Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Şubat '09

 
Kategori
Gezi Rehberleri
 

Tren

Tren
 

“İnsan, yaşadığı yere benzer” diyor Edip Cansever

Yolun sağına soluna yığılmış kar tepeciklerinin kıyısına açılmış tek kişilik ıssız yaya yolunda, elimde küçük valiz, gecenin bu saatinde uykulu gözlerle yürüyor olmamın sebebi yaklaşık bir saat sonra gelecek trene yetişmekti.

Gökteki Ay Dede, yeri yorgan gibi örten beyaz kara vurdurduğu ışığıyla gündüze çevirmişti ortalığı.

Yoldan geçen otobüslerin buharlanmış camlarına yaslanan uykulu başlarla koridorlarındaki loş ışıkları görünüyordu. Uzun yük kamyonlarının yalnız şoförleri, kim bilir hangi duyguları taşıyorlardı remorklarında.

Araçların gürültüleri uzaklaştığında geride kalan ilçeden köpek sesleri geliyordu bir iki.

Bir zamanlar arpa buğday tarlası olan yerlere dikilmiş apartmanlar aslında ilçeyle İstasyonu birleştirmişti bile.

Geldiğim yeri göz yordamıyla belirlerken, istasyonun ilk ışıklarını görmem gerektiğini düşünerek kafamı sağa çevirsem de, binaların karaltılarını görüyor, ışık bulamıyordum.

Oysa buralarda Kısım Şeflerinin, Makasçıların oturduğu evler olmalı idi. Tek katlı, iki katlı binaları ve içlerinde ışıkları arayan gözlerim aradıklarını bulamadan nerdeyse İstasyon ana binasına ulaşmıştım.

Nedenini bilmiyorum ama ilk önce çeşmeyi aradı gözlerim. Havanın bu soğuğuna aldırmadan kurnasından su içecektim belki de. Zorlukla bulduğum çeşmenin ne çeşme denilecek havası kalmıştı ne de insana su içirecek albenisi. Bir de yuvarlak kuyu olmalıydı buralarda bir yerlerde derken, yerdeki taş yığınını gördüm. Üstündeki demir korkuluk olduğu gibi dursa da, küçülmüş ufalmış kuyunun, hayallerim gibi yıkık haliydi bu.

Ahşap parmaklıklarının arkasındaki güllerine imrenerek baktığımız, yılın ilk zambaklarını buradan kopartarak çaldığımız, kimi zamanlarda büyüklerimizle küçük havuzunun önündeki banklarında oturduğumuz kocaman İstasyon bahçesinin de küçülmüşlüğü ve harabeliği, üstünü örten karlara karşın belli oluyordu.

Yüksek tavanından sarkan yuvarlak emaye avizelerinin güçlü sarı ışıklarıyla, gümbür gümbür yanan sobasını bulacağımı hayal ederek binanın önüne döndüğümde, kendimi ıssız bir yerde yalnız hissedeceğimi düşünmemiştim. Alışkanlıktan olsa gerek yine de yokladım kapısını. Çıkan gıcırtı sesi bile ürküttü gecenin sessizliğinde. Gözlerimin karanlığa alışmasını beklemeden yaktığım çakmakla bulduğum elektrik anahtarını, açıp açmamakta kararsız kaldım. Suç işliyor olabilirdim. Daha fazla dayanamayıp bastım düğmeye. Ölü bir sarı ışık aydınlattı ortalığı. Ne görmeyi düşündüğüm banklar vardı ortalıkta, ne de onların üzerinde oturan, uzanan, uyuklayan insanlar. Ne soba gümbür gümbür yanıyordu ne de ortalıkta renk renk valizler vardı. Bir zamanların kocaman olan salonu da meğer ufacık bir odaymış dedim. Karşıda bilet satış gişesi duruyordu yine. Etrafından beyaz ışıklar sızıyordu içeriye. Boyumun zor yetiştiği bu gişe de bayağı alçakmış aslında. Bir de gişe kapağının beyaza boyanmış hali hiç sevimli gelmedi bana.

Şimdi buraya mı vurmalıydım görevliden bilet almak için, yoksa onun oturmakta olduğu müdür odasına mı gitmeliydim.

Bunları düşünürken birden açılıveren gişe kapağından gördüğüm zayıf yüz içindeki kara gözler, “Ankara’ya mı” dedi.

Keşke “Hayır Zonguldak, Kokaksu” diyebilseydim.

“Evet” dedim.

Bilet almam için odasına çağırdı beni. Girerken yaktığım ışığı kapatarak çıktım bekleme salonundan. Yüzüme vuran ayaz bile kendime getiremiyordu beni. Vurduğum kapıyı, “Buyurun” diyen ses gelince açtım.

Ne görmekte olduğum bu masa Hilmi amcanın oturduğu üstü camlı kocaman müdür masasıydı, ne de beni buyur eden genç adam Hilmi amcaydı. Onun yanında olması gereken masa ve o masada oturan Necmettin abide yoklardı. Duvarın dibinde yanan kovalı soba bütün çocukluğumun, gençliğimin anılarında kazılı Şakir Zümre marka kocaman sobanın yerini tutmamıştı. Gözüm Mahir’in Hasan abiyi aradı. Elindeki kürekle sobaya kok kömür atmasını, uzun demiriyle de karıştırmasını bekledim sanki.

Fersiz ışıklar, beklediğim gibi yanmayan soba, gereğinden sıcak olmayan oda, beni çekmeyi başaramadı kendisine.

“Buyurun” diye önündeki sandalyeyi gösteren kara gözlü zayıf adamın sesiyle kendime gelmem gerektiğini anlasam da kurtulamıyordum anıların pençesinden.

Paltomun eteklerini toplayıp, kafamdaki şapkamı çıkartarak oturduğum sandalyede ağzımdan zorla çıkan “iyi akşamlar” dileğiyle birlikte sordum “masanın şurasında uzun kısa işaretler göndererek iletişim kurulan bir telgraf aleti olmalıydı ne oldu” diye.

Güldü kara gözlü zayıf adam.

Soruma yanıt vermek yerine “Ankara’ya değil mi” dedi.

“Evet” dedim salladığım kafayla.

“Daha yarım saati var, erken gelmişsiniz” dedi.

“Zararı yok, şuralarda gezinir, sakıncası yoksa da bekleme salonunda otururum” dedim.

Yanıt vermek yerine bilgisayardan çıkarttığı biletimi verdi elime. “Gecikir mi” dediğimde “Gecikmez, buyurun burada bekleyin” dedi.

Gözüm masanın kenarına kurulu tuş takımıyla tık tık tıktık sesleriyle kısa uzun çizgiler göndererek karşı istasyonla anlaşan Hilmi amcayı ve tombul parmaklarını arıyordu.

Gözüm telgraf butonlarını ararken, kara gözlü zayıf adam elindeki telsiz telefonla konuşuyordu.

Bugün benden başka yolcu yokmuş şimdilik. Zaten her gün de olmuyormuş yolcu. Olsa olsa da bir iki kişi olurmuş en çok. Bekleme salonunun ışığını ve sobasını da o yüzden yakmıyormuş.

İstasyonun hemen karşısında, gençlik yıllarımızda hala yıkılmamış halde duran Kadir’in Sadığın Hanını düşündüm.

Atlarla eşeklerle gelip, gece Posta Trenini bekleyenleri, trenden inip de köyüne gitmek için sabahlayanları.

Hemen ardından da, biraz önce geçen ve ha bire geçmekte olan otobüsleri.

Sivaslı olduğunu öğrendiğim kara gözlü zayıf adam buraya üç ay önce Çankırı Merkezden geldiğini, bir zamanlar bu istasyonda çalışan iki yüzden fazla insan varken, şimdi sadece yedi kişi olduklarını söyledi.

Gecenin bu saatinde binmek için beklediğim trenin adı da benim sandığım gibi “Posta treni” değilmiş artık. Bilmem kaç sefer sayılı, bilmem ne treniymiş.

Kara gözlü zayıf adam sürekli önündeki kağıtlarla oyalanıp, zaman zaman da telsiz telefonuyla konuşurken ben hala gözlerimi duvarlarda tavanda gezdiriyor, gözümün önüne bir zamanlar burayla bütünleşmiş ama şimdi isimlerini çıkartamadığım insanların yüzlerini getiriyordum.

Müdür Hilmi amcadan başka bir de Makasçı Hilmi amcamız vardı güleç yüzüyle. O geliyor aklıma. Hemen arkasından da Hikmet abi. İki Hilmi amcanın oğullarının adları da Hikmet’ti. (Ne hikmetse.)

Zonguldak’tan Ankara’ya, Ankara’dan Zonguldak’a gitmekte olan zamanın lüksü Motorlu Tren’in burada karşılaştıklarını da düşünüyordum ki, sıra karşıladığımız, yolcu ettiğimiz yakınlarımıza gelmeden elindeki telsiz telefonu kapatıp, ayağa kalkarak şapkasını giymekte olan kara gözlü zayıf adamın “hadi tren geldi” demesiyle irkildim.

Şapkamı kafama geçirip önden çıktım. Gösterdiği ilgi için kendisine teşekkür ederken müdüriyetin kapısını kilitliyordu kara gözlü zayıf adam.

Trendeki görevlinin açtığı demir ağır kapının kol demirinden tutunup, basamağa attığım adımla, kendimi içeri attım.

Yüzüme vuran sıcaklığı görünce yolcuların gömlekle oturmalarına hak verdim.

Kolaylıkla bulduğum yerimin üstündeki bagaja çantamı ve çıkarttığım paltomu yerleştirip, koltuğa oturduğumda tren çoktan hareket etmişti bile.

Ne kompartıman vardı tren de, ne de ara koridordaki açılır kapanır tekli ahşap oturaklar.

Gözlerimi kapatıp uyumak istediğimde, belleğimi tarumar eden anılar yüzünden bunun olası olmayacağını da bilmiyordum.

Kim bilir onları da belki bir başka yazıda paylaşırız.

 
Toplam blog
: 21
: 829
Kayıt tarihi
: 22.02.09
 
 

1957 Çankırı Kurşunlu doğumluyum. Yıllarca yaptığım Mali Müşavirlik ve ticari yaşantıma son vermi..