Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Şubat '08

 
Kategori
Sivil Toplum
 

Türkiye’de nasıl solcu olunur?

Türkiye’de nasıl solcu olunur?
 


Aslında bu sorunun Türkiye’ye özgü bir yanıtı olduğunu düşündüğüm için “Türkiye” vurgusu yapmış değilim. Yalnızca Türkiye’de var olan toplum dışında, başka bir toplumla temas etme şansına erişmediğim için, gözlemlerim ancak bu toplumu anlatır. Belki de başka ülkelerde de insanlar bizim olduğumuz yöntemle solcu oluyordur ya da oralarda farklı farklı solcu olma yöntemleri vardır. Bu yüzden tespitlerimi genelleyerek dünyadaki geri kalan solcuları zan altında bırakmak istemem.

Türkiye’de bir insanın nasıl solcu olduğuna dair ilk gözlemlerim, kendi solcu olma sürecime aittir. Bu süreci fazlasıyla sübjektif değerlendirebileceğim söylenebilir ama ulaştığım noktada bu ülkede yaygın kabul gören solculuk türüyle aramda geniş bir mesafe olduğu için, bu dezavantajında ortadan kalktığını düşünüyorum.

Adım No: 1 (Ben nasıl solcu oldum?)

Benim solcu olma şeklim zannedersem bu ülkede solcuların çoğunluğunun solcu olma şekline oldukça benzerdir. Benim ailem solcu idi ve bende solcu oldum.

Babam bu ülkede solculuğun sahip olduğu bütün renklere sahiptir. Onun da ailesinden kalma bir CHP geleneği mevcuttur. (Büyük olasılıkla dinle kurdukları mesafeli ilişki Cumhuriyetin kurulumundan itibaren babamın ailesinde bir CHP taraftarlığı ihdas etmişti) Ailede Atatürk hayranlığı sınır tanımaz ama cumhuriyet kazanımlarının perde arkası kahramanı olduğu düşünülen İsmet İnönü’ye yönelik özel bir takdir gizlenmez. Hatta Mustafa Kemal’in son dönemlerinde İsmet Paşa ile aralarının limoni olduğu dönemler için, İnönü’den yana taraf olunur. (O yıllarda yaşanılmamış dahi olsa, yakın geçmiş zamanda yaşanılan bir ayrışmada taraf olunmuştur). Zannedersem bunda Mustafa Kemal’in popülist ve zaman zaman “gerici”lere parti kurma izni verecek kadar uzlaşmacı yönüne bir tepki vardır. Oysa İnönü’nün sade, disiplinli, çizgisi belirli yaşamı ve gün geçtikçe ortaya çıkan sol kimliği, onu babamın ve ailesinin gözünde daha kahramanlaştırıyordu.

İnönü’nün yaşlanıp gerek parti, gerekse de ülke üzerindeki etkinliğini kaybetmeye başladığı dönemin, siyasal kimliklerin de ayrıştığı 1960'ların ortasına denk gelmesi, bu aşamada TİP'i ve Mehmet Ali Aybarı ciddi bir alternatif durumuna getirir. 1971 muhtırası ile TİP'in kapatılması ve gelişen kargaşa ortamında çoğunlukla beraber olma halet-i ruhiyesi, CHP’ye U dönüşü yapmayı zorunlu kılar. Ancak TİP’in babamın ve yakın aile çevresinin gönlünde derin bir etki bıraktığına şüphe yok.

Benim, babamın solculuğuna birebir tanık olduğum dönemler elbette 80 sonrasına denk gelir. On yıllık bir süreçte, Erdal İnönü’ye nefes alınabilecek tek siyaset kanalı olarak dört elle sarıldıklarını hatırlıyorum. Bunda, 80 sonrasında siyaset sahnesinde gerçek siyasi figürlerin yer alamadığı ortamda, siyasi anlamda bir geçmişi ve deneyimi olmasa da soy isminin avantajını taşımasının etkisi vardı. Ancak zaman her ileriye yönelen hamlesinde, İnönüler arasında soy ismi benzerliği dışında, zarafet, alçakgönüllülük ve sadelikle şekillenen kişiliklerindeki ortak yönleri de ortaya çıkarmış ve bu durum bağlılığı zorunluluktan tercihe çevirmiştir.

Ancak ailemden gelen sol kimlik, takip edilen siyasi partiler ya da liderlerden çok, günlük yaşamın pratiğine yansıyan tercihlerle belirlenmiştir. Evde Aziz Nesin ve Yaşar Kemal kitapları başat basılı eserler iken, tercih edilen gazeteler Milliyet ya da Cumhuriyet’ti. Bu arada Fakir Baykurt ve Ümit Kaftancıoğlu’nun kırsal yaşam temalı romanlarını da es geçmek mümkün değil elbette.

TV seyrederken Kenan Evren’in ekrana çıktığı zamanlarda televizyonu kapatmak ya da sesini kısmak, Demirel’den, Türkeş’ten, Erbakan’dan ve Özal’dan sevgi içermeyen sözcüklerle bahsetmek, olimpiyatlarda doğu bloğu ülkelerinin sporcularını tutmak, hatta doğu bloğu ülkelerine ait görüntüler ekrana yansıyınca "bakın aralarında üstü başı yırtık, pejmurde halde birisini görecekmisiniz, işte adamlar tüm temel problemlerini çözmüşler" ifadeleri küçük çocukların bilinçlerine işlemeye oldukça müsait tercihlerdi.

Ayrıca aile büyüklerinin bir araya geldiği toplantılarda sık sık telaffuz edilen“sol”, “sınıf”, “sermaye”, “sömürü”, “emperyalizm”, “Amerika” kelimeleri giderek aşina olunan ve erişkinliğe ulaştıkça dile sirayet eden kelimelerdi. Elbette birde sürekli dile getirilen ve tekrarlandıkça kalıplaşmaya başlayan ifadeler ya da anlatım tarzları vardı; “ABD müsaade etmedikçe bu ülkede yaprak kımıldamayacak olması”, “Her şeyin üç-beş sermayedarın istediği gibi gerçekleşmesi”, “Ülkede geriye gidişin 1950’deki Demokrat Parti iktidarı ile başladığı”, “Atatürkçülük adına Atatürk’ün mirasına bile saygı duyulmayıp, TDK ile TTK’nın lağvedilmesi”, “Devletçilikten uzaklaşıp, halkın malı satıldıkça ülkenin başına daha çok çorap örüleceği”, “Halkın çoğunun cahil ve fakir olmasının ülkedeki gericiliği besin kaynağı olduğu”, “Oraya buraya çaput bağlayan, din adına her söylenene inanan bu halka bir iş yapılamayacağı” gibi ve aslında sonsuza kadara uzatılabilecek ifade kalıpları zaman içinde fikir dünyamı da şekil şemaile sokmaya başlamıştı.

Benim babamın solculuğundan kopup, kendime ait bir sol çerçeve çizmeme yol açan şey ise elbette evden uzaklaşıp, kendime ayrı bir hayat şekillendirdiğim üniversite yıllarım olmuştu.

Eğer bu coğrafi -dolayısı ile ayrı bir düşünsel atmosfere tekabül eden- ayrılık şekli olmasa idi, büyük olasılıkla ben de, aynı kalıpları tekrar eden bu ülkenin standart bir solcu olabilirdim. Hatta 80’den bu yana giderek örgütlenme becerisini kaybeden, ideolojik üstünlüğünü yitiren, yakın vadede olmasa bile orta vadede dünyanın değişmesi umutları yok olan topluluğun tek tutunacak dalı olan laiklik ve milliyetçilik sarkacında salınan ama sol niteliğini kaybeden bir zihin dünyasında yaşayacaktım.

Aslında, bu sürecin beni solcu yapması dışında, ifade ettiği başka bir duruma dikkat çekmek istemekteyim. O da Türkiye sol kültüründe de, eleştirilen sağ kültür kadar, cemaatçi bir niteliğin söz konusu olmasıdır. Taraf olunan şey aslında bir güç çatışmasının bir yanıdır ve zaman içerisinde yer alınan tarafın tüm jargonlarına sahip olunur. Ve tüm cemaatçi kültürlerde olduğu gibi, ifade edilen şeyler düşünülerek elde edilen fikirler değil tekrarlar ve alışkanlıklar neticesinde gelişen kalıplardır.

Bir şeyin kalıplaşması, klişe olması elbette onun doğruluğunu ortadan kaldırmaz ama esnekliğini, hayatla olan bağını koparır. Bir süre sonra kalıplar günü kavramayı zorlaştıran kaba gerçeklere dönüşür.

Solculuk aslen mukayeseye, analitik düşünceye ve hayatın değişimini anlamaya dayalı bir beyin faaliyeti sonucunda ulaşılması gereken bir rütbe iken, ülkemizde aslında yanlış dizgi edilmiş bir etikettir. Ve Türkiye’de solculuk ile Atatürkçülük fazlasıyla iç içe geçmiş kavramlardır. Neredeyse eşanlamlıdırlar. Bu durum aslen hem Atatürkçülüğe büyük bir haksızlıktır hem solculuğa. Çünkü Atatürkçülük, bu ülkede her bireyin sahip olduğu birleştirici bir etiket olması gerekirken, solculuğa indirgenerek toplumun geniş bir kesiminden yalıtılmış, diğer yanıyla da, Atatürkçülükten beslenmekle beraber çağdaş sol siyasetin normlarına doğru genişlemesi gereken sol fikirde bir yanılsamaya yol açmıştır. Bu uzun cümle üzerinden şu önermeyi yapabilirim ki, her solcu Atatürkçüdür (en azından bir nebzede olsa etkilenmeli ve saygı duymalıdır) ama her Atatürkçü solcu değildir/olmamalıdır.

Konuyu daha fazla deşmek gerekir ama iştah duyar mıyım bilinmez.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..