Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Aralık '09

 
Kategori
Siyaset
 

Türkiye’nin fotoğrafına bakın…

Türkiye’nin fotoğrafına bakın…
 

İnternette gündemi, günün haberlerini takip ediyordum ki, dördü bir arada fotoğraf gördüm.

Bir taraftan eczacılar yürüyor, diğer taraftan katsayı mağdurları(!), öte yanda da pul kadar odası küçülmüş diye, 30 bin insanın katili, cani, Apo’nun yandaşları, PKK’lılar…

Ve… İsviçre’de yasaklanan cami minarelerine tepki gösterenler…

Yani, ülkenin her tarafında bir ateş yakılmış, altı yanıyor, üstü kaynıyor. Ama belli olmayan bir şey var, ateşi yakan kim, körükleyen, karıştıran külhancı kim?

Ateşi yakan biri, körükleyen de biri olmalı…

Aslına bakarsanız, ateşi yakanı da biliyoruz, altını körükleyen külhancıyı da…

Hem de içeriden, hem de dışarıdan birileri var.

Kadı bunları anlamamız mümkün, çünkü asırlardan beri bizimle hesaplaşmak isteyen toplumlar var. Peki ya içeridekilere ne demeli?

Aslında, millet olarak kanımıza dokunan da bu değil mi?

Tarihte zalimliği, gaddarlığı ile ün yapmış Moğol hükümdarı Hülagû (İlhanlılaı'ın kurucusudur. Cengiz Han'ın torunu ve diğer Moğol Büyük Han'larından Mengü Han ve Kubilay Han'ın da kardeşidir) 1258 senesinde Bağdat’ı alıp yakıp yıkmak için şehri kuşatır. Şehrin yakınına karargâhını kurar. Haber gönderip Müslümanların en büyük âlimi ile görüşmek istediğini bildirir. Bu haber zamanın genç âlimlerinden Kadıhan’a ulaştığında, “Ben gidip görüşürüm” der. Görüşmeye giderken yanına bir deve, bir keçi bir de horoz alır.

Hülagû, şöyle bir bakar, beklediği bir tip olmadığı için çok şaşırır. Bu şaşkınlığını da ifade etmekten geri kalmaz. “Gönderecek senden başka kimse bulamadılar mı, sen mi benimle görüşeceksin?” diye sorar. Kadıhan hazretleri, böyle bir tepkiyle karşılaşacağını bildiği için hazırlıklı gelmiştir zaten. Hülagû’nun sorusunu şöyle cevaplandırır: “Sen görüşmek için, iri yarı boylu poslu birini istiyorsan, dışarıda duruyor devemi getirdim, onunla görüşebilirsin. Yok, yaşlı sakallı biri ile görüşmek istiyorsan, dışarıda duruyor, bir keçi getirdim onun sakalı var onunla görüşebilirsin. Yok, sesi gür biri ile görüşmek istiyorsan, horoz da getirdim, onunla görüşebilirsin!..” Hülagu, karşısındakinin sıradan biri olmadığını, görünüşüne bakıp karar vermenin yanlış olacağını anlar: “Sen görüldüğü gibi birine benzemiyorsun, otur bakalım” deyip yer gösterir. Hemen arkasından ilk sorusunu sorar: “Ben buraya niçin geldim, beni buraya getiren sebep nedir?” Kadıhan bu soruya şöyle cevap verir: “Seni buraya biz getirdik. Bizim amellerimiz getirdi. Nimetlerin kıymetini bilemedik, şükrünü eda etmedik: Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük, zevke sefaya daldık. Cenab-ı Hak da verdiği bu nimeti almak üzere seni gönderdi.”

İkinci sorusunu sorar: “Peki ben ne zaman geri dönerim?”

“O da yine bize bağlı, benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, nimetin kıymetini bilir, şükrünü eda eder; zevk sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen geri gidersin!”

Elbette bir gün bu yaşadıklarımız sona erecektir, ermesi dileğimizdir. Ancak, sona ermesi hiç kuşku yok ki bize bağlıdır.

Hepsini geçiyorum, “Cami minaresi” meselesine geliyorum. Aklım en çok oraya takılıyor. Diğerleri, bildiğimiz şey…

Minare, hiç kuşku yok ki, İslamiyet’in sembolüdür.

Nasıl “Haç” Hıristiyan âleminin, “Yıldız” Yahudiliğin simgesi ise, “Minare” e İslamiyet’in simgesidir. Nasıl ki o simgelere sahip çıkılıyor, saygı duyuluyorsa, minarelere de an az onlar kadar saygı duyulup sahip de çıkılmalıdır.

Ama hangi minareye?...

Minarenin, herhalde “Cami” ile görüntü olarak birbirine uyumlu olması gerekmez mi?

Minare ve cami, İslamiyet’in ihtişamı ile uyumlu olması gerekmez mi? Yerden her yükselen “sivri” yapıya “Minare” diye bakmamız mümkün mü?

Her birinin bir “Sanat eseri” olması gereken minareler için acaba bir Müslüman olarak biz hassas davranıyor muyuz?

Bunlara “Evet” diye cevap vermemiz ne yazık ki mümkün değil…

Bir “Müslüman” olarak dinimin sembolü olan “Minareye” elbette sahip çıkacağım. Ama “Minare” olana sahip çıkacağım. Öyle her yerden göğe yükselen sivriyi de “Minare” olarak görmeyeceğim. Hatta öncelikle o “Sivri” yapıtlara karşı, onları oraya dikenlere karşı, gerçek ve sanat eseri olan “minareme” sahip çıkarak yapmaya başlamam gerekecek.

“…benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, nimetin kıymetini bilir, şükrünü eda eder; zevk sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek…”

İşte o zaman bu kargaşadan, bölünmekten ve birbirimizi boğazlamaktan kurtuluruz.

Yoksa!...

Dünya, bir sürü Hülagû ile dolu, bir gün gelir biri karşımıza çıkar…

10 ARALIK 2009

 
Toplam blog
: 146
: 576
Kayıt tarihi
: 17.01.09
 
 

Yazacak belki bir çok şey vardır, ancak sadece "Yazmak en büyük tutkum" desem!... Sonrasında da zate..