Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Nisan '16

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Türkiye'de Edebiyat

En son da söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Bu konu üzerinde değil kısa bir yazı, inanınız ki uzun soluklu bir roman kalınlığında kitap yazsam ancak durumu özetlerim. Bahsedeceğim bu durum beni hem kızdıran hem söyleten hem düşündüren; ama nihayetinde sanatsal anlamda çok üzen bir durum.

Türkiye’de edebiyatın düştüğü durum gerçekten hiç de iç açıcı değil. Bu gerçekle yüzleşeli epey zaman oldu aslında. Oldum olası yazarlığı düşleyen birisiydim ve yirmi yaşıma yaklaşırken profesyonel olarak edebiyat dünyasına girmek yegâne hedefim olmuştu. İşte tam da bu zamanlarda edebiyatın dışarıdan büyülü gözüken, ama içine girmeye çalıştığınızda hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü gibi olmayan dünyasıyla yüzleşmeye başladım. (Aslına bakılırsa hala tam olarak girmeyi başarmış sayılmam!) İlk zamanlar tamamen kişisel bakıyordum hemen her hususa. Hem yaşım çok daha gençti hem de neyi nereye oturtacağımı tam bilemiyordum o yıllarda. Bakış açımı kişiselleştiren durum bunlar idi. Lakin sonraki yıllarda hemen her şeyi idrak eder oldum. Mesela; henüz ismi olmayan, arkasında iş dünyasından, sanat dünyasından veya güçlü bir kesimden destekçisi olmayan, en önemlisi medyatik birisi olmayan ve ekranlarda boy boy poz vermeyen birisiyseniz işiniz tamamen şansa kalmış demektir. Burada, yazdığınızın, başardığınızın, başaracağınızın, üslubunuzun, dil üzerindeki becerinizin, kısacası bir edebiyat neferi olabilmek için gerekli donanımlarınızın olup olmadığı ikinci bile değil, üçüncü plandadır. İlk olarak bakılan husus “isminizin marka değeridir!” İsminiz pirim yapıyor mu, yapmıyor mu? Meselenin yüzde yetmiş beşlik dilimi burada çözülüyor işte. (Eğer ki bu savıma karşı çıkacak birisi olursa yarın ilk iş gitsin ve büyük çaplı bir kitabevinin “yerli eserler” kısmında bir gezinsin. Ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaktır o zaman.) Aslına bakılırsa geriye kalan hususları saymaya lüzum bile yok. İşin özü şu ki; edebiyat sanat olmaktan çıkmış, neredeyse tamamen ticarete dökülmüş durumda…

İş ve para…

Bu kısımda ayırt etmemiz gereken ince bir nokta var: İş para getirmelidir, o işi yapan kişi de para kazanmalıdır ki o işi yapmaya devam edebilmelidir. Buraya kadar hiçbir sorun yok. Edebiyatı ve hatta sanatın tamamını diğer iş kollarından ayıran en büyük husus yapılan işin para kaygısına kapılmadan yapılabilmesidir. Bir yazar eserini ortaya çıkartırken o eserden kaç para kazanabileceği gibi hesaplara girmişse ve maddi hesapların içerisinde boğulmuşsa ortaya çıkacak eser bir eser olmaktan çıkmaya mahkûmdur. Aynı şekilde bir yayınevi de basacağı kitapları tek kıstası para getirisi olacak şekilde seçiyorsa, bu birliktelikte sanata pek fazla yer yoktur. Maalesef durum büyük ölçüde bu rotaya girmiş vaziyette. Pek tabii tenzih edeceğimiz yayınevleri de var, yazarlar da var. (Bu ülkede kendisini edebiyat dünyasında kanıtlamış ağabeylerim ve ablalarımı bu konulara dâhil bile etmiyorum. O isimleri tek tek saymama da gerek yoktur. Zira sanatla kıyıdan köşeden bağ kurmuş her vatandaşımız gayet iyi bilirler kendilerini.)

Bir diğer içler acısı nokta ise uzun yıllardan beri süregelen “yabancı” sevdasıdır. Bu konuya şahsım adına zerre kadar tahammülüm yoktur. Elbette dünyada isim yapmış, ortaya çıkarttığı işi ile dünya çapında okunmayı hak eden yazarların eserleri her ülkede olduğu gibi bizim ülkemizde de çeviri yapılarak halka sunulabilir ve sunulmalıdır da. Sözlerim bunlardan farklı alanı kapsamaktadır. Konunun daha net anlaşılması için bir örnek vereyim. Kitabevlerinde vakit geçirmeyi çok severim. Dikkatimi çeken bir kitap olduğunda da bir yazar olarak ilk iş kitabın yayınlanma ile ilgili bilgilerini merak eder, o bilgileri okurum. Bir gün ismini vermeyeceğim bir kitap ilgimi çekti. Kapak tasarımı başarılıydı. Her zaman yaptığım gibi dizginin başındaki bilgileri okumaya başladım. Kitabın orijinal dilinde yayınlanması, benim aldığım çeviri kitaptan yalnızca dört-beş ay kadar önceydi. Garibime gitti; çünkü bu kadar hızlı çeviri yapılıyorsa ancak çok tanınmış bir yazar olmalıydı. Ya da bir serinin devamı olmalıydı. Gel gelelim ömrümde ilk kez gördüğüm bir isimdi kitabın yazarı. Bu olabilirdi. Neticede dünyadaki bütün yazarları tanıma gibi lüksümüz olamazdı. Önyargıya kapılmayayım dedim ve aldım. Eve gelince ilk iş yazarı araştırdım ve Amerikalı bir hanımefendi olduğunu öğrendim. Üstelik sanatla uzaktan yakından alakadar olmamış bir kişiydi. Ömründe çıkardığı ilk kitabıydı. New York Times gazetesinde yazarın dostu olduğunu düşündüğüm bir gazeteci gerçek anlamda "iki satır" yazı yazmıştı kitapla ilgili ve bütün her şey bundan ibaretti. Yine de önyargılara kapılmadan okumaya başladım. Abartmıyorum, kitabın giriş bölümünde gelişmeyi, gelişmenin ilk sayfalarında ise sonucu çözdüm. Bunu yapmak için ekstra bir çaba da sarf etmedim üstelik. Kurgusu son derece başarısızdı, her sayfa sonraki sayfaları açığa vuruyordu. Bahsi geçen kitapta hakkını teslim edeceğim tek husus hikâyenin kendi alanında biraz orijinal olmasıydı. Bunun haricinde önüme ısrarla konsa okumayacağım bir kitaptı…

Bu örnekte birkaç kez “önyargı”dan söz ettim. Bu önyargı ilk kez piyasaya kitap çıkaran bir yazara karşı değildir. Eğer ki bahsedilen yerli bir eser olsa ve haberdar olsam derhal alır okurum. Beni asıl düşündüren elin Amerika’sından bir kişi ömründe ilk kez bir kitap yazıyor, üstelik hiç öyle ahım şahım bir kitap bile değil; ama kendi ülkesinde yayımlandıktan birkaç ay sonra bizim yayınevleri hemen çeviri peşine düşüyor! İşte kızdığım nokta burası. Bahsettiğimiz bir Tolkien, bir Charles Dickens, bir Gogol, bir Dostoyevski, bir Paulo Coelho, bir Dan Brown değil… Henüz birkaç ay önce ilk kitabı çıkan ve kendi ülkesinde bile doğru dürüst tanınmamış bir isim. İşte asıl kızılacak nokta burası. Yabancı yayını böylesine titizlikle takip eden bir kısım yayınevleri, kendi ülkesinin gençlerine ise neredeyse şans tanımıyorlar. Ve hepsinin finalinde ise şu serzeniş çıkıyor karşımıza: “Adamlar ne yapmışlar/yazmışlar! Bizde de hiçbir şey yok, hep eloğlu yapıyor!” Neden acaba?

Hiç kimse kusura bakmasın ya da baksın! Bizim ülkemizde de çok güzel işler başarabilecek insanlar var, hem de binlercesi var. Gözlerini dışarıdan içeriye çevirecek pek fazla kesim yok ama! Her şeyini dışarı bağlamış bir toplum haline geldik, bırakın da bari sanatımız bize kalsın, biz kalsın. Bunu bari devşirmeyelim. Bu topraklarda da fantastik, bilim kurgu, aşk, dram, macera romanları, denemeler, şiirler yazılır/yazılıyor. Dışarıya verilen emeğin bir kısmı içeriye verilse, kendimize özgü gerçek ve kaliteli bir kütüphane kurmaya başlayacağız. Yeter ki biraz kendimize bakalım…

(Eleştirdiğim bütün bu noktaların yanında bir tane de yayınevlerinin haklılık payı var. Bu, fazla başvuru yapılıyor olduğu gerçeğidir. Bunu gayet iyi biliyorum. Bir yılda piyasaya çıkan kitap sayısını da biliyorum, başvuran kişi sayısını da biliyorum. Bu şartlar altında da her yayınevinin gönderilen her dosyayı baştan sona okuması pek olası değildir. Bu yüzden gönderilen çalışmalarda birkaç sayfalık özet istenir. Eserinin okunması için başvuran kişinin dikkat edeceği nokta da burasıdır. Birkaç sayfayı çok iyi kullanarak eserini her yönüyle tanıtabilmedir.)

Aslında söylemek istediğim o kadar çok söz var ki; ama yine de uzatmamak adına son bir noktaya daha değinerek bu yazıyı sonlandıracağım. Ülkemizde sanat gerçekten üzüntü verici bir hal aldı. Bu sanat dallarından yorum yapma hakkına sahip olduğum tek alan bir yazar olduğum için edebiyat alanıdır. Haricindeki kısımları da eleştirmesi gerekenler eleştirsinler. Herkes emek sarf ettiği ve gönül verdiği alanı eleştirsin ki, ilerleyebilelim. Daha güzel günlere erişebilelim. Gelişebilelim ve geliştirebilelim. Eleştiriden, yüzleşmeden korkulmasın. Bunu başaralım ki, sanatı sanata yaraşır bir biçimde icra edelim…

(Bu yazıda bahsi geçen her husus “kişisel tecrübelerim ve gözlemlerim” neticesinde kaleme alınmıştır.)

 
Toplam blog
: 3
: 241
Kayıt tarihi
: 23.11.15
 
 

Deli düşlerin ışığında gezinen bir yazar. Bazılarını yaşar, bazılar yazar. İzmir ..