Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Şubat '08

 
Kategori
Sosyoloji
 

Türkiye çağdaşlaşıyor mu?

Türkiye çağdaşlaşıyor mu?
 

Son zamanlarda basına yansıyan ve bir takım sosyologlarında açıkladıkları üzere Türkiye’nin çağdaşlaştığı, çağdaşlaşmaya, ileriye doğru hareket etmeye başladığı söyleniyor.

Bu söylemlerin ortaya çıkmasında son yaşanan gelişmelerin büyük payı var. Tesettür ve türbana verilecek anayasal özgürlükle ülkenin demokratikleşmesi yönünde yol kat edileceği vurgulanıyor.

Ancak özgürlüğün kapsamı ve alanına baktığımızda bundan biraz daha farklı bir tablo ile karşılaşıyoruz. Özgür sorumlu, sorumlu ise özgürdür. Evrende düşünebilen ve sorgulayabilen yani davranışlarından sorumlu olan tak canlı insandır. Özgürlüğe insanın iradesinin özgürlüğü olarak bakmak biraz daha gerçekçi olur.

Ülkemizde 1945 yılından itibaren kentleşme hızı arttı. Göçlerin artması beraber toplum yapısı da aynı ölçüde değişti. Göçlerin nedenlerine baktığımızda siyasal ve sosyolojik etkenleri rahatça fark edebiliyoruz. 2.Dünya Savaşı’nın sona ermesi sebebiyle ortaya çıkan kapitalist düzen tüketim kültürünü meydana getirince kentlerin önemi arttı. Tüketimin hızlandırılması için kentlerdeki nüfusun da aynı ölçüde ilerlemesi gerekliydi. Çünkü hızlı tüketim sadece kent toplumlarında meydana gelmektedir. Köylerde muhafazakâr olan yaşam tarzı insanların ihtiyaçları doğrultusunda sınırlı üretim ve tüketim yapmalarını sağlar. Köyde bir bakkal varsa bakkalın getirdiği ürünler haricinde tüketime az rastlanır.[i] Muz veya kivi yoksa bu ürünler bilinmediği için tüketilme ihtiyacı da olmaz.

Günümüze gelene kadar insanımız buna benzer ürünleri şehir kültüründe tanımış benimsemiş ve tüketmeye başlamıştır. Şehir siyasal açıdan başlı başına bir tüketimdir. ABD kapitalist bayrağı tarafından etkisi altına alınan Türkiye, Yunanistan, Güney Kore gibi ülkeler geçmişte Marshall yardımları ile başlayarak çeşitli araçlarla egemenlik altına alınmıştır. Tarım ekonomisinin yaygın olduğu ülkemize getirilen ilk traktörlerde ABD menşelidir. ABD’de ömrünü tamamlamış demir tekerlekli traktörler Türkiye’de tarımla uğraşan vatandaşlarımıza hibe edilmiş, bunların tarımda kullanılması yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Çoluk çocuk arazide çalışan köylü yurttaşımızın gelen traktörle beraber işçiye olan ihtiyacı azalmış, atıl duruma düşen işçiler ise kentlere göç etmek zorunda kalmışlardır.

Kapalı toplumlardan kente gelen vasıfsız tarım işçilerinin hayatı bir anda değişime uğramıştır. Devletimizin sosyal imkânları bu insanları bir şemsiye altına toplamaya yetmemiştir. Sonuç olarak göçle kente gelen insanlar dışlanmış olmuştur. Uzman oldukları bir alan olmadığı için sanayi de çalışma imkânı da bulamamışlardır. Çünkü köyde çalışan 7’den 77’ye herkes aynı işi yapabilme yetisine sahiptir. Bu alan hiç kuşkusuz tarım işçiliğidir.

Devletimizin sosyal alanda olan zafiyeti meydana hemşericilik, akrabalık ilişkilerini gündeme getirdi. Yarım yamalak şehirli olan bu insanlar kente katılamadıkları gibi köyden getirdiklerini geldikleri noktaya aktarmaya çalıştılar. Devletin yapısına uzakta oldukları için tarikatların egemenliğine giriş başladı. Uçlaşma dediğimiz kavramlarla belirli yönlendirmeye maruz kalan köylü vatandaş istenilen noktada siyasi ideolojilerin kölesi haline getirilmiştir.

Köyden ya da tipik bir Anadolu kasabasından şehre okumaya gönderilen bir kız çocuğunu ele aldığımızda evde televizyonlarda gördüklerinden korkan ailesi kızının güvenliğinden şüphe etmektedir. Devletin olanakları da yetersiz olduğundan dolayı kızı için en güvenli yer Müslüman kardeşlerinin yurtlarıdır. Yurda yerleştikten belirli bir süre sonra sabaha karşı çalan kapılar önce namaza davet niteliği taşır; zamanla bu kapı çalmaları tesettüre kadar uzanır.

İnsanın özgürlüğünü kısıtlamak insan onuru, şerefi ve haysiyetine aykırıdır. İnanç alanı ve düşünce alanı birbirinden farklı alanlardır. İnanç alanı düşünce alanına aktarılmaya çalışıldığında gerekircilik (determinizm) oluşur. Düşünce alanına aktarılan her şeyin açıklanması gereklidir. Bu da dinsel düşünce alanında mümkün değildir.

Ancak uluslararası alanda maalesef ki ülkece düştüğümüz durum onur, haysiyet ve şerefle anlatılamayacak kadar vahimdir.

İran İslam Cumhuriyeti’ne baktığımızda yaklaşık 70 milyon nüfusa karşılık 75, 000 cami, Türkiye’de ise 70 milyon nüfusa karşı 92, 000 cami vardır. Rakamları karşılaştırdığımızda hangi ülkede ibadet koşullarının daha yüksek olduğu gayet açıktır. Kaldı ki Türkiye’de ibadet etme oranı yapılan araştırmalara göre diğer tüm İslam ülkelerinden daha fazladır. İnançla kimsenin kavgası, savaşı olmadığı gibi inancın boyutu farklı ve tanrı ile kul arasındadır.

Bugün inancı siyasete alet eden yöneticilerimiz kendi burjuva sınıfını oluşturmuşlardır. Onların çoluk çocuğu ve gelecekleri garanti altındadır. Olan yine saf Türk milletine olacaktır.



[i] Günümüzdeki iletişim araçlarını düşünürsek bu konuda gelişme olduğunu söyleyebiliriz.

 
Toplam blog
: 430
: 2186
Kayıt tarihi
: 18.06.07
 
 

20 Nisan 1989'da İzmir'de doğdu. İlköğretim ve lise öğrenimini Karşıyaka'da tamamladı. 20..