Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ağustos '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Türkiye'den Avrupa'ya 2.bölüm

Türkiye'den Avrupa'ya 2.bölüm
 

"Zafer Anıtı" Resim:Papatya650


Beş saate yakın yolculuktan sonra varıyoruz hayallerimizde tasavvur ettiğimiz, büyülü şehre. Eiffel karşımızda. Pek bir şeye benzetemiyorum demir yığınından ibaret bu kuleyi. Şehir soğuk görünüyor gözüme. Meydana serpiştirilmiş heykeller taş kent izlenimi veriyor ilk başta. Ama Eiffel’in gece manzarasını seyredince hayran oluyorum. Sarı ışıklarla baştan aşağı bezenmiş kule ve her saat başı beş dakika süren Işık gösterisi yapılıyor. Milyonlarca insan akın akın geliyor buraya sırf bu gösteriyi izleyebilmek için. Kalabalığın arasında dolaşan çoğu zenciler ki yöresel kıyafetleri ve parmak arası terlikleriyle ellerindeki Eiffel figürü maskotları ve ışıklı cam kule maketlerini satmaya çalışıyorlar. Paris dünyanın en iyi ışıklandırılma yapılan unvanlı tek şehri imiş. Derken ışık gösterisi başlıyor. Sarı ışıkların arasında yıldızlar parlayıp sönüyor sanki. Göz kırpıyor dore rengindeki ışıklar. Herkesin bir yıldızı var sanki. Manzara büyüleyici. Doymadan bitiyor. Beş dakika ne çabuk geçiyor.

Şanzelize’nin yüzü Zafer Anıtı’na bakıyor. Yüksek bir yapı. En üstünde insanlar görüyoruz. Asansör yokmuş. Merdivenler çıkılacak gibi değil.

Bu ünlü cadde oldukça kalabalık. İstanbul’u çağrıştırıyor Paris. Champes Elysees (Şanzelize) ise İstiklal Caddesini. Çok fazla sayıda turist var. Görmeyi beklemediğim bir şey var. Paris’in sokakları çok pis. Poşetler, kâğıtlar yerlerde. Çöp poşetleri var muhtelif yerlerde yeşil renkli. Lakin yeterli gelmiyor. Ağızlarına kadar dolular ve yanları da dolu. Önce belediyesinin iyi çalışmadığını düşündüm ama kalabalığı görünce baş edemediklerini. Dilenciler var sonra. Mağaza kapılarında poşetlerin üzerinde uyuyanlar. Kaldırım üzerlerinde restoranlar var. Masalar dip dibe, tıkış tıkış. Paris’in geceleri ışıl ışıl. Binaların çoğu aydınlatılıyor. Opera binasına vuruluyorum ama hepsi bu kadar. Eiffel’in ışıklandırılmış halinin güzelliğinin dışında bir tat alamıyorum bu şehirden. Hayal kırıklığına uğradım sanırım. Hani Paris de aşk başkaydı? Hani büyülü bir şehirdi? Hani görünce işte bu diyecektim? İçim pır pır edecek, ilham perilerim dizeler fısıldayacaktı kulağıma, şaşkınlıkla izleyecektim. Yarın sabahı bekliyorum Paris ile daha yakın temas için. Gezdikçe, gördükçe içime işler belki de. Severim, hem de çok. Daha kaç saat oldu ki birbirimizi tanıyalı şunun şurasında. Bekle beni Paris, geliyorum!

14.06.2009

Kahvaltı şaşırtıcı. Ambalajlar renkli. İçlerinde vişne, kayısı, portakal marmelâdı ya da reçel benzeri şeyler var. Bal, tere yağ. Elma püresi marmelâdı. Jambon (domuz etidir korkusuyla alamıyoruz) Kaşar, gravyer ve buraya ait kaşara benzeyen dış kabuğu sarı renkli bir peynir. Yumurtalar var. Hemen herkes yumurtaların pişmiş olduğunu düşünmüş. Çiğ olduğunu ancak kırdıklarında anlamışlar. Sıcak su dolu boş kazan var yumurtaların yanında. Pişirmek istediğiniz yumurtayı kepçenin içine koyup kazana bırakıyorsunuz. Sizden önce başkası sizin pişen yumurtanızı almadıysa afiyetle mideye indiriyorsunuz. Meyve suları, çay, kahve var.

Eiffel Kulesinin ikinci katına çıkmak ve Paris’i panoramik olarak seyretmek üzere yola çıkıyoruz. Kalabalık muazzam. Rehberimizin arkadaşı önceden alacak Kuleye giriş biletlerimizi. Kulenin altında gölgesinde beklerken fotoğraflar çekiyoruz. Sokak satıcılarının ellerinde üzerinde Paris’in simgeleri olan resimler bulunan eşarplar var. 3 Euro’dan vermeye razı oluyor sonunda alacakların sayısı çoğalınca. Alıyoruz hediye vermek için eşe dosta. Sonrasında mağazadan iki tanesini 5 Euro’dan alıyoruz ama ne çare.

Eiffel Kulesinin asansörlerinden ikisi bozukmuş, öğreniyoruz. Bir tanesi de hiç işlemezmiş. O kadar kalabalığa tek asansör kalınca saat 17.00ye randevu alarak grubumuzun rezervasyonunu yaptırıyor rehberimiz. Boş vaktimiz kalınca tur programında olmayan Notre Dam Kilisesini gidiyoruz. Her şeyde bir hayır vardır sözü burada gerçek oluyor. Eiffel’deki aksilik bu ünlü kiliseyi görmemize vesile oluyor. Muhteşem bir bina. Görmeden gitseydim çok üzülürdüm. Günlerden Pazar olması bir ayine tanıklık etmemizi de sağlıyor. Kilisenin duvarlarını ve tavanlarını süsleyen figürler ve vitraylar görülmeye değer. Kilise korosundaki öğrenciler mavi kıyafetler giymiş. Orgun sesi dingin. Dışarı çıkıyoruz. Çan sesleri binanın yüzüne dönemize neden oluyor. Sanki Kuizimato camdan bakıyor çanları çalarken.( Evet, Noter Dam’ın Kamburu bu kilisede çekilmiş) İyi ki gelmişiz. Oh şöyle. Şimdi Paris’e geldiğimi anladım.

Şehirde otobüsle gezerken rehberimiz ince ince anlatıyor. Hangi binanın kaçıncı yüzyıldan kaldığını, nerelere ait olduklarını, köprüleri. Engin bir bilgi birikimine sahip Helal olsun!

Paris’in mimarisi farklı. Birbirine yapışmış, dip dibe binalar. Balkonlar çok küçük ve dar. Daha doğrusu balkon değil de süs. Tek bir katın balkonu oldukça uzun ve geniş. Eski devirlerde odalardaki insanları rahatsız etmemek için servis hizmetçilerce bu balkonları kullanarak yapılırmış.

İki saatlik serbest zamanımızda Louvre Müzesini geziyoruz ısrarlarım karşısında. Yoksa eşim şehri gezmek, Paris’in havasını duyumsamak istiyor. Muazzam bir yer. Öyle iki saatte hatta bir günde gezilecek gibi değil ama kısıtlı zamanda ne görebilirsem kardır düşüncesiyle o havayı teneffüs etmek istiyorum. Yağlı boya tablolar, heykeller, objeler… Afrika’ya ait eşyalar. O devre ait koltuklar, büfeler, masalar, sandalyeler. O kadar büyük ki matruşka bebekler gibi birbirinin içinden başka salonlar çıkıyor ve tabii başka başka sanat şaheserleri. Duvarları bırakıp tavanları seyrediyorum hayranlıkla. Olağanüstü figürler, resimler, heykellerle bezenmiş. Gözlerim kamaşıyor.

Müzeye giriş 9 Euro. Kesinlikle değer. Müzenin yukarısında büyük bir çarşı bulunuyor. Müzenin içinde yorulduğunuzda oturabileceğiniz koltuklar var. Bir bölümünde kafeterya da mevcut. Tuvaletler bol. Her şey düşünülmüş. İçeride resim çekmek serbest. Mona Lisa’yı arıyoruz. Sanki bütün oklar Mona Lisa’ya gidin der gibi. Küçük bir resim. Orijinal. Cam bir bölmede. Önü kalabalık. Herkes resmini çekmek için yarışıyor. Elbette biz de çekiyoruz. Müzedeki resimlerin hemen hepsinde “acı” var. Yüzlerde hep aynı ifadeler, sancılar, hüzün esir almış gibi. Kadın figürlerini çehreleri ise birbirini andırıyor. Nü resimlerde dikkate değer. İki saat denilen şey nedir ki? Su gibi akıp gidiyor zaman. Eşim de memnun tarihin derinliklerinde dolaşmaktan. Cam piramidin içinden dışarıya, müzenin avlusuna çıkıyoruz. Büyük bir havuz var. Fıskiyelerle bezenmiş havuz. Çoğu kişi ayakkabılarını çıkarmış ve müzeyi gezmekten şişmiş ayaklarını suyun serinliğine bırakmış.

Sıra da Seine Nehrinde bir tekne turu var. Şehri Seine’nin üzerinden seyretmek farklı bir lezzet. İşte bu tekne turu her şeye değdi. Şansımıza hava da çok güzel. Nadir rastlanan güneş bizler için mi gösterdi o gül yüzünü. Geçerken kıyılarda taşların üzerlerine uzanmış (kıyafetleri üzerlerinde) güneşlenen insanları görüyoruz. Kadınların üzerleri çıplak.

Paris’i tanıdıkça başkalaşıyor gözümde. Şehrin hemen her yeri heykellerle dolu. Binaların üst kısımlarını bile heykeller süslüyor. İlk bakışta taş yığını gibi gözüken şehir gittikçe ilginçleşiyor.

Eiffel Kulesindeyiz. Tahmin ettiğiniz gibi saatlerimiz 17.00yi gösteriyor. Cam asansör yükseldikçe tepeden bakıyoruz Paris’e. İstanbul’daki tüneli hatırlattı bana işlem şekli. Seine aşağıda kalıyor. Panoramik olarak seyre dalıyoruz şehri Eiffel’in ikinci katından. Birinci katında restoranlar olduğunu öğreniyoruz. İlgimizi çekmiyor pek. Manzara tarifi imkânsız güzellikte çünkü. Meğer ne kadar büyükmüş Paris. İhtişamlı binaları buradan bir başka görünüyor. Seine bir başka. Bol bol fotoğraflıyoruz hatıra kalsın diye. Öyle ya bir daha ya geliriz ya gelemeyiz. Şükürler olsun ki Allah bu fırsatı sundu bizlere. Şanslı kişileriz biz. On ila on beş dakika kalıyoruz burada. Yetmiyor. Tadı damağımızda kalıyor. Her şeyin azı güzel olurmuş ya öyle oluyor.

Sırada Montmare(Ressamlar Tepesi) var görülecek. Dik bir yokuş var bahsettiğim tepeye ulaşmak için. Dik merdivenler, pek çok basamak. Kolay tarafı da düşünülmüş. Az önce Eiffel’in asansörünü Tünel’e benzetmiştim ya işte ona benzer bir sistem de burada var. Yorulduk tabii kimsede merdivenleri tırmanacak hal kalmadı. Biletlerimizi alıyor rehberimiz. Çabucak çıkıyoruz lakin içerisi çok sıcak ve havasız. Allah’tan kısa bir yolculuk katlanmak zorunda olduğumuz. Anadolu Kavağının havası burada. Sıcacık karşılıyor bizleri. Tepenin meşhur soğan çorbasını yudumlarken ressamlar kollarının altına sıkıştırdıkları resim kâğıtlarıyla dolaşıyorlar resmimizi çizdirir miyiz diye? Tuhafıma gidiyor. Sanatçılar erişilmez olmalı diye düşünüyorum belki de bu yüzden hissettiklerim. Sanat ele ayağa düşmemeli ama ekmek parası da kazanmak lazım. Porselen kasenin içinde sunuluyor soğan çorbası. Bizim çorbalarımız gibi değil. Kaşıkla içemiyorsunuz. Zaten içilecek pek bir şey de yok içinde. Kavrulmuş soğan parçalarının üzerinde büyükçe ekmek dilimleri var ve üzerinde kaşar gibi eritilmişi bir çeşit peynir. Lezzetli mi, evet. Mutlaka tatmalı. Yemek falını bitirince yürüyüş yapıyoruz daha iyi tanımak, havasını teneffüs etmek için Ressamlar Tepesini. Atmosfer çok güzel. Tuvallerinin başında yağlı boya yapan ressamları seyrediyorum bir süre. İmreniyorum onlara. Resim yapmayı hiç beceremem ben. Okuldayken de hep babam yapardı resimlerimi. Resmim hep dokuz, ondu ama o notlar benim değil, babamın hakkıydı. Keşke bu yeteneğinin üzerine düşüp de ilerletseymiş çalışmalarını.

Tertre Meydanını gezemiyoruz ne yazık ki dönme vakti gelip çatıyor. Akşam Champes Elysees’ye akacağız Lido Show’u seyretmek üzere. Adam başı 120 Euro ödüyoruz bu gösteriyi izleyebilmek için. Pahalı oldukça ama buraya kadar gel de Paris gecelerinde neler oluyor izlemeden gitme. Olacak şey mi? Bakalım Paris gecelerinde nasıl eğleniyor Parisliler ve konukları. Eşim pek beğenmiyor, basit buluyor. Yıllar öncesinde bu tip showları seyrettiği için beklentisi büyükmüş haliyle bulunduğumuz şehir de Paris olunca. Evet, daha farklı olabilirdi ama ben bu haliyle de beğendim. Paris gecelerinin nasıl olduğunu merak ediyordum doğrusu. Yarım ay şeklindeki kırmızı deri koltuklar… Dip dibe masalar ve sandalyeler. Salon hınca hınç dolu. Şık giyimli insanlar. Oturduğumuz taraf karanlık. Sahne pırıl pırıl. Kostümler, renkler, müzik, danslar alıveriyor içine. Yaklaşık bir saat boyunca dikkatiniz hiç dağılmadan ve gözlerinizi ayırmadan seyrediyorsunuz. Ünlü şampanyası hediye olarak geliyor masaya. Yani şampanya içmeden ayrılmıyoruz Paris’ten. Saat 21.30 ve 23.30 da iki ayrı gösteri var. O tempoyu ikinci kez tekrarlamak hiç de kolay olmasa gerek. Program biter bitmez otele dönüyoruz her ne kadar canım Champes Elysees’den ayrılmak istemese de.

15.06.2009

Gidelim mi gitmeyelim mi çok kararsız kalıyoruz ama sonunda gidiyoruz Eurodisney’e. İlk önce her ülkenin bebekleriyle yaptığı animasyonları izleyerek dolaşıyoruz bir teknenin içinde müzik eşliğiyle. Dans ediyor bebekler sanki şarkı söylüyorlar. Hepsinin yüzleri gülüyor. Kostümleri çok güzel ve renkli.

Sonrasında Karaip Korsanlarının animasyonları arasında tekne ile gezinmeye devam ediyoruz. Karanlık geçtiğimiz yerler. Sanki hava karamış gibi. Hızlı akan suların arasından yokuş aşağı iniyor, çıkıyoruz. Sular damlıyor üzerimize. Yanlardan fıskiyeler ıslatıyor belli belirsiz. İskeletler, hazineler, sandıkların içindeki mücevherler ilgimizi çekiyor. Ne kadar canlı gözüküyorlar. İnsan boyutlarında yapılmış maket insan figürlerinin her biri başka bir şeyle meşgul. Bir kadın elinde süpürge önündeki adamı kovalıyor mesela. Kocası olduğunu düşünüyorum nedense. Başka bir kadın evin penceresinden başını uzatıyor, bir şeyler söylüyor. Gemideki korsanlar biz geçerken laf atıyorlar bizlere ne dediklerini anlamıyoruz ama el sallıyoruz onlara. Her şey o kadar canlı, o kadar güzel ki.

Yağmurlu bir gün. Güneş yüzünü göstermemeye kararlı. Disneyland’ı gezenlerin üzerinde orada satılan sarı renkli bir yağmurluk var. Yetişkin olsun, çocuk olsun pek çok kişi bu yağmurlukları geçirmişler üzerlerine. Görüntüleri hayalet bir şehirde dolaşıyorum izlenimi bırakıyor bende. An olup hızlanan, an olup yavaşlayan yağmur keyfimizi kaçıramıyor. Eğleniyoruz olumsuz hava koşullarına rağmen. Zaten oyuncaklar kapalı mekânlarda. Birinden diğerine geçerken ıslanıyoruz ama tedbirliyiz. Hepimizin şemsiyesi, yağmurluğu var.

Sırada hızlı tren var. Dağlar, tepeler aşıyoruz. Manzara doyumsuz. Yukarı çıkıyoruz, yana eğiliyor vagonlar, aşağı iniyoruz, hızlanıyor. Yemyeşil ağaçlarla nehrin buluştuğu noktadayız. Trende hızla ilerlemek güzel de önümüzdeki emniyet kemerleri açılırsa diye korku duyuyorum. Sağ salim tamamlıyoruz turu. Bu en hafif hızdaki trenmiş. Bunun bir hızlısı ve daha hızlısı da varmış. Diğerlerine binmeye cesaret edemiyorum belimdeki ve boynumdaki fıtıktan ötürü. Doğru bir seçim yaptığımı söylüyor eşim hızlısından indikten sonra. O karanlıkta hızın tadını yaşarken biz trene binmeye cesaret edemeyenler dışarıdaki canlı animasyonu izliyoruz şemsiyelerimizin altında.

Korku köşkündeyiz. Kapıdan içeri girdiğimizde ortada topluyorlar bizi. Duvardan uzaklaşmamızı söylüyorlar. Duvarın köşesinde bir kadın görüntüsü var, bir beliriyor, bir yok oluyor. Derken aşağı doğru inmeye başlıyoruz bulunduğumuz yerde. “Asansördeymişiz.” diyor içimizden biri. Büyü bozuluyor. Bu inişte karanlıkla karşılaşıyoruz. İkili koltuklara oturuyoruz. Koltuklar dönerek ilerliyor. Çeşitli figürler var gözlerimize dolan. Şölen sofrasında oturan bir grup… Bir görünüyor, bir yok oluyor. Masada birkaç kişi, dans edenler var. Üzerlerinde o döneme ait kabarık etekli elbiseler var bayanların. Titanic’in bir sahnesi geliyor gözlerimin önüne. Yeraltımızdan kayıyor. Üç boyutlu imiş bu görüntüler. Hepsi birbirinden güzel.

Başka bir animasyonu yaşamak için başka bir kapının önündeyiz. İçeri giriyoruz tek tek. Oturuyoruz koltuklarımıza. Emniyet kemerlerimizi bağlamamız söyleniyor. Uzay gemisinin içindeyiz. Ekranda beliren görüntüler bizi içine alıyor hemen. Çocukluğumda seyrettiğim Uzay Gemisi dizisini hatırlıyorum. Mr.Spack nerelerde acaba? Uzayın derinliklerinde yol alıyoruz. Oturduğumuz koltuklar sallanıyor ani manevralarla. Gök cisimleri düşüyor üzerimize. Biraz başım dönüyor, midem bulanıyor ama olacak o kadar uzaydayız yani, büyük keyif alıyoruz.

Üç boyutlu bir film seyrediyoruz başka bir mekânda. Kahramanlarımız çok yakınmış gibi görünüyor bizlere zaman zaman. Bir yılanbaşını uzatıyor hızla üzerimize, dilini çıkarıyor, kocaman, yaladı yalayacak yüzlerimizi. Çok iğrenç ya. Gözümüzdeki gözlüklerimizin marifeti tüm bunlar. Mademki buradayız sonuna kadar izleyeceğiz ne gösterilirse.

Panoramik trenle Disneyland’ın tamamını gezmeye karar verdik. Yağmur durdu sonunda. Ama bu tren çok yavaş gidiyor. Dilenci vapuru gibi her durakta duruyor. Doluyor boşalıyor vagonlar. Town Square’de büyük bir gösteri var saat 16.00 sularında. Sıkı sıkı tembihledi rehberimiz mutlaka izleyin diye. Kaldırımlar hınca hınç dolu. Renkli bir kalabalık var. Merakla bekleniyor gösteri fotoğraf makineleri hazırlanmış. İşte göründüler! Büyük dev arabaların içinde renkli kostümleriyle bizleri selamlayan, gülücükler dağıtan animatörlere bizde el sallıyoruz. Büyük mücadeleler sonunda önümden bir türlü çekilmeyen insanların baş ve cep telefonlarını saf dışı bırakarak bir iki kare almayı başarabiliyorum fotoğraf makinemle.

Gençlik Parkını hatırladım uçakları görünce. Binmek istedim sanki çocukluğumdan bir kare yakalamak ister gibi. Ne mümkün. Sıra o kadar çoktu ki seyretmekle yetindim.

Nehrin üzerinde bir gezinti yaptık iskeledeki gemiye binerek. Yeşil öyle bir yeşildi ki. Muhteşemdi manzara. Bitmesin istedim bu gezinti lakin süremiz daralıyordu ve yapmak istediğimiz daha pek çok şey vardı. Seri bir şekilde Disneyland’ın içindeki mağazaları gezdik. Disney oyuncakları, kalemleri, kostümleri var çocuklar için. Gerçekten çok güzeller. İnsanın çocuk olası geliyor. Fiyatlar ise çok yüksek.

Dolu dolu bir gündü. Çocukluğumuza inip mutlandık. Bu oyun kentinde koşuşturmaktan yorulduk. Otobüsümüzün hareket saatine var biraz daha. Bir yorgunluk kahvesi iyi gider diye düşünüp kafelerden birine oturduk. Türk kahvesi olsaydı şimdi ne iyi olurdu ama neskafe de fena gitmedi doğrusu.

Otelimiz Fransa’nın kuzey bölgesinde. Bu kesimde oldukça fazla zenci yaşıyor. Sülfü işlerde çalıştıkları dikkatimizi çekiyor. Marketlerde temizlik işlerindeler ya da kasada. Sokak satıcılığı yaparken de çıkıyorlar karşımıza. İçim acıyor. Tamam, bu işleri yapacak insanlara da ihtiyaç var ama karışık duygular içerisindeyim.

Yemeğimizi yedikten sonra eşim dinlenmeyi tercih ediyor günü yorgunluğunu atmak için üzerinden. Ben ise birkaç güne neler sığdırdığımızı kaleme alıyorum, unutulmasın diye. Anılarımız canlı kalsın istiyorum. Gerçi bol bol çektiğimiz fotoğraflarda var, ama olsun. Söz uçar, yazı kalır.

Paris’teki son gecemiz. Yarın sabah Belçika’ya hareket edeceğiz. Gönül Champes Elysees’de olmayı istiyor ama her istediği mümkün olmuyor. Üç güne pek çok şeyi sığdırdık ama yapmak istediğim daha çok şey vardı. Modanın nabzının attığı vitrinlerini gezemedim mesela ama yine de kardayım. Seni görmek rüyadan yeni uyanmış hissi veriyor yüreklere. Belki başka bir sefere içimde kalan opera binasının içini görme hatta bir opera seyretme hayalimde gerçek olur. Gerçi rehberimizin verdiği serbest vakitlerde birkaç mağaza gezme şansımız oldu ama yeterli değildi. Parfüm alan arkadaşlarımız çoğunluktaydı. Parfümün çıkış noktası Paris. Ama bir sorun niye Paris.

Doğal kaynaklarının bizim ülkemiz kadar zengin olmadığını düşünün önce. Evvel zaman önce sudan bulaşan hastalıklarla yüz yüze kalmışlar. Bu hastalıklar ne yazık ki ölümle sonuçlanmış. İşte bu nedenle sudan korkmuşlar ve mümkün olduğunca suyu kullanmamaya özen göstermişler. Kılık kıyafetlerine de yansımış bu durum. Kadınların etekleri abajur biçimindeymiş. Hacetlerini bulundukları yere yaparken rahat olsunlar ve bir yerleri görünmesin diye. Erkek dışarıda, kadın evde imiş. Beyaz ten asaleti temsil edermiş. Erkeklerin çizmeleri aşağı doğru bollaşırmış ancak. Konçları darmış aynı durumdan ötürü. Pis kokular ortalığa yayılmaya başladığında ise bu kokuları yok etmek için bir şeyler yapmaları gerektiğini fark etmişler ve işte bugün çok severek kullandığımız parfüm pis kokuları gizlemek maksadıyla Paris’te doğmuş. İçme sularının tadı bugün de pek de güzel değil.

Vakit gece yarısını çoktan geçti. Göz kapaklarım ağırlaşmakta. Dinlence saati çoktan geldi. Yorgun bedenimi bırakıyorum bembeyaz çarşafların üzerine.

Elveda Paris!

.../..

 
Toplam blog
: 755
: 776
Kayıt tarihi
: 13.06.07
 
 

Ankara'da doğdum. İlk, orta, lise ve üniversite eğitimimi Ankara'da tamamladım. AÜİF iş idaresi b..