Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Kasım '07

 
Kategori
Sosyoloji
 

Türk "su"dur, akar yolunu bulur

Türk "su"dur, akar yolunu bulur
 

Elias Canetti, benzersiz yapıtı “Kitle ve İktidar”da, ulus kavramının bilinen tanımlarının yetersizliklerine dikkat çekerek, “Her ulusa özgü olan şeyi ortaya çıkarma zahmetine girilmelidir ve bu da milletlerin azçgözlülüğünden etkilenmeksizin yapılmalıdır” diyerek kendisi bir tanım getirmeye çalışır. Almanlar, Fransızlar, İngilizler vs. adı altında birbirleriyle mücadele eden “ulus” denen kitlelerin “ne için” savaştıklarının bilindiğini ama “ne olarak” savaştıklarının bilinmediğini öne sürer. “Bir Fransız, Alman, Japon ya da İngiliz olarak savaşa gittiği zaman kendisinin ne açıdan farklı olduğuna inanır?” diye sorar. Bir ulusu gelenek, tarih, din, edebiyat, coğrafi birim ve dil birliği gibi benzerliklerle tanımlamanın yeterli olmadığını belirtir. Kitlelerin bir “sözlük uğruna” savaşmayacağını söyler. Bu tanımların yetersizliğini vurguladıktan sonra da kendi “ulus” tanımını yapar. Bir ulusun kendisini ilişkili hissettiği daha büyük birimin her zaman bir “kitle” ya da “kitle simgesi” olduğunu söyler. “Ulus”u tanımlamaya girişmeden önce kitle ve kitle simgelerini anlatmıştır, ancak burada onları özetleme imkânım yok. Mesela, insan toplulukları bir kitle; ateş, deniz, kum, orman gibi kolektif birimler ise birer kitle simgesidir.

Canetti, bir ulusun her üyesinin kendisini belirli bir simgeyle sabit bir ilişki içinde gördüğünü söyledikten sonra birkaç ulusu simgelerine gönderme yaparak değerlendirir. Buna göre, İngilizlerin denizle hayati ilişkilerine atıfta bulunarak kendilerini bir “gemi kaptanı” olarak gördüklerini; Almanların her zaman sıkı bir düzen ve disiplin içinde davranan bir kitle olarak dimdik ağaçlarla kaplı yoğun bir “orman” gibi davrandıklarını; dört ayrı dil konuşmalarına rağmen sımsıkı bir ulus olan İsviçrelilerin “dağ”la özdeşleştirilebileceğini; İspanyolları en iyi arenadaki bir “matador”un simgeleyebileceğini; dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudileri bunca zamandır bir kitle olarak bir arada tutan en sıkı bağın ise “Mısır’dan göç” simgesi olduğunu belirtir.

Canetti, çalışmasında Türklere ilişkin bir değerlendirme yapmaz. Kendimce o eksiği tamamlamak için Canetti’nin uyguladığı mantık üzerinden giderek Türklerin hangi kolektif birimle simgelenebileceğini düşündüm biraz. Bulmak pek zor olmadı: Türkleri en iyi anlatacak kitle simgesi bence “su”dur. Akışkan, devingen, dalgalı, belli bir iç tutunumu olan, hızlı, sık sık faz değiştirebilen, dinamik, her zaman canlı bir kitle... Suyun hangi haliyle düşünürsek düşünelim böyledir ama Türkler en çok da bir akarsuya benzetilebilir. Suyun hep eğim doğrultusunda akması gibi Türkler de hep Batıya akar; Canetti’nin deniz için söylediği gibi “çok değişken ve her zaman işitilebilen bir sesi vardır”; “her şeyi bağrına basandır”. Donar, buharlaşır, kirlenir; bulunduğu kabın biçimini, atmosferin rengini alır.

Zaten inanç ve gelenekleri de suyla çok yakın ilişkilidir. Eski Türkler suyun kutsallığına inanırdı, bu yüzden onu kirleteceği düşüncesiyle yıkanmazlardı. Türklerdeki “Göktanrı” inancı sadece göğün erişilemezliği yüzünden değil, onun yol açtığı şimşek, yıldırım, gökgürültüsü, yağmur, kar, dolu gibi hep suyla ilgili ve insanı bir yandan tehdit edip bir yandan yaşamını sürdürmesini sağlayan “su çevrimi” dolayısıyla gelişmiş olmalıdır. “Tanrı”nın en belirgin özelliklerini biliriz: Var eden, yaşatan ve öldüren bir güç...

Türklerin tarih ve coğrafya içinde yolculuklarını incelediğimiz zaman bu simgenin karakteristik davranışlarıyla hareket ettiklerini görürüz. Bulunduğu yerden çeşitli yönlere doğru sonsuz bir akış... Bir akarsuyun içinde toprak ve canlı cansız birçok nesneyi taşıyıp götürmesi gibi Türk boyları da kendi kültürlerinin yanı sıra çevrelerindeki başka toplumların kültür ve uygarlıklardan aldıkları gelenekleri, inançları, giysileri, adetleri ve en çok da farklı genleri Asyanın steplerine ve dağlarına, Avrupanın ovalarına, Ortadoğunun ve Afrikanın çöllerine taşıdılar. Yaşam tarzları elvermediğinden kendileri bir uygarlık yaratıcısı olamadılar ama uygarlığı keşfedip benimsemekte hiç zorlanmadılar. Köle savaşçı olarak gittikleri yerlerde kısa bir süre sonra yönetici olup imparatorluklar kurdular. Mısır’da, Irak’ta, Hindistan’da ve ziyadesiyle İran’da. Bugünün İran’ında bile asıl yönetici sınıfın Türkler olduğu iddia edilir.

Bu akarsu bin yıl önce Anadolu’ya ulaşıp buradan Avrupa’nın içlerine aktı. Burada kendinden önce bulunan kültürleri bir zenginlik olarak bünyesine kattı. Rumlardan, Araplardan, Gürcülerden, Kürtlerden, Yahudilerden, Slavlardan, Ermenilerden ve daha sayısız etnik topluluktan diline kelime, teolojisine din, ordusuna asker, sarayına devlet adamı, mimarisine üslup, biyolojisine gen aldı. Biçim, hal ve renk değiştirdi ama hiçbir zaman yok olmadı; yok olmaz da... Zaten “su” yok olmaz.

Türklerin tarih ve coğrafya içinde yolculuklarını incelediğimiz zaman suyun karakteristik davranışlarını sergiledikilerini görürüz. Su hep hareket halindedir. İster küçük bir çukurda birikmiş, isterse devasa bir okyanus oluşturmuş olsun her zaman hareket halindedir. Dalgalanır; toprağa sızar; aşındırır. En kıpırtısız göründüğü anda bile buharlaşarak ya da donarak hareket eder. Türkler de öyledir. Birçok konuda yetersizlikleri, eksikleri olduğu söylenebilir. Ama herhalde Türklere en yakıştırılamayacak şey hareket kabiliyetinden yoksun olduklarıdır. Bütün tarihleri boyunca hep oradan oraya akan topluluklar bütünü olmuşlardır. Arada bir döndükleri/dönmek istedikleri belli bir yerleşim alanları olsa bile asıl yurtları kendi kalplerinde, atlarının ve yük hayvanlarının sırtında, denklerinde, çadırlarındadır. Bu özellikleri bugün de tüm hızıyla sürüyor. Ülke içinde köyden kente, taşradan metropollere, metropollerden kıyılara, çalışmak ya da okumak için Batıya, ihracatçı ya da müteahhit olarak bütün dünyaya sonsuz bir akış halindeler...

Suyun her şeye bulaşıp, dokunduğu her yerde varlığını belli etmesi gibi Türkler de bulundukları yere bir biçimde damgasını vurur; olumlu, olumsuz bazen de komik biçimde. Bence karikatüristlerin ve komedyenlerin Türklerin hayali uzay maceralarına ilişkin esprilerine çok gülmemizin nedeni de budur. “Turist Ömer Uzay Yolunda” filminde Sadri Alışık’a o kadar gülebilmemizin altında ince mizahtan çok sıradan bir Türkün o atmosferdeki uyumsuzluğunu görebilmemiz yatar. O esprileri bir Rus ya da İngiliz mizahçısı yapsa kendi halkları o kadar gülemez. Bir uzay gemisinde ancak Türkler “Türk gibi” davranır çünkü!

Su yok olmaz. Akıp gider, bir yerlere sızar, buharlaşır, yer altına iner veya donar ama yok olmaz. Türkler de öyle. Elbette, tarih boyunca tamamen yok olan çok az topluluk vardır denebilir ama Türkler kadar çok mekan, komşu, uygarlık, devlet değiştirip de hâlâ varlığını sürdürebilen çok az ulus vardır. Çevresindeki bütün ulusların binlerce yıldır aynı topraklarda yaşamalarına, Anadolu toprağına en son gelen kendileri olmalarına rağmen Türkler burada tutunabilmiş ve ayakta kalmayı başarabilmişlerdir. Bu başarı sadece askeri üstünlükle açıklanamaz; onun uyum sağlayarak hayata tutunma yeteneğinin bir sonucudur. Suyun her türlü değişikliğe rağmen hep su olarak kalması gibi...

Su ister nehir gibi akıp gitsin, isterse de bir göl veya deniz olarak bir yerde biriksin içinde çamur, kum, bitki, hayvan gibi canlı cansız birçok şey barındırır. Bunlar hem kendisine zenginlik katar hem de kendisi onlara barınak sağlar. Onları bir yerden bir yere taşıyıp götürür. Türkler de benzer özelliklere sahiptir. Bitmek bilmez yolculukları boyunca kendi kültürlerinin yanı sıra ilişkiye girdikleri toplumların da kültür, gelenek, uygarlık ve genlerini alıp taşıdılar. Çevrelerindeki hemen her etnik topluluktan gelin veya köle aldılar. Bunun somut örneğini Osmanlı hanedanında görürüz. Padişahların çoğunun annesi Türk değildir. Yine de bu durum onların Türk olduğu gerçeğini değiştirmez. Belki uç bir örnek olacak ama bazı Türk boylarının soyunu güzelleştirmek için yabancılardan “döl alma” adetinin bulunduğu rivayet edilir. Bugün hiçbirimiz başımıza börk takıp koyun postundan elbise ya da bunların modern uzantısı sayılacak giysiler giymiyoruz; onun yerine sırtımızda Batılıların giysileri var ama yine de Türkçe konuşuyoruz ve kendimizi Türk olarak görüyoruz.

Bu bir “üstün ırk” yaklaşımı değildir; kesinlikle öyle anlaşılmamalıdır. Dünyada hiçbir ulus ötekinden üstün değildir. Sadece farklı yanları vardır. Son zamanlarda çok fazla kapıldığımız yenilmişlik ve kuşatılmışlık duygusuna karşı duruma bir de bu açıdan bakılması gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Her aşırı tepkinin altında bir kendine güvensizlik gizlidir. O yüzden bu çabam o komplekslerin ürünü değil kendimizi anlama yolunda çok küçük ve mütevazı bir katkı olarak kabul edilmeli.

Yirminci yüzyılın başlarında büyük dramlar ve bunların etkisiyle derin travmalar yaşadık. Toplumsal belleğimizde o sarsıntıların derin izleri var. Bazen onlardan kaynaklanan korkuların esiri olabiliyoruz. İçimize kapanma, bütün yabancıları bize düşman görme eğilimindeyiz. Çoğu durumda dünyanın bize karşı komplo düzenlediği hissine kapılıyoruz. Elbette bunların hepsi hastalıklı bir toplumun yersiz fobileri değil ama bizim o komploları geçersiz kılacak gücümüz var. Yeter ki onun farkında olup dünyaya daha cesur bakalım. Kendimize güvenelim. Sahip olduğumuz bu kıpır kıpır su dinamizmini, bu deli enerjiyi olumlu biçimde kullanmanın yollarını bulalım.


 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..