Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Şubat '15

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Trakya'dan İnsan Öyküleri: 1

134 Tapulu Hacı Amca!..

Edirne’nin Geçkinli köyü kahvesindeyiz. Oturduğumuz masanın yaş ortalamasını biz düşürüyoruz! Varın anlayın ne demek istediğimi!  Oradan buradan, havadan sudan konuşurken,

- Yok mu şöyle güzel, ucuz bir bağ-bahçelik, diyorum eski tüfeklere. İçlerinden Hacı Amca:

- Var diyor, gelin bir gezdireyim sizi.

Arabaya atlıyoruz, başlıyoruz köyün tarlalarında, meralarında dolaşmaya. Hacı Amca konuşkan biri, anlattıkça anlatıyor: Tarımdan, buğdeyden, traktörden, hacılık günlerinden ve kahvede bıraktığımız ihtiyarlardan da tabi! Ayıptır söylemesi biraz dedikodu tadında anlattıkları! Bu arada sürekli eliyle tarlaları gösterip, “şu tarla 22 dönüm, benim; bu 40 dönüm, benim; şurdaki 15 dönüm, benim; te şu da benim, 25 dönüm…” diye diye neredeyse köyün yarısının O’nun olduğunu düşünmeye başlıyorum! Bir ara hem meraktan hem de hesabını yapabildiğinden şüpheyle soruyorum:

Hacı Amca maşallah çok arazin var! Kaç dönüm tutar bunların hepsi?

Hiç tereddüt etmeden cevapladı :

- İki bin dönüm. Bak, bunun 80 dönümü baba malıdır, geri kalan hepsi benim öz malımdır. Çalışmayla, emekle yaptım tüm bunları. Ben hayatta arazi satmam, hep alırım. Toprak satılmaz evladım! Köyde kim toprağını satıyorum dese kızarım, satma derim. Ama illa satacaksa gider bulup buluşturur alırım o toprağı.

- Eyvallah Hacı Amca. Peki sana bir soru; kaç tane tapun var, biliyor musun?

- Biliyorum. 134 tane!

Birden dudaklarım uçukladı sandım bu cevaptan sonra. Belli ki Hacı Amca oturup saymış onca varakayı, hiç beklemeden cevapladı sorumu. Üstelik köy gibi rantı oldukça düşük bir yerde bu kadar çok mal sahibi olması da çok ilginç geldi. Ama takdiri hak ediyordu doğrusu. Biz kendisini sürekli tebrik edip, çalışmalarını överken O, bizim birhayli şaşırmış halimize bakarak nasihatını yapıştırdı:

- Oğlum, boşverin tapuyu, tarlayı!  Mal da mülk de Allah’ın! Size benden tavsiye, namazınızı aksatmayın, paranız olursa da mutlaka hacca gidin.

Eh! Sen öyle diyorsan, öyledir be Hacı Amca!!!

**********

Kaymakam Olamayan Kasap

Istrancalar’dan Ergene’nin düzlüğüne inen virajlı yolların ortasındaki onlarca köyden biri olan, Kırklareli’nin Pınarhisar ilçesine bağlı Kurudere Köyü’ndeyiz. Arkasını  Istrancalar’a dayamış büyük, güzel bir orman köyü Kurudere. Köy içinden geçerken “meşhur sucukçu” tabelasını görüp duruyoruz. Bizi, sarışın 25 yaşlarında bir arkadaş karşılıyor. Arkadaşımız aynı zamanda biraz kekeme! Bize, kendi imal ettiği sucuklarından tattırıyor. Kendisine canlı hayvan eti soruyoruz. “Keseriz abi” diyerek, koyunların olduğu yere götürüyor bizi. “Seçin abi. Tartarız, kaç kilo gelirse. Keser, yüzer, parçalar, paketler öylece teslim ederim” diyor. Seçiyoruz bir tane masumu! Kasap arkadaş ustalığını konuşturmaya başlıyor. Hiç işim olmaz böyle şeylerle! Bana bedava kesse yine oralı olmam ama yol arkadaşlarım ısrarcılar bu konuda. Kesim  işlemi bittikten sonra kasabımız et parçalarını dükkanın tezgahına getirip parçalamaya başlıyor. Ve başlıyor o hoş kekeme diliyle anlatmaya:

-Abi aslında ben kamu yönetimi mezunuyum.

Kamu yönetimi deyince ilgimi çekiyor! Meslektaş olmasak bile bölümdaş çıkıyoruz arkadaşla.

Kaymakam olamadın mı sende benim gibi? Diyerek bir latife geçeyim diyorum.

- Yok abi ne kaymakamlığı! Torpil mi var bizde? Kıbrıs’ta okudum. Okul bitti, iş baktım, bulamadım. Geldim köye geri, burası köy yeri burada zaten iş yok! Bizde baba işini yapmaya çalışıyoruz şimdi. Ama bu sucuklar tamamen benim imalatım. Kendim formüle ettim, baharatları, eti, her şeyi tamamen el doldurması.

O sırada dükkana bir başka köylü giriyor.

Abim, diyor kasap.

Gelen arkadaş, kasap kardeşimizin abisiymiş ama O’ndan daha genç duruyor.  Merhabalaşıyor bizimle. Bir süre yapılan  parçalama işlemine baktıktan sonra keskin et ve kan kokusundan sıyrılmak için kendimi sokağa atıyorum. Kasabın abisi de dışarı çıkıp yanıma geliyor ve başlıyor anlatmaya:

-Kıbrıs’ı kazandı. Özel üniversite. Okuyacağım dedi, iyi dedik biz de, okusun bakalım! Parasını denkleştirmek için çok çabaladık. Hayvanları sattık, tarla sattık. Bir umudumuz vardı okul bitince bir mevki sahibi olur diye ama iş bulamadı geldi yine buralara. Şimdi kasaplık yapıyor. Ben tarladayım, hayvan peşindeyim, O’da burada işte sucuk mucuk bişeyler yapıyor. Mahcubiyet duymamak için, para kazanmak için elinden geleni yapıyor. Şimdi bu sucukları pazarlamak için markasını tescil ettirdi. Bakalım, kısmet her şey be arkadaşım!

Bu laflar insanın içini acıtıyor ama maalesef tüm bunlar ülke gerçeği! Belki kasabın da, çobanın da, çiftçinin de okumuşu makbuldür ama “bir insanı kaymakam yapacağız diye eğittikten sonra bir başına bırakıp ne halin varsa gör demek” maalesef işte böyle sonuçlar doğuruyor.

-"Valla benim de O’ndan pek bir farkım yok," diyerek biraz da teselli babında onaylıyorum söylediklerini. "Adamın yoksa, sen de yoksun bu ülkede! Hep kayırmacılık, hep dayıcılık maalesef!"

Etleri ve sucukları alıp, kaymakam olamayan kasap kardeşimizle ve abisiyle vedalaştıktan sonra Ergene’nin düzlüğüne inerken önümüzdeki ilk köy olan Evciler’e doğru hareket ediyoruz…

***********

Dupnisa'da Bir Gece...

Bir yaz gecesi Kırklareli’nin Sarpdere Köyü yakınlarındayız. Köy, Bulgaristan hududunda. Gece saat 23’ü geçmiş. Köyiçinden geçerken kahvenin açık olduğunu görüyoruz. Bi girelim diyoruz. Eprimiş, yılların tahta kapısını gıcırdatarak içeri giriyoruz. Üç kişi var kahvede, ikisi iskambil oynuyor, diğeri onları seyrediyor. Selam veriyoruz. Bizi gördüklerine şaşıracaklarını zannediyoruz ama öyle olmuyor! Kayıtsızca karşılık veriyorlar. Televizyon açık ve Barcelona-Manchester maçı oynanıyor. Belki de modern olan tek şey bu! İçerideki her şey ahşaptan. Masalar, sandalyeler, oturma peykeleri, çerçeveler… Bizde cam kenarındaki köşeli tahta peykeye diziliyoruz. Kahvecinin ocağı şömine gibi. Odunlar yanmış, artık kül olmuş, üzerinde ise isli bir çaydanlık.

- Çay var mı abi?

Oyun oynayanlardan biri kahveciymiş, cevaplıyor bizi:

Çay var ama soğumuştur.

- Ver abi sen dört tane içeriz biz.

İsteksizce oyunu bırakıp, ocaktaki isli çaydanlıktan dört bardak çay doldurup, masamıza getiriyor.

- Mağara kapalıdır şimdi, geç kalmışınız be! Sabağa anca açılır. Diyor.

Mağara?!

Evet, bu köyün beş kilometre aşağısında Trakya’nın en uzun mağarası(*) bulunuyor ve bu mağaranın bir kısmı ziyarete açık. Ilık çayımı içerken kahveye ilk girdiğimiz anda adamların kayıtsız kalışı geliyor aklıma. Anlıyorum ki, bunun nedeni mağaraya gelen gidenin çok olması ve bizi de onlardan zannetmeleriydi. Yani yabancılara aşinaydı bu köylüler. Normal olarak bir sınır köyünde geceyarısı dört tane adam gören köylülerin tedirgin olması gerekir ya, hiç olmadı öyle bir şey!

Ilık çayları bitirip, kahvedekilerle vedalaştıktan sonra, tahta kapıyı bir kez daha gıcırdatıp kamp yapacağımız yere doğru, zifiri karanlıkta yolalmaya başlıyoruz…

(*) Dupnisa Mağarası.

 

 
Toplam blog
: 34
: 10895
Kayıt tarihi
: 14.05.14
 
 

Kamu yönetimi ve sosyoloji öğrenimi... Tarih bölümüyle devam eden öğrencilik... Siyasetbilim, top..