Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ocak '07

 
Kategori
Siyaset
 

Türkiye' li Türk' ler için Kıbrıs' a dair bir hafıza jimnastiği

Türkiye' li Türk' ler için Kıbrıs' a dair bir hafıza jimnastiği
 

1. bölüm:

İhanet kriterlerini belirleyen nedir?
“Rumcu” Talat’ın Lokmacı Köprüsü’nü kaldırma kararlılığı, “Rum’a karşılıksız kapı açmak, egemenlikten vazgeçmektir” nidalarıyla yorumlanırken, bu eksendeki bütün tartışmalar, Türkiye kamuoyunun Kıbrıs konusundaki bilgi eksikliğini ve hamasetle sığlaştırılmış slogancılığını bir kez daha ortaya koydu.
Bazı gerçekleri hatırlamak, algımızdaki ve hafızalarımızdaki bulanıklığı gidermede yararlı olabilir…
Lokmacı Köprüsü mü, Lokmacı Kapısı mı?
Lokmacı “vaka’sı”, ileri sürüldüğü gibi Rum’a “Tavizsiz kapı açmak” değildi. Türk tarafındaki duvar zaten 2005 yılında yıkılmış, karşılığında Rum tarafındaki duvarın yıkılması talep edilmişti. Rum tarafı ise “köprüyü” bahane ederek, kendi duvarını yıkmamıştı. Talat’ın adımı, Rum Yönetiminin, Lokmacı ile ilgili bahanesini ortadan kaldırma girişimiydi sadece ve Güneye yönelik bir tasarruf değil, tamamen kendi topraklarında bir üst geçidi kaldırmaktan ibaretti…
Rumlara ilk kapıyı ne zaman, kim açtı? Karşılığında ne aldı?
Ama madem ki “Rum’a karşılıksız kapı açmak ihanettir” dendi, o zaman hemen 2003 yılına dönelim… Kuzey ve Güney arasında geçişi sağlayan ilk kapı 2003 yılında KKTC’nin “tek taraflı kararıyla” açıldı.Yani, Rum Yönetiminden herhangi bir karşılık beklenmeksizin… Ve 2003 Nisan ayında, binlerce Rum, açılan kapıdan Kuzey’e geçiş yaptı… 2003 yılında Cumhurbaşkanlığı görevini Denktaş yürütüyordu ve “Rum’a karşılıksız biçimde kapıyı açma kararının altında” Denktaş’ın imzası yer alıyordu… Denktaş bu kararı verdiğinde hiç kimse bunu ihanet olarak yorumlamadı. Hiç kimse “güvenlik sorunundan” söz etmedi. Hiç kimse Denktaş’a “Kapıları karşılıksız biçimde Rum’a açtın” demedi… Hiç kimse “karşılıksız adım mı atılmaz, atılırsa bunun adı taviz ve ihanet olur” demedi… Hiç kimse, “eee? Rum’a kapıları açtın da ne oldu? Rum bunun karşılığında bir adım mı attı?” demedi… Dememeliydi de zaten…
27 Nisan 2003 tarihli Milliyet Gazetesinde Fikret Bila’nın Denktaş ile yaptığı röportajdan şu alıntıya dikkat!

Sınırı açma kararınız nasıl karşılandı?
Bir kere Rum tarafının ezberini bozduk. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Şoktalar. Şimdi bu şoku atlatmaya çalışıyorlar. Bizi azınlık durumuna sokmak istiyorlardı. Şimdi Rumlar akın akın bu tarafa geçiyor. Bizim tarafta yemek yemek için lokantalarda yer bulamıyorum.

Bunu daha önce planlamış mıydınız?
Biz her türlü seçeneğe göre hazırlıklarımızı yapmıştık. Biliyorsunuz ben bir süre önce güven artıcı önlemler önerisinde bulundum. Maraş'ı teklif ettim, buna karşılık geçiş kolaylıkları önerdim. Ama tartışmadan reddettiler. Böyle olunca da bu kararı yürürlüğe soktuk. Bu defa hem serbest dolaşımı sağlamış olduk, hem de Maraş'ı vermedik.

Kararı Ankara'yla birlikte mi verdiniz?
Bütün hesapları yaptık. Tabii Ankara'yla, Dışişleri'yle de temas ettik. Onlar da destek oldular. (Milliyet, 27 Nisan 2003)

Hafızası zayıf olanlar veya “algıda seçicilik yapanlar” için özetleyelim…
Denktaş, Nisan 2003’te “Rumları şaşırtan bir kararla” tek taraflı olarak KKTC’nin kapılarını Rumlara açmış… Denktaş’ın Cumhurbaşkanı olduğu o tarihlerde binlerce Rum’un Kuzeye, Türk tarafına akın etmesi (1 günde tam 20 bin Rum serbestçe Kuzey’e geçti) kimse tarafından “ihanet” olarak algılanmamış…
Hatta “bazı endişeler” karşısında Denktaş şu açıklamayı yapmış: "Biraz sabrederlerse iyi olacağını görecekler. İyi olmazsa, Rum aleyhimize geliştirirse, yani karşılık görmezsek, hükümet yine oturur ve karar verir" (Milliyet, 23 Nisan 2003)

Kuzey’e Rum akını o ölçüye ulaşmış ki, kapıların tek taraflı açılmasından sadece 4 gün sonra, KKTC Hükümeti (Hayır, Talat Hükümeti değil, Derviş Eroğlu’nun başbakanı olduğu UBP hükümeti) Rumlara bir “jest” daha yapmış: Rumların 3 gün boyunca Kuzeyde konaklamalarına izin vermiş.

Bu da yetmemiş. Bu karara ek olarak, 2 yeni kapının daha açılmasına, Kermiya ve Bostancı kapılarının açılmasına da karar vermiş. Elbette söylemeye gerek yok, buna karşılık Rum yönetimi Türklere eş değer hakları vermeyi aklından bile geçirmemiş. (Milliyet, 30 Nisan 2003)

“Maraş’ı teklif ettiği için ihanetle suçlanan Talat’tan” çok daha önce, dönemin Cumhurbaşkanı Denktaş “geçiş kolaylıkları” için Maraş’ı Rumlara teklif etmiş ve hiç kimse Denktaş’a “Rumcu” dememiş… Oysa aynı teklif, bu kez izolasyonların kaldırılması ve Ercan’ın uluslar arası uçuşa açılması karşılığında Talat tarafından yapıldığında (Milliyet, 30 Aralık 2005) ortalık ayağa kalktı. Aynı Maraş’ı aynı Rumlara, aynı koşullarda öneren Denktaş’ın “vatansever”, Talat’ın ise “ver kurtulcu” olarak anılmasında bir tuhaflık yok mu?

Bütün bu kararlar Ankara ile, Dışişleri ile temas halinde olmuş. Hiç kimse, “askere nasıl olur da danışmazsınız” dememiş… Bütün bu “karşılıksız adımları” atan Hükümete kimse “hain”, “AB için veremeyeceğiniz taviz yok” diye esip yağmamış… O tarihte Hükümet kim miymiş? Eh o kadarını da siz bulun…

Kimin ailesinde Rum pasaportu taşıyanlar var?
“Rumcu” Talat’ın ne kendisi, ne eşi, ne de ailesinin herhangi bir ferdi “Rum pasaportu” taşımayı kabul etmedi. Hatta Talat, “Rum Yönetiminin tutumundan utanç duyuyorum, ben olsam Rum Yönetiminin verdiği pasaportları suratlarına fırlatırdım” dedi… Buna karşılık Türkiye’de hiç kimse, Denktaş soyadını taşıyıp da Rum pasaportu taşıyan birilerinin olup olmadığını sorgulamadı… “Torun” Denktaş’ın “Kıbrıs Cumhuriyeti” (biz ona kısaca Rum Yönetimi diyoruz) pasaportu taşıyor olması, başkalarının yedi sülalesini araştıranların tartışma konusu olmadı. Tartışılmamalıydı da zaten…

Egemen bir ülkede, bir cumhurbaşkanı “egemenliği halk oyuna sunabilir mi?”

2004 yılında “egemenliğinden asla taviz verilemeyecek olan” KKTC’nin halkına, yabancı bir güç olan BM bir halk oylaması yaptırdı. “Rumcu Talat’tan” nefret edenlerin deyimiyle, Kıbrıslı Türklere “egemenliğinizden vaz geçiyor musunuz” diye soruldu.

“Egemen” KKTC’de yabancı bir gücün egemenliği sorgulayan bir halk oylaması yapmasına onay veren o tarihteki en yetkili kişi Cumhurbaşkanı Denktaş’tı. Kendi deyimiyle, “dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen” bu uygulamaya boyun eğenin “milliyetçiliğinin” sorgulanmaması ama buna karşılık “Çözüme evet” diyenlerin ihanetle suçlanması da dünyada ilk kez Kıbrıs’ta görüldü…

Denktaş, Annan’ın müzakere daveti doğrultusunda New York’ta Klerides ile el sıkışırken "Ortak çocuk yapmaya karar verdik ama kız mı, oğlan mı olacak belli değil. Ancak gayri meşru olmaması önemli" dedi. Denktaş’ın sözünü ettiği “ortak çocuk” Rumlarla birlikte kurulacak yeni devletti… (Milliyet 6 Ekim 2002)

Eğer Annan Planını halk oyuna sunma kararını Denktaş değil de Talat vermiş olsaydı, Annan Planını halk oyuna sunan Cumhurbaşkanı Talat olsaydı ve Talat, “Rumlarla ortak bir çocuk yapmaya karar verdik” deseydi…Acaba “vatanseverliği kimseye bırakmayanlar” bunu nasıl yorumlarlardı?

Örnekleri çoğaltmak mümkün… Örneğin TC Cumhurbaşkanının bayramlaşma törenini Genel Kurmay Başkanı ile birlikte yapmasını talep etmek ne ölçüde abes ve imkansızsa, KKTC Cumhurbaşkanını Güvenlik Kuvvetleri Komutanıyla birlikte bayramlaşma töreni düzenlemeye “mecbur etmeye kalkışmak” da o ölçüde tuhaf sayılmalı… Her kurumun kendi geleneklerinin olabileceğini, seçilmiş bir sivil Cumhurbaşkanının, kendi törenini kendi kuralları doğrultusunda düzenleme hakkının olabileceğini Türkiye’de tartışma konusu etmezken, Kıbrıs’ta bunu ölüm kalım meselesine dönüştürebiliyoruz…

Sn. Sezer’in herhangi bir bayramlaşma törenini neden Genel Kurmay Başkanı ile birlikte yapmadığına dair bir soru soruldu mu şimdiye kadar? Sn. Sezer bunu yapmadığı için asker düşmanı ilan edilebilir mi?

TC Cumhurbaşkanının katıldığı bir Cumhuriyet Bayramı töreninde, Cumhurbaşkanlığınca önceden kesin çizgilerle belirlenmiş programın dışında herhangi bir asker veya sivilin çıkıp konuşma yapması mümkün müdür?

Kendi siyasal tercihini şu veya bu biçimde kullanmış olmak, bir halkı ve onun seçtiklerini yargılama hakkını verir mi bize? Eğer öyleyse, Türkiye’nin 60 yıllık çok partili hayatında soldan sağa, milliyetçilikten İslamcılığa birbirinden farklı karakterdeki iktidarları iş başına getiren halkı da aynı biçimde yargılanabilir mi başka soydaş toplumlar tarafından?

En onurlu, en yüce, en değerli, en yurtsever, en değerlerine bağlı olan Türk, Türkiye Türkleri midir hep? Böyle düşünüyorsak bu, biraz fazla egosantrizm, hatta narsisizm sayılmaz mı?

2. bölüm:
“En Türk” Türkiye Türkleri mi?
Toplumsal devinimi siyah-beyaz keskinliğinde sunmak ve öyle görmeye çalışmak; diplomasinin kendi dinamiklerini ve kendi işleyişini iç politik argümanlarla algılamaya ve yorumlamaya çalışmak kendimizi aldatmaktan başka bir şey değildir.

Bütün bunlar bir yana, Türkiye kamuoyu Kıbrıslı Türkler ile olan ilişkilerinde ve Kıbrıs’ı yorumlamada artık bir karar vermelidir. Garantörlükten kaynaklanan doğal bir hakla, 1974’te Kıbrıs’taki soydaşlarının “can ve mal güvenliğini tesis etmek amacıyla Kıbrıs Cumhuriyetinde anayasal düzen yeniden kurulana dek” askeri bir müdahaleyi gerçekleştirmiş olmak ile “Kıbrıs’ı almış olmak” arasındaki çizgi netleştirilmelidir. Bir devletin uluslar arası dili başka, iç kamuoyuna yönelik dili başka telden çalamaz… Hele ki hiçbir “diyet”, bir halkın kendi kaderini belirleme iradesini ipotek altına almaya kalkışamaz…

Beğenelim veya beğenmeyelim, Kıbrıslı Türkler bir irade beyanında bulunmuşlar, kendi yöneticilerini demokratik yollarla değiştirmiş, kendi kaderlerini belirleme haklarına sahip çıkmışlardır. Denktaş ne ölçüde Kıbrıs ise, Talat da o ölçüde Kıbrıs demektir.

Her iki lider de aynı topraklarda, aynı halkın bağrından büyük mücadeleler vererek çıktılar. Her iki lider de, farklı siyaset kanallarından da olsa, kendi toplum tahayyülleri doğrultusunda hareket ettiler.

Kıbrıslı Türklerin 40 yıllık bir yönetim anlayışını değiştirmiş ve hepimizin arzuladığı Kıbrıs’ta kalıcı çözüm ve barış için kendi iradeleri doğrultusunda bir karar vermiş olmalarına Türkiye Türkleri ancak saygı duyabilirler. Daha fazlasına kalkışmak, hiçbir topluma dayatılamayacak ve Türkiye Türklerine yakışmayacak bir üstenciliği ifade eder…

Türkiye Türkleri, dünyanın değişik coğrafyalarındaki Türk kardeşleri ile nasıl eşitlik temelinde bir ilişki kurma çabası gösteriyorsa, Kıbrıslı Türk kardeşleri ile de benzer bir eşit ilişkiyi kurmayı öğrenmek zorundadır artık. Ancak ne yazık ki, Kıbrıs okumamız, bize eşitlik temelinde bir ilişki kurmak yerine, çoğu kez küstahça bir üstenciliği meşru kılıyor…

Türkiye büyük bir devlet, Türkiye Türkleri cömerttir. Ancak bir tas çorbayı paylaşıyor olmak, paylaştığınız kardeşiniz karşısında size ekstra bir üstünlük duygusu veriyorsa bunun adı artık büyüklük veya cömertlik değildir. Kardeşinizi canınız pahasına korumuş olmak, kardeşinizi size ömür boyu esaret düzeyinde bir şükran borcuna mahkum ediyorsa, bu sizin adınıza bir özveri olmaktan çıkar. Ne yazık ki, Türkiye Türkleri, Kıbrıslı Türklerin karşısına hep bu “bana borcun var” rehavetiyle çıktı. Kıbrıslı Türklerden her zaman bize şükran duymalarını, her hareketlerini bu şükran duygusuyla “ayar etmelerini” bekler olduk. Bunu yaparken gerçek haksızlığı acaba kendimize karşı yapmış olmadık mı? “Bizden büyüklerin” yarattığı aşağılık duygusunun hıncını acaba yoksa kendi kardeşlerimizden mi çıkartmaya kalktık?

Kıbrıs savaşında yitirdiğimiz 600 şehit, sanki Balkanlar’da, Kafkaslarda diyetini talep edemediğimiz binlerce şehitten daha fazla hak ve talep oluşturuyor zihinlerimizde… Hiçbir Bulgaristan Türk’ünün karşısına çıkıp, “sizi biz kurtardık, bize borçlusunuz” demedik. Hiç bir Yunanistan Türk’ünün karşısında “bize biat etmeniz gerekir” küstahlığına soyunmadık. Azerbaycan’a “küçük kardeş muamelesi yapmayı” aklımızdan bile geçirmedik.

Bu hiç kuşkusuz, büyük ölçüde Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin Türkiye Türklerine duydukları koşulsuz sevgi ve gönül bağından, yakınlıktan kaynaklanıyor… Ama hiçbir sevgi bu derece suiistimal edilmemeli, hiçbir gönül bağı bu denli karşımızdakileri borçlandırmamalı… Ve hiçbir bağlılık bu ölçüde sınanmamalıdır…

Kıbrıs, resmi ideoloji tarafından “stratejik arka bahçe” olarak kabul ediliyor ve kurulan tahakküm ilişkisi olması gereken buymuş gibi koyuluyor önümüze.

Resmi ideoloji bizden Kıbrıs’ı “yavru vatan” olarak görmemizi ve Kıbrıs ile süregelen tahakküm ilişkimizi vazgeçilmez saymamızı istiyor.

Olaylara “bize sunulduğu” biçimiyle bakmakla yetinmek elbette bir tercih, bir tembellik hakkıdır… Ancak resmi ideolojimiz ve onun verdikleriyle yetinen düşünce tembelliğimiz ne derse desin, Kıbrıs’ta barış, demokrasi ve özgürlük mücadelesi veren bir Kıbrıs Türk toplumu var.

Ve onlar bizimle “anne-yavru” ilişkisinin tahakkümü yerine eşitlik temelinde bir kardeşlik ilişkisi kurmak istiyorlar.

Tıpkı diğer coğrafyalardaki Türk topluluklar gibi.

 
Toplam blog
: 24
: 720
Kayıt tarihi
: 19.07.06
 
 

İÜ İletişim Fakültesi'nde lisans ve yüksek lisansımı tamamladım. Milliyet Gazetesi'nde "Varoşlar", "..