Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Eylül '07

 
Kategori
Öykü
 

Tuhaf hikayeler

Tuhaf hikayeler
 

Kadının canı sıkılıyordu. Bir kalem alıp kâğıda bir şeyler yazmaya başladı. Yazdıklarını beğenmedi, sildi. Bu defa aynı kâğıda şekiller çizmeye koyuldu. Geometrik şekiller; çizgiler, üçgenler, daireler. Karikatür eskizleri; çöp adamlar, fırça bıyıklar, patates burunlar. Bir süre sonra çizmekten de sıkıldı. Kâğıdı katlayıp bir gemi yaptı. Ona bir isim koydu: “Derin”. Baş tarafının iki yanına mavi mürekkepli kalemiyle yazdı o ismi. Birkaç gün yetecek erzak yükledi: bir adet çöp kraker, sıvı ihtiyacını karşılayacak bir damla gözyaşı. Masasını bir denizmiş gibi hayal edip gemisini arkasından iterek yüzdürdü. Daldı. Uzak denizlere açıldığını fark edemedi, geri dönmek için çok geç kalmıştı. Yetmezmiş gibi okyanusun tam ortasında şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Azgın dalgalarla boğuştu, sonunda gemisi alabora olup battı. Geminin kaptanı ve tek yolcusu kendisiydi. Gemisini terk etmedi, onunla birlikte sulara gömüldü. Cesedini masada buldular. Ağzında koca bir deniz.

***

İnsanın boy ortalaması Doğuya gittikçe düşüyor; ya da tersine, Batıya gittikçe yükseliyor. Güneydoğudaki memleketime gittiğim zaman ortadan uzun boylu biri oluyordum. Buraya geldiğim zaman ortadan kısa... Daha Doğuya, Uzakdoğu’ya gittiğimde epey uzun boylu biri olarak saygı görüyordum. Kuzeybatıya, İskandinavya’ya gittiğimde ise bayaa kısa boylu biri olarak tuhaf kaçıyordum. Ben de bir daha ne Doğuya, ne Batıya, ne Kuzeye gittim. Hepsini boşverip Güneye, Pigme ülkesine gidip oraya yerleştim. Şimdi Pigme ülkesinde bir basketbol yıldızıyım.

***

Yalnız bir adam vardı. Zaten yaşadığı devasa şehir yalnız insanlarla doluydu. Adamın evi yoktu. Yaz günleri bir parkta kışın ise duvar diplerinde, sur kalıntılarının oyuklarında, köprü ayaklarının kuytu yerlerinde yatardı. Kışın şiddetli geçtiği yıllarda bazı günlerde belediye onun gibileri toplayıp bir spor salonunda ağırlardı. Mevsim yazdı. Küçük bir parkın en tenha yerindeki banka yerleşmiş, gecelerini orada geçiriyordu. Gündüz sokaklarda dolaşır, dilenir, çöp tenekelerini karıştırır, gece el ayak çekilince parka gelir orada yatardı. Bir gün onun olmadığı bir anda parka bir heykel diktiler. Kucağındaki çocuğunu emziren bir kadın. Bire bir insan boyutundaki heykel o kadar sahiciydi ki adam karanlıkta onu ilk gördüğünde gerçek bir kadın sandı. Yanından onu ürkütmeden geçip banka oturdu. Kaçamak bakışlarla kadını uzun süre seyrettikten sonra anlayabildi heykel olduğunu. Çekine çekine yanına gitti. Omuzuna dokundu. Bir insandan soğuktu ama mermer kadar da değil. Sonra elini hayranlıkla sırtında, ensesinde, saçlarında gezdirdi. Çenesini okşadı. Biri emzirdiği bebeğin ağzında öteki açıkta duran memelerine baktı. Boştaki meme ucuna dokundu hafifçe. Utanıp çekti elini, “özür dilerim” dedi. Biraz geriye doğru çekilip çok özlediği bir dostuna bakar gibi sevgiyle seyretti. Yalnızlığını paylaşacak birini bulmuş gibiydi. Sonra gidip uyudu.

Ertesi gün gecenin inip parkın boşalmasını sabırsızlıkla bekledi. Cebindeki son parayla bir biberon ve bir kutu süt almıştı. Kutudaki sütü biberona boşalttı. Biberonu bebeğin kucağına bıraktı. “Bunu içir, belki sütün yetmez” diye fısıldadı anne-heykelin kulağına. Çoktandır ağzından çıkan ilk sözlerdi bunlar. Daha fazla rahatsız etmeyeyimm diye düşündü. Heykele "iyi geceler" deyip uyumaya gitti. Sabah bebeğin kucağına bıraktığı biberonun boşalmış olduğunu gördü, şaşırdı ama sevindi de... Şehri dolaşmaya. karnını doyuracak bir şeyler bulmaya çıktı. Çöp konteynerlerini karıştırdı. Dilendi. Bir şişe ucuz şarap alacak kadar para toplayabildi ama şarap yerine yine süte verdi parasını. Yarısını kendisi içip yarısını biberona boşalttı. Heykelle sohbet etti. Ona kendini tanıttı. “Adım İrem demiştin; yanlış duymadım değil mi” diye sordu heykele. “Sanırım henüz bebeğin bir adı yok, onun adını benim koymamı ister misin?” diye sordu. Sorusunu yine kendi cevapladı. “Bu şerefi bana layık gördüğün için çok teşekkür ederim; adı Bengi olsun” dedi. “Hep aynı pozisyonda oturmaktan yorulmuyor musun? Keşke biraz uzanabilseydin” diye önerdi. “Anladım, böyle rahat ediyorsun. O zaman tamam” dedi.

Bir akşam parka geldiğinde birinin kadının tam karşısında ayakta durmuş küstah bir ifadeyle ona baktığını gördü. Sinirlendi. İçinden “şuna bak sen, utanmaz herif” deyip kızgınlıkla yaklaştı. Ne pahasına olursa olsun kavga edecekti. “Hey! Ne yapıyorsun sen orda?” diye bağırdı adama. Adam karşılık vermedi. Yanına gidip omuzuna dokununca onun da bir heykel olduğunu gördü. Öfkesi yatıştı ama yine de içine bir kurt yerleşti. İrem’i ve Bengi’yi kimseyle paylaşamazdı, hem niye bu kadar yakınına yerleştirmişlerdi ki? Adamı itip yüzünü başka tarafa çevirmeye çalıştı ama heykel milim kıpırdamadı. Gücünün yetmeyeceğini anlayınca vazgeçti. Kirli ceketini çıkarıp İrem’in çıplak göğsüne örttü. O gece uyuyamadı. Gözü hep o tehlikeli adamda ve İrem’deydi. O adamın yüzünden hayatının tadı kaçmış, günler azap haline gelmişti. Kıskançlık içini kemiriyordu. Adamı kontrol altında tutabilmek için artık gündüzleri çöp karıştırmaya ve dilenmeye de gitmiyor, hep orada, o bankta oturup gözünü kırpmadan İrem’e bakıyordu. Sonunda sabrı tükendi. Gidip bir inşaattan bir balyoz çaldı.

Ertesi gün parka gelenler, kırılmış bir erkek heykeli, yanında bir balyoz ve başı sert bir cisimle ezilerek öldürülmüş evsiz bir dilenci gördüler. Bebek emziren kadın heykelinin göğsünde ölüye ait olduğu kolayca anlaşılan kirli bir ceket, ceketin altında içi boş bir biberon ve kadının avucuna sıkıştırılmış birkaç banknot buldular. Kadının gözünden damlayan yaşları ise kimse görmedi.

***

Bir akıl hastanesinde doktor hastalarını günlük kontrolden geçiriyordu. Hastaları sırayla odasına çağırıyor, onlarla konuşup gözlemlerini not alıyordu. Bir süre sonra yoruldu. Aynı sorular, tutarsızca cevaplar birbirini izliyordu. O günkü son hastasını muayene ettikten sonra doktor gömleğini çıkarıp hastasına giydirdi. Koltuğunu ve masasını işaret edip “buraya otur” dedi. Sonra kimseye görünmeden çıkıp gitti ve bir daha hiç o hastanede görünmedi. Ertesi gün muayene sırası gelen hastalara doktorun yerine geçen hasta/doktor baktı. Onlara sorular sorup önündeki deftere bir şeyler yazdı. Akşam olunca gömleğini çıkarıp askıya astı ve koğuşuna gitti. Ertesi gün muayenelerine devam etti. Birkaç gün sonra son hastasıyla konuşup defterine bir şeyler yazar gibi yaptıktan sonra gömleğini çıkarıp o hastaya giydirdi, masasını ve koltuğunu işaret edip, “buraya otur” dedi. Kapıyı sessizce çekip kayboldu.

***

Kadının canı çok sıkılıyordu. Başını iyice sola yatırıp dirseğinden masaya dayadığı koluna yaslamıştı. Koltuğunda sağa sola dönüp durdu. Sonra eline bir kalem bir de kâğıt aldı. Bir şeyler yazdı, üstünü karaladı. Kenarına yıldızlar, çiçekler çizdi, sonra onları da sildi. Geometrik şekiller çizmeye başladı; birbiri içine geçen çemberler, elipsler, küme simgeleri, Çin yazısı denemeleri, fraktaller, komik insan yüzleri, kirpiksiz gözler, dişsiz ağızlar, kulaksız kafalar... Sonra çizmekten de sıkıldı. Kâğıdı katlayıp uçak yaptı. Rastgele fırlattı. İyi katlanmamış kâğıt uçak kadının attığı yönün tersine gitti. Yolunu şaşırıp açık pencereden süzüle süzüle uçup gitti. Yolda yürüyen bir adamın alnına çarpıp yere düştü. Kadın uçağının nereye gittiğini görmek içine pencereden dışarı, adam kâğıt uçağı fırlatan o densizin kim olduğunu anlamak için pencereden içeri baktı. Tam o anda göz göze geldiler. Ve gözleri bir daha hiç ayrılmadı.
.....

Resim: Celal Çelik

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..