Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ekim '12

 
Kategori
İnter-rail
 

Trenle Avrupa'yı dolaşmak

Trenle Avrupa'yı dolaşmak
 

Bir Interrail Deneyimi

7 Temmuz Pazartesi | Edirne, Plovdiv, Sofya

MACERA BAŞLASIN!

Arkadaşlarım Ceylan ve Deniz ile birlikte Edirne’den otomobille Plovdiv’e (Bulgaristan) geldik. Burada seyahat sigortamızı yaptırıp Interrail için çantamızın son eksiklerini tamamladıktan sonra akşam treniyle Sofya’ya hareket ettik. Trene binerken bizim gibi sırt çantalı bir gezginle tanıştık. Kanadalı Christina, tek başına iki aylık dünya turuna çıkmış. Hem de kadın başına, ne cesaret! Yolculuk boyunca beraberdik, gezisini anlattı, bir haftadır Türkiye’deymiş. Avrupa’daki tüm tren saatlerinin olduğu bir kitap verdi bize ve bu gezi boyunca çok işimize yarayacaktı.

Sofya’ya vardıktan sonra yemek yiyip Belgrat trenine bindik. Çok eski, köhne bir trendi ve tozlu kuşetli vagonda sabaha kadar uyumamız gerekiyordu. Bilmeyenler için kuşet: klasik kompartımanda karşılıklı üst üste üçer tane klostrofobik yatak. Pek rahat değil anlayacağınız. Kompartımanımızın ışığı yanmıyor ve penceresi açık durmuyordu. Vagonun tuvaleti de çalışmaz durumdaydı. İkide bir polisler gelip uyuşturucu var mı diye soruyorlardı.

8 Temmuz Salı | Belgrat

INTER-WALK

Pek uyuyamadan sabahı ettik ve Belgrat’a vardık. Turist bürosundan aldığımız haritayla şehrin tüm önemli yerlerini yürüyerek gezdik. Aziz Sava kilisesi, Kale ve Tuna nehri. Yürümeyi biraz abarttık sanırım, yorgunluktan ölüyorduk gün sonunda. Yemek yerken Amerikalı bir çiftle tanışıp Balkanlar ve Türkiye tarihi üzerine konuştuk, adam tarihçiymiş. 22.00’de Budapeşte trenine bindik.

 

9 Temmuz Çarşamba | Budapeşte

BEKLENMEYEN CEZA

Bu kez kompartımanımız koltukluydu ve iki de Hollandalı misafirimiz vardı. Bir süre onlarla konuştuktan sonra uyumaya çalıştık ama karşılıklı altı koltukta beş kişi uyumak biraz zor oldu, zira kafa ve bacak koyacak yer bulamıyorsun. Bu arada Hollandalı kız Red Light District’ten, uyuşturucu ve seksten bahsediyordu ama ağdasız bacakları dikkatimi çekmekteydi.

Sabah erken Budapeşte’ye vardık. Henüz Euro bölgesine giremediğimizden her ülkede para değiştirmek zorunda kalıyoruz. Burada da döviz bürosuna ihtiyacımız vardı ancak daha açılmamışlardı. İmdadımıza korsan dövizciler yetişti. Ellerinde bir tomar parayla gelen Araplar para değiştirebileceklerini söylediler. Sahte olmasından şüphelensek de adam gidip köşedeki büfede test edebileceğimizi söyledi. Türk parası bile kabul ediyordu! Biraz pazarlık yapınca iyi bir kurdan aldık Macar paralarını. Metroyla gotik parlamento binasının ve Tuna’nın yanına çıktık. Ne ihtişamlı bina! Nehrin bir yakasının ismi Buda, diğeri Peşte‘ymiş. Şehrin tüm önemli mekanlarını, kiliselerini, kalelerini gördük. Macaristan, insanları, görüntüsü ve diliyle Alman ve Slav’ın arası bir şey gibi duruyor. Tüm araçların yayalara yol vermesini baştan garipsesem de Avrupa böyle bir şey oluyordu herhalde. Tam Macaristan’a karşı iyi hisler beslemeye başlamışken metro çıkışı biletime bakan görevli25€ ceza kesince düşüncelerim biraz değişti. Az para değil, konaklamaya bu kadar ödemiyoruz. Metroya binerken biletim kontrol edilmişti ve sorun çıkmamıştı ancak derdimizi anlatamadık ve paşa paşa ödedim.

Akşama kadar dolaştıktan sonra turist bürosundan kalacak yer sorduk, bir kamp alanında karar kıldık. Biraz şehir dışındaydı ama doğa içinde bungalovda kalmak ucuz ve keyifliydi. Bir süpermarket bulup akşam yemeği için krem peynir, ekmek falan aldık.

 

10 Temmuz Perşembe | Viyana

KÂRLI GÜN

Viyana’ya hareket etmek üzere vagonlarda yer ararken yanımızdan elinde çantayla bir adam geçti. Beş saniye sonra bir çığlıklar duyuldu. Çekik gözlü bir kadın çantasını çaldırmıştı ve ne yapacağını bilmeden ağlayarak koşturuyordu. Uyarıyı aldık, dikkatli olmalıydık!

Viyana’ya geldikten sonra hep yaptığımız gibi çantaları gara kilitleyip harita alıp gezmeye koyulduk. Eşya dolaplarına 2€ yerine 1YTL’leri yedirmemiz de çok iyi oldu. Tarihi yerlerini, kamusal alanlarını genelde yürüyerek gezdik. Prenses Sisi’nin sarayını gördük. Yorucu bir gün oldu. Viyana çok düzenli ve yaşanası bir şehir, huzur dolu. Gece konaklamak için Viyana Garı’nı tercih ettik. Garda uyumak Interrail’in şanındanır ne de olsa. Bekleme salonunun birine matlarımızı ve uyku tulumlarımızı serdik ve birkaç marjinal tiple sabahı ettik. Çantaları ucuza kapattığımız gibi, konaklamaya da para vermeyerek iyi ekonomi yaptık. Gar inanılmaz steril duruyordu, bekleme salonunda uyumayı hiç garipsemedik. Başımızda güvenlik bile vardı, serseriler falan gelince uzaklaştırıyordu. Refah seviyesinin tanımı bu herhalde.

 

11 Temmuz Cuma | Prag

ORTAÇAĞ’A YOLCULUK

Sabah 6 treniyle Prag’a hareket ettik. Gerçek Avrupa’ya gittikçe trenlerdeki konfor da artıyor. Prag’da çantaları bırakıp harita ve rota önerileri alıp gezmeye başladık yine. Bu sefer günlük metro bileti aldık ve daha önce yaptığımız gibi ölesiye yürümekten vazgeçtik. Biraz daha tecrübeliyiz. Gotik binaları, köprüleri, meydanları, ortaçağ dokusundaki sokaklarıyla masalsı bir güzelliği var Prag’ın. Çok sıcak olduğu için öğleden sonra biraz ara verdik. Bir hostel bulup öğle uykusu çektik. Ne de olsa garda – trende uykusunu alamıyor insan. Dördüncü gündeydik ve hala hiç yatakta uyumamıştık. Nehrin öte yakasını da hava kararırken gezmeye başladık. Gotik katedrali gezdik ve kaleden Prag’ın gece manzarasını keyifle izledik. Prag’la ilgili söylemeden geçemeyeceğim bir şey daha var: Hiç bu kadargüzel kızı bir arada görmemiştim!

 

12 Temmuz Cumartesi | Berlin

NO MORE WALLS, NO MORE WARS

Sabah treniyle Berlin’e gelene kadar kart (3-5-8) oynadık. Bu sırada ÖSS sonucum belli olmuştu ama babama bir türlü ulaşamadığım için heyecandan yerimde duramıyordum. Ve Berlin garda babamla konuşmayı başardım, sonucumu öğrendim; sanırım mimar olacağım. 

Almanya’yı pek gezmek istemedik açıkçası, Berlin’de konaklayıp bir an önce Amsterdam’a gitmek istiyorduk. Bir hostel bulduk sahibi Türk çıktı, yanda da Türk dönercisi vardı, iyi oldu sohbet ettik. Berlin’de yaptığımız tek gezi Duvar’ı görmek oldu. Akşam da hostelcinin önerdiği ‘Club Matrix’e gittik. Oldukça ucuzdu, giriş 3€, bira da 3€. Geç saatte on kişilik odamıza döndüğümüzde üç tane sarışın kız, iki tane de zenci erkek uyuyordu. Oldukça kozmopolit bir odaydı yani. Odamızın adı da: Dirty Dancing.

 

13 Temmuz Pazar | Amsterdam

MARIHUANA, SOĞUK VE GECE

Trenle Amsterdam’a doğru ilerlerken ara durakların birinde Ceylan, yemek almak üzere indi ancak tren iki dakika bile durmadan hareket edince biz de bakakaldık. Ceylan kalıverdi. Benim biletim de Ceylan’daydı ve henüz kondüktör geçmemişti. Geldiğinde de derdimizi anlattık neyse ki ceza kesmedi ama bir sonraki durakta inip bilet almamızı söyledi. Biz de öyle yaptık, bir saat gecikmeli olarakAmsterdam’a geldik ve Ceylan’la da buluştuk yeniden. Önce hostel bulmaya karar verdik ancak tüm hosteller dolu, boş olan oteller de çok pahalıydı. Sabahlamaya karar verip çantaları gara bıraktık. Sokaklarda gezindik. Kanallar şehre bambaşka bir hava katıyor, dik çatılı bitişik evler de çok hoş. Renkli turistleri ve hareketli yaşamıyla çok eğlenceli bir şehre benziyor. Marihuana ve magic mushroomdenedik. (yorumları buraya yazmayayım) Red Light District’te dolaştık. Çok enteresan bir yer, acayip! Amsterdam, uyuşturucu ve seksin şehri adeta. Sokaklarda çok enteresan erkek tuvaletleri vardı: Spiral planlı metal bir panelin içine arasına girip yapıyorsun ve çiş doğrudan açık kanala süzülüyor. Panel, diz ile göğüs arasındaki bölgeyi kapatıyor sadece ve işerken yoldan yürüyenlerle göz göze geliyorsunuz.

Kuzeyde olduğumuzdan havanın kararması 11’i buldu ama gece ilerledikçe hava iyiden iyiyesoğumaya başladı. Sokaklarda sadece uçmuş tipler kaldı. Üşümemek için yürüyorduk sürekli. Her köşe başından bir siyahi belirip “koko?” “ex?” diye fısıldıyordu. Bir tanesi ne olduğunu anlamadan elime tutuşturdu da zor geri verdim. Bir ara da Deniz bir Fransız’la kavga edecekti az kaldı. Geceyi garda geçirmeyi düşünsek de kapılar kilitliydi. Otobüs duraklarındaki banklarda sabahı ettik. Soğuk fenaydı. 5’te garın açıldığını görünce içeri girip sıcak bir köşede sızdık ancak bir süre sonra görevliler geldi “no sleeping!” diye. Tamam dedik ama yine uyumaya devam ettik.

 

14 Temmuz Pazartesi | Brüksel

BAŞKENT SIKICILIĞI

8 treniyle Brüksel’e geldik. Bir saat dolaştıktan sonra burada görülecek çok şey olmadığına karar verdik, zaten dünden de çok yorgunduk. AB’nin başkenti sıkıcı bir şehre benziyordu. Amsterdam - Paris arasında bir ara durak oldu bizim için. Gara döndük gazete – internet takıldık. Paris’teki otelimizi ayarladık. Dünkü acı tecrübeden sonra artık kalacağımız yeri önceden ayarlıyoruz. Akşamüzeri trene bindik ve hava kararırken Paris’e geldik. Arka mahallerdeki oteli bulmamız biraz zamanımızı aldı. Tek çalışanı ters bir Afrikalı resepsiyon görevlisi olan apartmandan bozma otelimizdeki odamıza yerleştik. Şartlar biraz kötüydü ama en azından sıcak su ve yatak vardı, daha ne isterdik? Çamaşır bile yıkadım.

 

15 Temmuz Salı | Paris

EKSPRES ŞEHİR TURU

İki günlük ulaşım bileti aldık ve Eyfel’e gittik ama sırayı görünce çıkmadık, yarına bıraktık. Notre Dame katedraline gittik. Opera binasını gördük. Louvre’a da gittik ama Salı günleri kapalıymış, bu da yarına kaldı. Çok yüksekteki o beyaz kiliseye gittik ve şehre tepeden baktık. Manzara harikaydı.Concorde meydanına inip Şanzelize’de yürüdük. Kendime bir şort aldım, sırf “Şanzelize’den aldığım şort” diyebilmek için. Büyük bir parfüm mağazasına girip kendi parfümümü buldum bolca sıkındım.Zafer takını da gördükten sonra akşam otele döndük. Yarın hangi şehre gideceğimizi tartışsak da garda karar veririz dedik.

 

16 Temmuz Çarşamba | Paris

NEYE NİYET, NEYE KISMET

Gare de l’est’e çantalarımızı kilitledikten sonra Eyfel’e çıktık. Louvre’u hızlıca gezdik, Mona Lisa’ya baktık. Gara döndük, bir süre tartıştıktan sonra Marsilya’ya gitmeye karar verdik. Benim gönlümde önce Strazburg’u görmek vardı ama ikiye bir kaldım. Interrail biletimiz olsa da Fransa’da trenlere binebilmek için rezervasyon bileti almak gerekiyor. Onun için bir saat sıra bekledikten sonra güneye giden trenlerde hiç yer olmadığını öğrendik. Strazburg’a gidip oradan gece treni buluruz diye düşündük. Strazburg trenine yarım saat vardı ve Gare de Lyon’dan kalkıyormuş. Koştura koştura çantaları alıp 2 metro değiştirip gara vardık. Harekete 5 dakika kala trene bindik. Yol boyunca kart oynayıp konservelerimizi yedik.

Strazburg’ta ölü bir garla karşılaştık. Tuvaleti ve bagaj odası kapalıydı. Şehre indik, Türk restoranı görünce girdik muhabbetlendik ve bu saatten sonra tren bulamayacağımızı öğrendik. Ucuz bir otel bulup konakladık. Gece de gençlerin takıldığı yerlere baktık ama çok hareketsizdi, birer bira alıp odaya çıktık.

 

17 Temmuz Perşembe | Strazburg, Basel

POLITICAL REASONS!

Erkenden gara gidip Lyon trenine rezervasyonumuzu yaptırdık, yarım saatimiz vardı ve ben fırlayıpekspres şehir turu yaptım. Küçük ama güzel bir kent, bir nehir ve çok hoş sıraevler buldum, fotoğrafladım ve zamanında gara geri döndüm.

Marsilya aktarması yapmak üzere Lyon’a doğru yola çıktık. (Ya da biz öyle sandık) Yol boyunca kart oynadık. Bu sırada telefonlarımız İsviçre hatlarına geçti ama herhalde sınıra yakın geçiyoruzdur diye düşündük. Bir saat sonra tren durdu ve herkes indi, birazdan devam eder diye düşünüyorduk. Oyunu bırakıp dışarıya çıktığımızda Basel yazısını gördük ve şok olduk, İsviçre’de miydik? Ama Bulgar pasaportlarımızla buraya girmeye hakkmız yoktu. Trenden inip ilerleyince polis kontrolünü gördük. Pasaportlarımızı verirken, aslında Lyon’a gitmek istediğimizi yanlış trene bindiğimizi söyledik. Orada ne yapacağımız sorulunca “turistiz geziyoruz” dedik. “Paranız var mı?” diye sordu, cüzdanımı açtım ve Türk kimliğini gördü. “Ooo Türko!” dedi. Çifte vatandaşım dedim. İki kimliği de alıp gitti, 10 dakika sonra geldi ve “why different names?” dedi. Türkiye’de Mesut Öztürk, Bulgaristan’da Aleksandar Hristov idim. Zamanında Bulgaristan’daki asmilasyon politikasından dolayı o ismi aldığımı, Türkiye’ye göç edince de Mesut ismimi aldığımı anlatmak zor gelince “political reasons” dedim. Bu sefer iyice şüphelendi, durum daha da karmaşıklaşmadan düzgünce anlattık neden olduğunu. Gitti bir 10 dakika daha, telefonla konuştu. Sonra geldiğinde; gidebilirsiniz ilk trenle dönün dedi.

Önce Alten’e, oradan Cenevre’ye geçtik. Bu koşturmada bir İsviçre çikolatası almayı başardım ve para üstü olarak İsviçre Frankı alınca çok mutlu oldum. Cenevre’den Lyon’a ve nihayet Marsilya’ya gelebildik. Bir günde 5 tren yolculuğu!

Limana indik, denize karşı oturup soluklandık. Gece çok güzeldi. Geceyi önce garda geçirmeyi düşünsek de etrafta çok fazla tekinsiz tip vardı. Döküntü bir otel bulup küçücük odamıza yerleştik.

 

18 Temmuz Cuma | Marsilya

YALNIZLIĞIN KEYFİ

Otelden çıkış yaptık çantaları gara bıraktık ve bir harita alıp plaj aramaya koyulduk. Güzelce bir plajbulup güneşlendik. Deniz buz gibiydi! Bu arada Ceylan’ın telefonundan babam aradı. Benim telefonumu Fransızca konuşan bir kadının açtığını söyledi. Baştan inanmadım, olur mu ya telefon yanımda dedim. Sonra arandım, hakikaten telefonum yoktu. Aradık ama telefon kapalıydı. Kim bilir nerede düşürdüm diye umudu kestim.

Günü nasıl geçireceğimiz konusunda uzlaşamayınca ayrılıp akşam 6’da buluşmaya karar verdik. Telefonum olmadan tek başıma yürümeye başladım. Bir süre sonra plajda kurulmuş büyük bir stadyum gördüm. Plaj futbolu dünya kupası oynanıyordu. Bilet alıp Rusya – Arjantin maçına girdim. Oyun ve tribünler çok eğlenceliydi. Yabancı bir şehirde tek başına doğaçlama gezip keşfetmenin keyfi bambaşka! Oradan çıkınca Stade Velodrome’a gittim. Marsilya forması alacaktım ama çok pahalıydı. Metroyla gara döndüm. Bu sırada otele uğrayıp telefona bakayım dedim. Tek kelime İngilizce bilmeyen adama zar zor derdimi anlattım. Ve evet telefonum oradaydı. Garda buluştuk, herkes gün içinde ne yaptığını anlattı.

Gece trenle Nice’e geldik. Yarım saat otel aradıktan sonra Bulgar resepsiyon görevlisi olan bir otelde yer bulabildik. Beş kişilik bir oda tuttuk. Gece dışarıya çıktık. Mekanlar, sokaklar, kumsal, her yer insan kaynıyordu. Fransa’nın Bodrum’u falan heralde.

 

19 Temmuz Cumartesi | Monako, Cenova

DAYANIKLILIK TESTİ

Sabah ilk trenle Monako’ya geldik. Garda büyük bir hayal kırıklığına uğradık çünkü bagaj koyma yeriyokmuş! Bu 14 kilogramlık çantayla kavurucu sıcakta yürümek demek. Akşam 6’da buluşmak üzere ayrıldık yine. Yükümü alıp şehri yürümeye başladım. Fotoğraf çeke çeke gezdim. Bir oyun dekoru gibi restore edilmiş kalede yine bir oyun gibi eski zaman askerleri tören yapıyordu. Şehrin/ülkenin zenginliği çok net hissediliyor. Stade de Louis II’ye gittim ancak haftasonları kapalıymış, içini gezemedim. Monte Carlo’ya gittim. Her taraf birbirinden lüks otomobillerle dolu! Bu sıcakta çantayla yürümek çok zorlayıcı oldu.

Akşam garda buluştuk. Cenova trenine bindik. Fransa defterini kapatıp İtalya‘nınkini açtık. Monako ve Milano’da konaklama pahalı olur diye ara durak olan Cenova’da kalalım dedik. Gara geldiğimizde bizi çok sevindiren bir tabloyla karşılaştık: Garda uyuyan gençler vardı! Bir iki otel dolaşsak da bedava konaklamanın cazibesi ağır bastı ve gara dönüp matları, tulumları açtık. Çelenk konmuş bir anıtın dibinde uyuduk. İtalya’da olduğumuz için de her şeye karşı nöbetleşe uyumaya karar verdik. 3.45’te nöbeti devraldım, 5.45’te de Milano trenine bindik.

 

20 Temmuz Pazar | Milano

FUTBOL ŞEHRİ

Milano’da her zamanki yolu izledik: çanta bırak, harita edin, günlük metro kartı al. Duomo’yu gördük ilkin. Ne ihtişamlı yapı! Kaleyi gezdik. Son akşam yemeği tablosunun olduğu galeriyi gezecektik ancak çok önceden rezervasyon yapmak gerekiyormuş. Ceylan’la ikimiz San Siro’ya gittik.

Akşamüzeri Padova trenine bindik. Rezervasyon yapmadığımız için de 7.5 € ceza yedik. Padova’da bir kişi çantaları beklerken iki kişi otel arasın dedik, çöp çektik, ben kaldım onlar gitti. Venedik pahalı olur diye bu şehirde kalmayı seçtik ama beklediğimiz kadar uygun değildi otel fiyatları. Neyse ki kahvaltı dahilmiş.

 

21 Temmuz Pazartesi | Venedik

MÜZE-KENT

Sabah Venedik’e geldik. Yürüyerek gezdik şehri. İnanılmaz bir yer. Burada sıradan günlük hayatın sürdüğüne inanmak zor, daha çok bir müzenin içindeymişsiniz gibi geliyor. Gece Floransa’ya geçtik. Hostel ararken, “hostel mi arıyorsunuz?” diye yaklaşan bir adamı takip ettik, fiyatta anlaşınca da dediği yerde kaldık.

 

22 Temmuz Salı | Floransa

RÖNESANS

Burada bir gece daha kalacağımız için zaman sıkıntısı olmadan rahat rahat gezdik şehri.Brunelleschi’nin kubbesini yaptığı katedrali, ünlü köprüyü, Davud heykelini gördük. Bu şehrin de aynı Prag ya da Venedik gibi kendine has mistik bir havası var ve sokaklarında dolaşmak çok heyecan verici. Akşama doğru alışveriş falan yaptım, eşe dosta hediyeler aldım.

 

23 Temmuz Çarşamba | Pisa, Livorno

GERÇEK MACERA!

Trenle Pisa’ya gittik. Kuleye çıktık ve o klasik pozu verip fotoğraf çekildik. Roma trenine üç saatimiz vardı, ayrıldık yine. Gezmeye başladım. Sol ayağıma bir sancı girdi ve yürümem biraz güçleşti. Artık gezinin yorgunluğu iyice kendini göstermeye başladı.

Ceylan ve Deniz’le tekrar buluştuk ama yine ayrıldık, çünkü onlar Roma’ya ben Livorno’ya gidecektim. Futbol ve sol görüşe yakın olanların çok iyi bildiği Livorno futbol takımını ve tribünlerini çok severim. (www.forzalivorno.org) Bu kadar yakınken Livorno’yu görmeden geçemezdim.Bu küçük liman kasabasına geldiğimde turiste dair hiçbir şey olmadığını anlamam uzun sürmedi. Emanet dolabı olmadığından çanta da sırtımda kalacaktı. İngilizce bilen insan da yoktu. Neyse ki gardaki hediyelik eşya dükkanındaki genç biliyordu da stadın yerini sorabildim.

Planım hem stadı görüp hem de varsa resmi forma almaktı. Otobüsle stadı buldum. Ufak tefek, döküntü bir stad vardı karşımda: Stadio Communale! Biraz hayalkırıklığı. Ama duvarlardaki orak çekiçler ve solcu sloganlar dikkat çekiciydi. Resmi kulüp mağazası var mı öğrenmek için ilk gördüğüm insana sormaya çalıştım. “Official store, kit, jersey, football shirt” gibi kelimelerin hiç birini anlamıyordu. “Yukarı çık, sağa dön” deyince aynen yaptım, stadın içindeydim. Bir kadınla karşılaşınca yine derdimi anlatmaya çalıştım, bir kapı gösterdi “buraya sor ben anlamam” dedi. Kapıyı çalıp açtığımda içeride, kupalar, madalyalar, tarihi fotoğraflar, posterler vardı ve üç tane takım elbiseli adam bu sırt çantalı turiste garip garip bakıyorlardı. Artık kulüp odasına mı girdim, başkanla falan mı konuştum bilmiyorum ama onlar da beni anlamadılar, başka bir yer tarif ettiler. Dediklerini yapınca kendimi tribünde buldum. Hatta şeref tribününde! Sahaya kadar indim fotoğraf çektim. Forma arıyordum ama bu da olurdu. Çıkıp stadın etrafında da forma satan bir yer bulamayınca çaresiz gara döndüm ve bu şehrin İngilizce bilen tek insanı olan hediyelikçiyle konuştum, ondan Forza Livorno atkısı aldım üç tane. (iki tanesini Türkiye’de okuturum) “Türkiye’de çok Livorno taraftarı var, Lucarelli’den dolayı mı?” diye sordu. “Yok” dedim “daha çok tribünlerin politik duruşu seviliyor”. “Evet” dedi “Livorno komünist bir şehir”.

Trenle Roma’ya gittim, Deniz ve Ceylan’la buluştum. Bir otel bulup yerleştik.

 

 

24 Temmuz Perşembe | Roma

SON GEZİ

Vatikan’a gittik. Hava bunaltıcı derecede sıcak, yürümek çok zorlaştı. St. Peters katedralini gezdik,aşk çeşmesine para attık, Panteon’a girdik. Spagetti yedik. İtalya’da yediğim ne spagettiyi ne de pizzayı beğendim, bir tek dondurması güzeldi. Çok fazla sıra bekleyip Kolezyum’a girebildik. Roma sokaklarında gezindik, hediye falan aldım. Artık gezinin yorgunluğu iyice birikmeye başladı. Dönüş yoluna geçsek iyi olur. Daha fazla gezmeye enerjimiz kalmadı çünkü.

 

25 Temmuz Cuma | Roma, Bari, gemi

O GEMİYE BİNİLECEK!

20.00’de Bari’den kalkacak Yunanistan gemisine binmek üzere 13.38 Bari trenine binmeye karar verdik ancak trende hiç yer yokmuş. Aktarma yaparız diye düşünüp Napoli’ye gittik. Ancak Napoli’den de tren yokmuş, Caserta’ya gitmemizi oradan da Roma’dan gelen, hani şu dolu olan, trene binmemizi söylediler. Artık gitmek istiyorduk ve dolu da olsa binmeye karar verdik. Caserta’dan trene bindik. Ne de olsa Interrail biletlerimiz vardı, “rezervasyon gerektiğini bilmiyoruz” derdik. Ama yine de stresliydik, “acaba ne kadar ceza yeriz?” diye düşünüoyorduk. Çok geçmeden kondüktör geldi ve 15’er €ceza kesti. Düşündüğümüzden daha azdı ve rahatladık. Bari’ye vardıktan sonra otobüsle limana geldik ve bilet alıp gemiye bindikten 20 dakika sonra da Adriyatik’e açıldık. 15 saat süren yolculuğun sonunda Yunanistan’ın Patras limanına varacaktık. Güverte gençlerle doluydu, burada bir şeyler içtikten sonra kuytu bir merdiven altı bulup tulumlarımızı serdik. Denizin sesiyle ve yıldızların altında uyumak çok rahatlatıcıydı.

 

26 Temmuz Cumartesi |Patras, Atina

AZ KALDI!

Yunanistan’a gelince evime gelmiş gibi hissettim. Patras‘a yanaştıktan sonra trenle Kiato’dan aktarma yaparak başkente geldik. Bizi eve götürecek biletlerimizi aldık. Gündüz Atina’da vakit geçirdik ama şehri gezmedik, dinlendik. Gece yarısı trenimize bindik. Sabaha kadar sürecek 15 saatlik bir yolculuk olacaktı ama vagonlar, IETT gibi tıklım tıklımdı. Eski trende havalandırma da olmadığından oldukçasıcak ve terli bir yolculuk olacağa benziyordu. Balkanlara dönünce kötü trenleri hatırlamış olduk. Biraz yol aldıktan sonra inenler oldu ve oturacak yer bulabildik. Ancak deri koltuklarda uzun süre aynı pozisyonda oturmak çok güçtü, bırakın uyumayı. Zor bir gece oldu.

 

27 Temmuz Pazar | Gümülcine, Pythion, Uzunköprü, Edirne

TAMTAKIR DÖNÜŞ

Sabah yollarımız Ceylan ve Deniz’le ayrıldı. Onlar Bulgaristan’a geçmek üzere indiler, bense Türkiye’ye devam ettim. Gümülcine’de Türkiye’ye gidecek yolcuları otobüse aldılar ve sınır istasyonuPythion’a kadar karayoluyla geldik. Burada tekrar tek vagonlu bir trene bindik ve yarısı mavi beyaz yarısı kırmızı beyaz olan bir köprünün üzerinden Meriç’i yani, sınırı geçtik. Uzunköprü’deydim!

Şimdi Edirne’ye gitmeliydim ama tüm paramı sıfırlamıştım ve telefonda kontörüm de yoktu. Geçen ilk Edirne minibüsüne bindim. Yurtdışından geldiğimi ve parayı Edirne otogarına gelince babamın vereceğini söyledim. Babamı aramak için de yolculardan telefon rica ettim. İki kişi geri çevirdi ama amcanın biri, sağolsun, telefonunu verdi ve arayabildim. Akşama da evimdeydim.

 

 

 
Toplam blog
: 2
: 7084
Kayıt tarihi
: 09.10.12
 
 

23 yaşında İstanbul'da mimarlık öğrencisiyim. Seyahat blogu yazarıyım. http://mesutozturk.net ..