydi ki? Kendini töreye karşı yenik sayıyordu... Hadi karşı geldi diyelim, ondan sonrası ne olacaktı? Bilemiyordu... Kimse de bilmiyordu zaten. Hayatta kalsalar, kim konuşacaktı kendileriyle, kim yüzlerine bakardı köy yerinde... Kardeşi öldürecekti onu eninde sonunda. Öldürmese kardeşi onun yerine bir başkası yapacaktı nasılsa... Kurtuluşu
şakası yoktu bu işin... Günün birinde öldürülecekti mutlaka. Ama gene de Ahmet’in sözleri cesaret veriyordu Sultan’a. Zordu... Olanaksızdı hatta ama güzeldi.
“Boş ver Ahmet’im“ diyordu .“Ben ölmüşüm zati... Bundan gayri benden ne köy olur ne de kasaba. Var sen git yoluna... İkimizin adına sen yaşa.“

Ahmet Sultan’a sarılı halde, umudunu yitirmemişe benziyordu.
“Buradan birlikte gideriz Sultan’ım.“ diyordu. “Çok uzaklara gidelim… Bizi kimsenin göremeyeceği, tanıyamayacağı yaban bir ele gider, orada yaşarız... Düşmanlığın, Törenin olmadığı diyarlara gideriz...’’ Birbirlerine iyice sokuldular. Saçının kokusunu içine çekiyordu Ahmet. Sultan büyük bir sessizlik içinde kulağına fısıldanan güzel sözlerle mest olmuştu. Acılarını unutmuş gibiydi. Üzerlerine hafiften bir yorgunluk, tatlı bir uyuşukluk çöküyordu. Ateşin sönüp küllendiğini fark edemediler bile.

Ve derin bir sonsuzluğun kapısından geçiyorlardı şimdi. Dünya daha yaşanır ve her şey pespembeydi. Huzura kavuşuyorlardı. Huzur o sevinçle karşıladı her ikisini de…

Bir hafta sonrasıydı, acı bir haber, bir karabulut gibi tüm köylerin üzerini kapladı. Köylülerin yüreğine acı düştü. İki düşman sülalenin, iki genç üyesi, dağda gizlendikleri bir kovuğun içinde, birbirlerine sarılı, donmuş bir halde, çobanlar tarafından bulunmuş ve kara haber ailelerine çoktan ulaşmıştı bile.

Ölüydü onlar! Bu halleriyle, ama gene de gülümsüyorlardı, ölüme. Onlar donmuş cesetleriyle „Törelere „ karşı açılan bir isyan bayrağıydılar artık...

Ve bir mutluluk tablosu okunuyordu yüzlerinde...

Bitti…

 
Toplam blog
: 62
: 233
Kayıt tarihi
: 12.01.12
 
 

1977-78 İzmir Namık Kemal Lisesi Edebiyat Bölümü mezunuyum. Çesitli dergi ve sayfalarda öykü, den..