Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ekim '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Türkiye’den Avrupa’ya - son bölüm

Türkiye’den Avrupa’ya - son bölüm
 

"RESİM:PAPATYA'NIN ALBÜMÜNDEN


Önce küçük Hollanda turu yapıyoruz. Marken’deyiz. “Güneşe aldanmayın, montlarınız giyin.” diye uyarıyor rehberimiz otobüsten inmeden önce. Aşağı inince ne demek istediğini daha iyi anlıyoruz. Soğuk… Soğuk ve rüzgârlı. Kış aylarında geldiklerinde kanalların donmalarına tanık oldukları gibi tuzlu olmasına rağmen denizin de bir kısmının buz tuttuğunu gördüklerini söylüyor. Öyle huzurlu, öyle dingin bir yer ki Marken. Suyun içinde ördekler yüzüyor, koyunlar çimenlerde. Küçük bir balıkçı köyü. Görüntü itibariyle tatil köyünü anımsatıyor, ikişer ya da üçer katlı, bahçe içindeki evler. Çok bakımlılar. Sokaklarda kimseler yok. Büyülüyor bu belde beni.

Marken’den ayrılıp başka bir balıkçı köyüne Volendam’a gidiyoruz. Yıllar önce balığa gidenler yurt dışından uyuşturucu getirdikleri içinmiş bu zenginlik. Şirin bir yer. Hollanda’nın nasıl yoktan var edildiğine dair bir sinevizyon gösterisi izliyoruz mağazaların birinde. Kanallar üzerine kurulan Hollanda’yı görüyoruz yakından. Gerçekten de çok çalışkan insanlar. Helal olsun!

Volendam’da yaşayan halk kısa zamana kadar dışarıdan evlenmez, kendi içlerinden kız alıp verirlermiş. Bu yüzden sakat çocuk doğumlarına sık rastlanırmış.

Peynir atölyesini geziyoruz. Meşhur Hollanda peynirlerinin nasıl yapıldığı konusunda bilgi ediniyoruz yöresel kıyafetleri içindeki bir hanımdan. Her bir çeşidinden tadıyoruz. Birbirinden farklı ve bir o kadar da lezizler. Peynir dilimlenirken ve rendelenirken kullanılan, o yöreye ait bıçaklarla tanışıyoruz. Satış mağazasına geçtiğimizde az önce tattığımız peynirlerden alabilme şansına sahip oluyoruz.

Yol boyunca gördüğümüz inekler benekli değil alıştığımız gibi. Ya beyazlar ya da karın bölgelerini kuşak gibi saran kahve-siyah renge sahipler.

Yan yana sıralanmış hediyelik eşya satan dükkânlar. Fiyatlar hemen hemen aynı. Birbirleriyle akraba oldukları için fiyatlarda rekabet yok. Limanda taze deniz ürünleri de satılıyor. Dayanamayıp balık ekmek alıyoruz. Sahilde sıralanmış banklardan birine ilişiyoruz. Kuşlara ekmek atıyor eşim. Bir anda çoğalıyorlar. Bir tanesi uçup eşimin tabağındaki yiyeceği gagalıyor. Üzerimize doğru uçmaları tedirgin ediyor beni. “Kuşlar” filmi geliyor aklıma. “Yapma” diyorum, dinlemiyor. “Çocukluğumu hatırladım.” diyerek ayağa kalkıyor ve kuşları beslemeye devam ediyor. Fotoğraflarını çekiyorum. Hediyelik eşyalar alıyoruz eşe dosta.

Vakit tamam Volendam. Artık gidiyoruz.

Otele dönüyoruz önce. Büyük Hollanda turuna katılmayacaklar var aramızda. Onları bırakacağız. Bu arada otelimiz de pek güzel.

Lahey’deyiz.(Den Haag) Yüksek adalet Divanı’nı, Parlamento’yu geziyoruz. Serbest zamanımız var bir saat kadar. Şehrin havasını teneffüs etmek için dolaşmaya başlıyoruz. Meydan’da çeşitli kahramanların kostümlerine bürünmüş insanlar var. Belli bir miktar para karşılığı resim çektirebiliyorsunuz onlarla. Kalabalık.

Grubumuzdan birkaç kişiyle oturuyoruz kafelerden birinde. Bira yudumluyoruz susuzluğumuzu gidermek için. Bana kalsa kanal kenarında oturmayı ya da şehri gezmeyi tercih ederim ama eşimin seçimi bu yönde olunca uymaktan başka çare kalmıyor.

Panaroma Müzesine gidiyoruz. Oraya varana kadar ser verip sır vermiyor rehberimiz, sürpriz olsun diyor da başka bir şey demiyor. Karanlık uzun bir koridorda ilerliyoruz. Duvarlarda basacağımız yeri görmemizi sağlayan aplikler var. Gizemli. Merdivenlerden yukarı tırmandığımızda gözlerimizi kamaştıran bir aydınlıkla karşılaşıyoruz. Kamaşıyor gözlerimiz. Mavilik ruhumuza huzur veriyor. Muhteşem bir manzara bizi karşılayan. Şu anda ismini hatırlayamadığım bir zatı muhterem hayallerini gerçekleştirebilmek adına bu binayı inşa ettirtmiş. Üç buçuk ay gibi kısa bir sürede beş ressam eski Hollanda’yı (1880 yılı) resmetmiş. Olağanüstü bir matematiksel hesap ve hiç dışarı çıkmadan bu süre içinde resim yapmak. Muazzam bir başyapıt bence. Yuvarlak bir şekilde dönüyor resim. Kubbeye yapılmış gibi. Resim olduğunu bile anlamak güç. O kadar sahici ki gördüklerimiz, hacimli binalar. Sahildeki at arabaları, denizin içindeki gemiler, insanlar. Bulutlar gökyüzüne asılmış gibi. Gökteki mavilik denizle birleşmiş. Denizin bittiği noktada yapay kumdan oluşmuş bir kumsal var ki sizin bulunduğunuz yere kadar uzanıyor. O döneme ait evler. Nasıl da derinlik verilmiş resmedilirken. Tek kelimeyle büyüleyici. Banttaki ses Türkçe olarak bilgi vermeye başlayınca soluklarımızı tutuyoruz tek bir kelimesini bile kaçırmamak için. Ardından da rehberimiz detaylıca anlatıyor. Çok istememe karşın fotoğraf çekemiyorum çünkü yasak. Tuvalin başlangıcı ve sonu belli değil. Yani bizler göremiyoruz. Sonradan, müzeden çıkarken yuvarlak cam deliklerden görebiliyoruz tuvalin başlangıç ve bitim yerlerini.

Müzeden ayrılıp o sahillerin şimdiki halini görmek üzere otobüsümüze yerleşiyoruz. Şimdilerde insanlar güneşleniyor o sahillerde, denize giriyorlar.

Sırada Madurodam var. Minyatür Hollanda. Maketlerle anlatılmış her bir köşesi. Hemen her şey hareket halinde burada. Kanallar, yollar, binalar. Gemiler yüzüyor, buharları çıkıyor bacalarından. Köprü üzerinden arabalar giderken alttan trenler geçiyor. Havaalanında uçaklar dolaşıyor. Anılarımızı perçinlemek için bol bol fotoğraf çekiyoruz.

Rehberimizin sürprizi Delft Kenti. On altıncı yüzyılın en zengin dönemini yaşamış kanallı bir kent burası. Kentin meydanında dev bir kalp maketi var. Rengi mavi simgesi olduğu için Delft’in. Sevgililer bu kalp maketinin önünü seçerlermiş buluşmak için.

Bugün pazarıymış. Akşam saatleri olduğu için toplanmaya başlamış tezgâhlar. Otuz dakikamız var. Aşağı yukarı yürüyoruz kent meydanında. Birkaç mağazaya girip çıkıyoruz. Bitiveriyor süremiz.

Roterdam’a ulaşıyoruz daha sonra. Vilyom, Erasmus köprüleri pek bir alımlı. Durup fotoğraflıyoruz bu görüntüleri de anılarımıza katmak üzere. Kübik evler ile tanışıyoruz. Sarı boyalı bu evler düşüvereceklermiş gibi cadde üzerine ama sapasağlam yerlerinde duruyorlar.

Akşam oldu. Yorgunuz. Yoğun bir gündü. Ofiste sekiz saat boyunca aynı odada, masa başında, birbirine benzer evraklarla monoton geçen ömrümüzü düşününce içim sızlıyor oysa bir gün boyunca neler yapılabiliyor, nereler gezilip görülüp, farklı medeniyetlerle tanışılabiliyor. Hayat, sen ne yaman bir şeysin.

19.06.2009

Köln’e gitmek üzere ayrılıyoruz bu sabah otelimizden. Son günümüz. Üç buçuk, dört saatlik yolumuz var lakin yolda kaza olduğu için uzuyor bu süre, sabırsızlanmamıza neden olarak.

Yaklaşık üç saat kadar serbest süre veriyor rehberimiz Köln’ü gezmemiz için. “Burada Türkçe konuşan pek çok kişiyle karşılaşırsınız, endişe etmeyin.” demesine karşılık biz karşılaşamıyoruz hemşerilerimizle.

Önce o devasa Katedral’i geziyoruz. Bina çok görkemli. Giriş kapısının pervazını süsleyen her bir heykelciğe hayran kalıyorum. Nasıl da itina ile yapılmış. Her biri aynı ebatta. İçeri giriyoruz. Loş ama vitray camlardan yayılan renkli bir aydınlık var ki duvarlardaki apliklerin yanı sıra mekânı farklılaştırıyor. Ayin zamanı. Kalabalık. Oturulacak yerler dolduğu gibi ayakta da duran pek çok insan var. Ellerinde İncil. Hep bir ağızdan eşlik ediyorlar kilise korosuna. Korodaki çocuklar mavi renkte pelerine benzer bir şey giymişler. Hepsi de bakımlılar. Fotoğraf çekmemek kaydıyla seyretmemize izin veriyor kırmızı üniformalı görevliler. Sevimliler. Yüzleri gülüyordu. İfadeleri içimizi ısıtıyor.

Sonrasında sıra sıra mağazaların sağlı sollu dizildiği, bizim İstiklal Caddesini andıran sokaklarında geziyoruz Köln’ün. Alışveriş yapıyoruz doğal olarak. Yemek yiyecek bir yer bulmakta zorlanıyoruz. Hamburger yemek istemiyoruz ama tanıdık bir şeyler arıyor midemiz. Sonunda pastaneye benzer bir yer buluyoruz. Birer parça zeytinli ve domatesli pizza ile cola imdadımıza koşuyor. Doymuyoruz. Üzerine iki tanesi bir eurodan Berliner alıyoruz ve onları da indiriyoruz midemize. Nerede bizim Türk mutfağımız, birbirinden enfes yemeklerimiz. Doyduk mu, doyduk işte.

Düsseldarf son durak. Hava limanındayız. Uçuş kartlarımızı aldık. Uçağımızın kalkmasına yaklaşık iki saat var. Free Shop’u gezmeden olur mu? Geziyoruz.

Heyecanın doruğa çıktığı romanımın sayfalarına gömüldüğüm için ne kadar süredir havadayız fark etmiyorum. Ankara’dayız, birazdan Esenboğa Havalimanına ineceğiz anonsu ile kapatıyorum kitabımı. Cam önünde oturmam avantaj. Aşağısı ışıl ışıl. Sıra sıra dizilmiş altın renkli sokak lambalarının arasından ip gibi uzayıp giden yollar. Karanlığa rağmen tüm ihtişamıyla boy gösteren ağaçlar kalem gibi sıralanmışlar. Bir resmigeçit hazırlamışlar edasıyla selamlıyorlar biz konuklarını. Minicik trafikte seyreden araçlar. Bölümlere ayrılmış gibi semtler. Sanki uzayın derinliklerinden dünyayı izliyorum. Nasıl da farklı geliyor bilindik yerler yüksekten bakılınca. Etkileniyorum.

Alkış sesleri yankılanıyor kulaklarımda iniş gerçekleştirilince. Çok şükür memleketimdeyim. Gezmek görmek güzel de… En güzeli doğduğun, doyduğun topraklara geri dönebilmek. Merhaba Türkiye, merhaba.

 
Toplam blog
: 755
: 776
Kayıt tarihi
: 13.06.07
 
 

Ankara'da doğdum. İlk, orta, lise ve üniversite eğitimimi Ankara'da tamamladım. AÜİF iş idaresi b..