Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ağustos '06

 
Kategori
Özel Lezzet Durakları
 

Toroslarda bir lezzet durağı: Ali Hoca Köyü

Toroslarda bir lezzet durağı: Ali Hoca Köyü
 

Ankara’yı Çukurova’ya bağlayan meşhur E-5 karayolunu hepiniz bilirsiniz. Bir zamanların en modern ve ünlü karayolu idi. İşte o yolun üzerinde, Toros dağlarının azametli yükseltilerinin koyu gölgelerinde, saklı bir köy var, keşfedilmemiş.



Aracımızla, Çukurova yönüne devam ederken, Ulukışla-Pozantı mevkiine geldiğimizde, gözlerimiz dikkatle sağa ayrılan köy yollarının tabelalarını takip ediyor. Birkaç kilometrede bir gördüğümüz tabelalarda, birçok Toros köyünün isimlerini kıraat ede ede devam ederken yolculuğumuz; birden aradığımız isimle karşılaşıyoruz: Ali Hoca Köyü.



Hemen sağa ayrılan yoldan heybetli ve ihtişamlı koca Torosların mora dönmüş rengiyle, mis gibi kara kekik kokan sinesine iyice bir yaslanıyoruz. Yol çok dar, iki araç zor geçecek şekilde ve stabilize. Sağ yanınızda duvar gibi yükseliveren diklikle dağı; sol yanınızda ise birden bire, yaklaşık yüz metre derinleşen yarık vadiyi ve dibinden akan dereyi yaşayarak, biraz da ürpererek devam ediyoruz. Uçurumun hemen yanı başında kendiliğinden yetişmiş dut ağaçlarından göz haklarımızı tahsil ediyoruz.



Bu şekilde on beş dakika kadar devam ettikten sonra köye gelmeden önce bizleri bir kır lokantası karşılıyor. Dağ lokantası dersek sanırım daha doğru olacak. Yolun çok hafifçe genişlediği ve vadinin dibine oldukça yaklaştığı bir konumda yer alan mekanın önünde park etmiş halde birkaç otomobil görüyoruz.



Aracımızı yol kenarına, dağa iyice yaslayıp bıraktıktan sonra, bir, ağustos günü olmasına karşın tedbirli geldiğimiz için yanımıza aldığımız montlarımızı giymemize rağmen ürpermeden yapamıyoruz.



Uzunca ve basamaklı yolu yürüdükten sonra biraz önce tepeden görmüş olduğumuz içinde buz gibi bir derenin akıp gittiği, iki Toros sıradağının arasında kalan ve güneşi görmenizin imkansız olduğu –sadece tam öğlen vakti, en tepede iken görebilirsiniz, onda da ağaçlar izin vermiyor- yemyeşil vadinin içinde alıyorsunuz soluğu. Soluk ki ne soluk. Ciğerlerimiz, bu kadar yoğun oksijene alışık olmadığı için ne yapacaklarını şaşırıyorlar tıpkı bizim gibi.



Suyun kenarında; iki katlı büyükçe bir ev, bahçesinde ev yapımı şalgam sularının, reçellerin ve pekmezlerin bulunduğu kavanozların dizili olduğu taşlık avlusu, suyun her iki kenarına aralıklı olarak serpiştirilmiş tahta masa ve sandalyeler, asırlık dev ağaçların altlarına kurulmuş, ot yastıklı, minderli, halılı, kilimli şark köşeleri ve tüm o muhteşem ve mübarek rayihalara ilave olan kömürde pişen alabalık kokuları karşılıyor bizi.



Cep telefonu, radyo, televizyon hiçbir haberleşme aracı çalışmıyor burada. Tabiatla başbaşa kalıyor ve başınızı kaldırıp ne yana çevirseniz sizi karşılayan o muhteşem ve aynı zamanda ürkütücü dağ manzarasıyla tarifi imkansız hislere garkoluyorsunuz.



Samimi bir hoş geldiniz ve hal hatır sorma faslından sonra ne yiyeceğiniz falan hiç ama hiç sorulmadan, sofranız kuruluyor. Önce büyük tabaklarda, bol sumak ve pul biberli yapılmış Gavurdağı salatalarınız önünüze konuluyor mis gibi kokan taş fırın ekmeği ile birlikte. Yemek gelene kadar, muhteşem ortamın ve muhteşem havanın da etkisiyle o koskoca tabaklardaki salatalar kısa sürede bitiyor. İkinci parti salatalarla birlikte, kömür ateşinde pişirilmiş, ayaklarımızın dibinde akan buz gibi dağ sularında yetişen alabalık, yanında bol soğan ve yeşillik ile birlikte servis ediliyor. İçecek olarak sadece, ev yapımı şalgamımızı acılı mı, acısız mı içeceğimiz soruluyor. Başka da içecek yok zaten, dereden akan pınar suyundan gözümüzün önünde doldurdukları ab-ı hayattan başka.



Her birimiz iri alabalıklarımızı, sanki hayatımızda ilk kez balık yiyormuşuz görgüsüzlüğü ile kısa zamanda yiyip yuttuktan sonra birbirimize bakıyoruz, elinden oyuncağı alınmış çocuk bakışlarımızla. Mekan sahibinin, “birer balık daha alır mısınız?” sorusunu duyduğumuzda ise kalkıp, sarılıp, öpesimiz geliyor adamcağızı. Hep bir ağızdan Kızılordu Korosu ahengiyle, “Evet evet!!!” diyoruz.



İkişer alabalık, bol şalgam suyu, bol taş fırın ekmeği ve bol salatadan oluşan yemeğimizi afiyetle yedikten ve buz gibi pınar sularını kana kana içtikten sonra; ağaç altlarındaki şark köşelerinden birine geçiyor ve her iki yanımızdan akan derenin şırıl şırıl su sesleri eşliğinde Türk kahvelerimizi yudumluyoruz.



Geri dönüş yolculuğuna başladığımızda ve yol boyunca, her birimizin damaklarında o müthiş tatlar, gözlerinde muhteşem manzara ve kulaklarımızda su sesleri ile oluşan mütebessim yüzlerimizin hiç pozisyonunu değiştirmediğini farkediyor ve bir daha gülüyorum durumumuza.

 
Toplam blog
: 898
: 3759
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

İzmir'de yaşıyorum.    Çok uzun yıllar öncesinden başlayıp, hiç ara vermeden bugünlere kada..