Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Temmuz '07

 
Kategori
Üniversiteler
 

Türkiye’ de yükseköğretimin durumu ve devlet- vakıf üniversiteleri ikilemi

Türkiye’ de yükseköğretimin durumu ve devlet- vakıf üniversiteleri ikilemi
 

Özet

Türkiye’de YükseköÖğretimin sorunlarını fazla detayına girmeden ele aldığım bu yazımda, öncelikli olarak bilim insanlarının Devlet Üniversitelerinden, Vakıf Üniversitelerine ve yurt dışana gitmelerine de yol açan, ayrıca toplumsal yapımızla da bağlantılı olan sorunların kendimce yaptığım değerlendirmelerini sizlerle paylaşmak istedim. Bu sorunları dile getirdikten sonra ise, ortaya çıkan bu yeni durum ile ilgili Devlet ve Vakıf Üniversiteleri tarafından yapılması gerekenleri sıraladım. Ayrıca, Devlet Üniversitelerinin, bu kan kaybını önleyebilmek için neler yapmalarının doğru olabileceği şeklinde bir düşünceler zincirini de paylaşarak, sorunun hafifletilmesinde çorbada benim de tuzumun bulunması için çaba harcadım. Umarım, en kısa sürede Üniversitelerimizde başlayacak bir aydınlanma hareketi toplulumuzun hemen her alanı kaplar ve Ulu Önder’in en önemli rüyalarından birisi de gerçekleşmiş olur.

Yükseköğretimde yaşanan sorunların nedenleri

Öncelikle şunu söyelemek isterim ki toplumun her kesiminde görülen parçalanmışlık, aydınlanma ve akıl kullanımı konusunda sıkıntılar yaşayan ülkemizde, yüksek öğretimi de sıkıntılar içerisine sürüklemiştir. Bu durumun sonucunda da, çok seslilik, demokrasi, insan hakları türünden kavramların da devreye girmesiyle, batılı toplumlarda dahi görülemeyecek (görülse de devletin, cumhuriyetin yapısına karşı her hangi bir saldırının olmadığı düşüncelerde çok sesliliği savunan bir yapıyı oluşturmuştur batı kendisine) çok seslilik karmaşası içerisinde sorunlara çözüm arama alışkanlığı, ülkemizde, yüksek öğretimin sorunlarını da bu günkü konumuna sürüklemiştir. Aydınlanma tamamlanmadan ortaya çıkan bu çok seslilik, her ailenin, her zümrenin, Ortadoğu’nun özelliklerine uygun olarak kendisine derebeylikler yaratma/oluşturma çabaları içerisine girmesine yol açmış, bölücü terör örgütü PKK ve onun yandaşlarının ve aşırı islamcıların ünivesitelerde etki sahibi olma çabalarının da etkisiyle, sisteme ait sorunlar tartışılamamış ve bunun sonucunda, biriken sorunlar çığ halini alarak aşağı vadiyi tehdit eder hale gelmiştir. İleride detaylandırmaya çalışacak olmamla beraber, son 20-25 yıldır devletin ve devletin kurumlarının bu tehditlerle karşı karşıya kalmalarıyla da, sorunlar çözülememiş, bir çeşit akıl kilitlenmesi yaşanmış, kaynaklar verimli bir biçimde kullanılamamıştır. Ortaya çıkan bu karmaşa sonrasında da, bu ortamdan rahatsızılık duyan bilim insanları ya vakıf üniversitelerine ya da yurt dışına gitme tercihinde bulunmuş, gidemeyenler de atıl bir vaziyette köşelerinde oturmayı tercih edip, son 15-20 yılın moda davranış şekliyle ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ demeyi tercih etmişlerdir. Bu da ortamın bilimle, bilimsellikle uzaktan yakından alakası olmayanlara kalması sonucunu doğurmuştur. Elbetteki köklü bir kaç tane devlet üniversitesini bu gelişmelerin dışında tutuyoruz, onların alt yapılarının diğerlerine göre görece daha sağlam olduğunun bilincinde olarak. Özal dönemiyle başlayan yeni üniversiteler açma furyası, gerekli fiziki, insani ve düşünsel altyapı hazırlanmamış olmasından ötürü, bu karmaşanın daha da artmasına yol açmıştır. Sayın Recep Tayyip Erdoğan da YÖK’e karşı yürütttüğü mücadele sırasında “eeee sen yetiştireceksin yeni üniversitler için bilim insanlarını” düşüncesini dile getirmiştir. Bilim insanı yetiştirmenin, Belediyelere eleman almayla eşdeğer bir şey olmadığını, gerçek anlamda bilim insanı yetiştirebilmek ya da yetişen bilim insanlarını ülkede tutabilmek için ulemaya sorma ihtiyacı olmayan yani aydınlanmış, aklını kullanabilen insanlara, yani, kullara değil vatandaşlara ihtiyacımız olduğunu bir türlü anlamıyor olmasından kaynaklanmaktadır bu durum. Yaşadığımız tüm toplumsal sıkıntıların nedeni de budur zaten.


Durum böyle iken, şartlar böyle oluşmuş iken, insanların artık ortaya çıkan bu yeni koşullarla ilgili durum değerlendirmesi yapıp, ülke için en yararlı davranış şekillerini ortaya çıkarıp, ona göre davranmaları gerekir diye düşünmekteyim. Bu nedenden, yaklaşık bir kaç yıldır kafa yorduğum bu soruna ait bulduğum bazı çözüm önerilerini bir yazı yazarak sizlerle de paylaşmak istedim. Türkiye’de Yükseköğretimin sorunları nelerdir, kanamanın yeri doğru tespit edilmiş midir, vakıf üniversitelerinin ortaya çıkış nedenleri neler olabilir, devlet ve vakıf üniversitleri aynı yöne bakabilirler mi, aynı amaca hizmet ederken karşıdakine insan olmasından kaynaklanan azami saygıyı göstermede iki tarafın da yetersizlikleri olur mu vs türünden sorulara yanıtlar bulmak istedim, yaptığım bu düşünce jimnastiği sırasında.

Bilkent Üniversinin İhsan Doğramacı tarafından kuruluşuyla başlayan süreçte, Türkiye gibi genelde zıt kutupları yaşamak zorunda kalan ve yaşayan bir ülkenin, en önemli kanayan yaralarından birisi halini almıştır aslında, Devlet ve Vakıf Üniversiteleri arasında yer alan ince ayrım çizgisi. Ama her zaman yaptığımız gibi akan kanı görüp bağırmaktan-çağırmaktan bu kanın aktığı yaraya yoğunlaşıp, yaranın oluşma nedenine, kan kaybını önlemek için neler yapılması gerektiğine kafa dahi yormayı düşünmemişizdir. Sanırım bu çizgi ortadan kaldırılmadan, her iki tarafta ortak paydalarda bir araya gelmeden, Türkiye’de Yükseköğretimin, dolayısıyla da aydınlanmanın en önemlileri ayaklarından birisi olan üniversitelerin sorunlarına köklü çözümler bulunamayacak ve bu kısır döngü devam edip gidecektir.Elbetteki Devlet Üniversitelerinin içinde bulundukları ekenomik imkânsızlıkları da göz ardı etmememiz gerekir. Son yıllarda TÜBİTAK tarafından desteklenen projelerin sayısında ve proje başına sağlanan destek miktarında önceli artışlar olmuştur. Ancak, burada yapılan önemli hatalardan bir tanesi “her hocaya bir proje” anlayışı şeklinde kendisini göstermektedir. Projelerin niteliğinden ya da bilime katkılarından daha çok hemen hemen her hocaya bir proje verme düşüncesi ne yazık ki doğru bir yaklaşım şekli olmayıp, hem kaynakların yanlış değerlendirilmesine hem de yapılan tekrar ve gereksiz çalışmalarla bilgi kirliliğine yol açmaktadır.

Yukarıda da sözünü ettiğim gibi zıt kutupları yaşayan bir coğrafyada bulunmamız, bizleri yaşamın hemen hemen her alanında çözüm üretemez, çağı yakalayamaz ve de dış etkilere daha açık bir hale sokmaktadır. İnsanlar bir birlerini dinlemeden, karşısındakini anlamaya çalışmadan, günlük yaşam koşuşturmacası içerisinde, ulaştığı bilinç düzeyine paralel olarak konum almakta ama bu konumu alırken, sürekli olaylara kendi penceresinden bakarak hayatı algılamaya devam etmektedirler. Durum böyle olunca da, konumuzun odak noktasında yer alan bilim insanları kendi mesleklerinin saygınlığını azaldığını hiç düşünmeden, ülkemizde çağdaş seviyelere ulaşmamızı sağlayacak girişimlere yol açacak davranışlar sergilenmesi için öncülük görevini yapacak adımları atamamaktadırlar. Ülkemizin refah dolu, aydınlık yarınlara ulaşmasının en önemli ayaklarından bir tanesi olan üniversiteler, sorun yumağı içerisnde ağır-aksak bir şekilde yollarına devam etmektedirler.

Konunun odağında yer alan ve farklı dünyalarda yaşıyormuşçasına olaylara bakan, biz ve ötekiler şeklinde bir ayrımı dahi yapar hale gelen bilim camiası, dünyaya tek taraflı bakmayı bırakıp, iğneyi de biraz kendisine batırarak, yani, günümüzün moda ifadesiyle empati yaparak, ülke gerçeklerini de göz ardı etmeden, ivedilikle bu ayrımı ortadan kaldıracak çözümler için canı gönülden girişimlerde bulunmalıdır.

Aslında, bu işin de çıkmaza sürüklenmesinin nedeni, toplumsal aydınlanmamızın ne yazık ki toplumun bütün kesimlerini kapsayacak şekilde kökten çözülememiş olmasıdır. Bu ayrımın ortaya çıkma nedenlerini müsadelerinizle 1980’li yılların başlarına giderek açıklamak istiyorum. 1950 yılından sonra, aydınlanması ve de halk bilinçlenmesi askıya alınan ülkemizde, 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri ihtilalden sonra, Türkiye’deki Üniversitelerin yapılanmalarını koordineli bir biçimde yürütmek amacıyla kurulan YÖK, Devlet Üniversitelerindeki bilim insanlarının özgür düşünce ihtiyaçları üzerindeki baskıları, gelişen siyasi olayların da etkisiyle, ayrılıkçı PKK terörü ve radikal İslam tehlikesi gibi, daha da artırmıştır. Bunlara paralel olarak da, olaylara sadece Mühendis kafasıyla bakarak Türk toplumunu daha liberal, daha açık bir hale getirme düşüncesi içerisinde toplumdaki değişim dinamiklerini tetikleyen Turgut Özal’ın bakış açısındaki hatalar sonucunda, günümüzde toplumun hemen hemen her alanında görülen düzensizlik ne yazık ki çarpık bir yapılanma şeklinde üniversitelerimizde de ortaya çıkmıştır. Köy enstitülerinin kapatılması sonucu yerinde eğitilip, aydınlatılma imkanını kaybeden, yani vatandaşlaştırılması engellenen halk yığınları kırsal kesimden büyükşehirlere akın etmiş ve büyük şehirleri de uzun bir süre baskı altında tutan bir karmaşa yaşanmasına neden olmuştur. Bu karmaşanın doğal bir sonucu olarak da, Devlet Üniversiteleri bu durumdan olumsuz etkilenmiş, topluma liderlik etmesi gereken üniversitler de kendi bünyesinde barındırdığı ve mesleğinin saygınlığını her şeyden önde tutması gereken Öğretim Üyelerinin de yaptıkları hataların sonucunda, kendine döllenen, eş-dost-ahbap, siyasi yoldaşlığın (islamcı, bölücü, komunist vs) hakim olduğu ilişkilerin kol gezdiği, akıldan çok, duyguların hakim olduğu bir yapıya bürünmelerinin sonucunda da, etki katlanarak ortaya çoğalmıştır.

Aydınlanmayan toplum yığınlarının akın ettiği büyük şehirlerdeki devlet üniversitleri de kendileri toplumu aydınlatmaları gerekirken, ne yazık ki yerleşkelerini savunur bir hâl almak zorunda kalmışlardır. Bu savunma pozisyonundan kurtulup, daha aktif bir hale gelmeleri ise kabul etmek gerekir ki oldukça zorlu bir süreci gerektirmiştir/gerektirmektedir. Bu süreç içerisinde, akıl kullanarak sorunları çözmesi gereken üniversitler, uğradıkları akınların sonucu olarak bünyesine aldığı Ortadoğu duygusallığına sahip insanlardan dolayı akıl kullanmayı unutmuş, duygusallık batağına saplanmıştır. Doğal olarak da bir çok hatalar yapılmış, yapılan bu hatalar sonucunda da ne yazık ki duvarlara sahip binalarının içinde oturan, gerçek anlamda bilim yapılabilmesi için bilimin felsefesine sahip olunması gerekliliğini ön plana çıkarmaktan daha çok, ünvan ve koltuk peşinde koşmayı savunan insanlar prim yapar konuma gelmişlerdir. Bu kargaşa ortamında da, rahat edemeyen akıl adamları, bilimin ruhunu taşıyan insanlar en rahat edecekleri yerler olan Vakıf Üniversiteleri ya da yurt dışınındaki üniversiteleri tercih etmek zorunda kalmışlardır. Elbette ki devlet üniversitelerinden, vakıf üniversitelerine geçişleri, “maddi olarak doyuma ulaşmak amacıyla gidiyorlar” için şekilde değerlendiren insanlar da olmuştur. Ancak şunu da kabul etmek zorundayız ki Vakıf Üniversiteleri, bünyelerine aldıkları bilim insanlarının üretimini Devlet Üniversitelerinin yaptığından çok daha derin ve de objektif bir şekilde sorgulamaktadır. Yani, oralarda Devlet Üniversitelerine yerleşen atalet durumu çoğunlukla söz konusu değildir. Ancak onlar da bu toplumun içinde yaşadıklarından, sık sık sorunlarla yüz yüze gelmektedirler.

Yükseköğretimde yaşanan sorunları ortadan kaldırmak için yapılması gerekenler

Sorunları, sorunların ortaya çıkış şekillerini böylece izah ettikten sonra, bu noktadan itibaren ise yapılması gerekenler konusunda, kendimce oluşturduğum çözüm önerilerini sizlerle paylaşmak isterim, müsadelerinizle.

Bu aşamadan sonra kurulan bu Vakıf Üniversiteleri kapatılamayacağına göre onların devlet bütçesinden aldıkları paylarıyla (yıllık toplam bütçelerinin %45’e kadar olan kısmı Devlet Bütçesinden desteklenmektedir) doğru orantılı olarak burslu öğrenci okutmaları oldukça yerinde bir davranış olacaktır. Çünkü belirli bir oranda burslu öğrenciye sahip olma gibi bir yeknesaklık göstermemektedirler. Örneğin; Sabancı Üniversitesi %50 burslu öğrenci okuturken, Yeditepe Üniversitesinde bu oran %20’nin altındadır.

Vakıf Üniversitelerinde yaygın olan bir davranış şekli, devlet üniversitelerini küçümseme şeklinde kendisini göstermektedir. Aslında bu da, 1980 sonrasında aydınlanmadan, sosyal adaleti sağlamadan, ABD’ye sadece mühendis kafasıyla bakarak Türkiye’de küçük ABD yaratma çabası içerisine giren ama çağ atlatacağını söylerken, eğitimi toplumsal sorunların en ardına kadar itebilecek bir vizyona sahip olan Özal’ın hayat felsefenin bu ülkeye getirdiklerinin yaşanması zorunlu olan bir sonucudur. Herkes çıktığı yeri unutarak, bir yere çıktığında geldiği yerdekilerin ne gibi şartlar altında ve ne gibi toplumsal zorluklarla mücadele ettiğini unutarak, toplumsal katmanlaşmayı yaratan ateşin altına körükle hava basmaktadır.

Devlet Üniversitelerinin özellikle taşra denen kısımlarda yer alanlarının ise acilen, çoğu insanın vakıf üniversitelerine ya da yurt dışına gitmelerinin nedeni olan, kişilerin akıllarını kullanma özgürlüklerinin önündeki engelleri kaldıracak girişimleri devreye sokma zorunlulukları vardır.

Karşıdaki kişiye sadece bulunduğu makamından ya da sahip olduğu ünvanından dolayı saygı duyma gibi buram buram Ortadoğululuk kokan ve akıl kullanımı önündeki en büyük engellerden olan hiyerarşik yapıyı besleyen davranış yapıları mutlak surette terk edilmelidir. Üniversite yerleşkelerinde bulunma amaçları bilimsel üretim ve öğrencileri hayata hazırlamak olan öğretim üyelerinden üretmeyenlerine, yaşından dolayı ya da sahip olduğu ünvanından dolayı saygı duyulmalıdır şeklindeki, muhafazakar düşünce yapısından bir an önce kurtulunması gerekir.

Devlet Üniversitelerine eleman alınırken objektif kriterleri göz önüne alan seçim yöntemleri kullanılmalıdır. Hiç bir kimseye sadece iyi insan, sessiz insan ya da terbiyeli çocuk gibi bilimle/bilimsel üretimle uzaktan yakından alakası olmayan yaklaşımlarla ayrıcalıklar tanınmamalıdır. Son yıllarda, üniversitelerde birbirinin peşi sıra ortaya çıkan atama kriterleri ve LES türünden sınavlar bu sorunun çözümüne katkıda bulunan çabalar olarak dikkatleri çekmektedir. Aslında, gerçek bir bilim insanı, bu tür sınırlamalarla boğuşma zorunda kalmadan, kendi otokontrolünü kendisi yapacak düzeyde bilim felsefesi, bilimin ruhuna sahip olma gibi özelliklere sahip olsa hem kendi çalışmalarında kendisine yardımcı olacak hem de bilim dünyası aracılığıyla insanlığa faydalı olabilecek insanları bilim camiası içerisine sokma çabasında olur. Yalnız, hepimiz aynı gemide olduğumuzdan ve toplum olarak bilimden ve aydınlanmadan uzak durduğumuzdan, bu tür ayrıntılara ne yazık ki dikkat edilmemektedir.

Öğretim Üyelerinin sayıları, konulacak objektif dayanaklarla, ihtiyacı karşılayacak düzeylerde sabitlenmelidir ki YÖK son yıllardaki atamalarda bu noktaya önem vermektedir.

Öğrenci sayılarının 25-30 bini bulduğu üniversite yerleşkelerinde öğrencilerle öğretim üyelerinin yemek yemelerinin sorun çıkarabileceği kabul edilir bir neden olsa da, akademik personelin, idari personelden ayrı yemek yemesi gibi toplumsal sınıflaşmayı artıran türden davranış şekllerinden bir an önce vazgeçilmelidir. Bazı üniversitelerimizdeki öğretim üyelerinin kendi aralarında dahi farklı salonlarda yemek yeme şeklinde ayırmları kabullenip, bunu yaşam tarzı haline getirmeleri, insana insan olmasından dolayı saygı duyulması gereken bir toplumda kabul edilebilir bir yaklaşım tarzı değildir. Bunu yapan insanların çoğunun da, Atatürkçü olduğunu söyledikleri hatırlanırsa, bu kişilerin, bu davranış şekillerinin Ulu Önderin hayata ve topluma bakışıyla hiç de uyuşmadığı çok kolay bir biçimde anlaşılacaktır.

Sonuç

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Vakıf Üniversiteleri, içinde yaşadıkları topluma yabancılaşmadan, kaynaklarının önemli bir kısmının devlet (%45’e kadarı) ve o devleti vergileriyle güçlendiren halk yığınları tarafından sağlandığını hiç unutmadan, ulusal değerlerimize sahip çıkarak yollarına devam etmeleri çok doğru bir davranış şekli olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun yanında da, Devlet Üniversiteleri, aklın ve bilimin önünde engel olarak duran tüm muhafazakar değerlerden arınmış, aklı hür, fikri hür, vicdanı hür nesiller yaratacak, insani saygı ve sevgi ortamını ortaya çıkaracak adımlar atarak, istihdam edecekleri bilim insanlarında objektif kriterlere dikkat etmelilerdir, diye düşünüyorum. Ayrıca, Devlet Üniversitelerinde yaşa, ünvana ve de makama bakılmaksızın objektif kriterlerle yapılacak değerlendirmelerden sonra, hak edeni hak ettiği konuma çıkaracak ya da düşürecek ortamlar yaratılması da mutlak surette uygulamaya konulmadıldır. Ancak bu şekilde, Yükseköğretimin sorunlarına kalıcı ve de Ulusun çıkarlarına uygun çözümler üretilebilir ve hızla küreselleşen dünyada, ekonomik olarak güçlü devletlerin elinde oyuncak olma tehlikelerinden uzaklaşılabilir.

 
Toplam blog
: 128
: 898
Kayıt tarihi
: 26.01.07
 
 

Kimim? Nereden gelir, nereye giderim?29 Kasım 1970 tarihinde Türkiye'nin Doğu-Batı geçiş yolunun en ..