Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Eylül '06

 
Kategori
Eğitim
 

Türklish

Türklish
 

Deveye "Boynun eğri" demişler...


Okumayı ne zaman söktüğümü tam bilmiyorum ama okula başladığımda okuyabiliyordum. Yapacak daha iyi bir şeyim de yoktu zaten. O zamanlar oturduğumuz Şişli’de çocuk olmak, bir nevi sera domatesi olmak demekti. Öyle parklar, yeşil alanlar, Tatilya’lar falan yoktu civarda. Sokakta oynamama da annem izin vermezdi. Allah’tan çocuklarda “hiperaktivite” henüz daha icat edilmemişti. “Hayır” denildiğinde ağlayıp tepinmenin bir işe yaramayacağını, ortalığı kırıp döktüğümde bir temiz dayak yiyeceğimi bilir, ona göre davranırdım.

Bütün gün içeride canım sıkılırdı. Oyun, müzik, kitap, hepsi bir yere kadardı. Evimize bilgisayarın gelmesine daha en az on yıl vardı.

Çocuk için acilen bir meşgale bulunmalıydı.

İşte o günlerde babam bana ve kardeşime İngilizce öğretmeye karar verdi. Önce ufak ufak başladı, “uhudedipuhu, what is this?” diye sorardı, ben de “This is a chair” derdim mesela. Oyun gibiydi. Kardeşim benden 3 yaş küçük olmasına rağmen o da bizimle oynardı, hatta sanırım onun sözcük haznesi benden daha genişti.

Bir süre sonra her oyun gibi İngilizce de kabak tadı vermeye başladı, ilk kazan kaldıran kardeşim oldu. “uhudedipuhu'nun kardeşi, what is this?” sorusuna “Pandıp”, “Pundup” diye cevap vermeye başlayınca, kardeşler arası dayanışma gereği benim de “Pandıp”, “Pundup” demem kaçınılmazdı. Babam mesajı almıştı, bizi zorlamadı, oyun rafa kalktı.

Ortaokulda yabancı bir dil öğrenme vakti geldiğinde hiç düşünmeden İngilizce’yi seçtim. Öyle kolej molej değildi okulum, devletimizin kendi halinde bir orta okuluydu işte. İngilizce hocası bulunmadığında Fen hocası, Din hocası falan da girerdi derslerimize. Buna rağmen İngilizce’yi çok kolay öğrendim ben, hem de hiç ineklemeden. Üstün zekâlı falan değildim, yalnızca seviyordum, öğrenmek istiyordum.

Lisedeyken yaz tatillerinde hep otellerde çalıştım, bu sayede hem bol bol konuşma, hem de aksanımı düzeltme şansım oldu. Herkes ne kadar güzel konuştuğumu söyledikçe bir yandan utanır, bir yandan da için için sevinirdim.

Nasıl sevinmezdim ki? 80’li yılların sonu, 90’lı yılların başındaydık. İngilizce bir “dünya dili”ydi, İngilizce bilmeyene acıma zamanıydı.

Liseden sonra, ülkemizin en “seçkin” üniversitelerinden birini kazandım. Öğretim dili İngilizce’ydi. Türkiye’de, Türk hocaların, İngilizce ders verdiği Türk öğrenciler arasına ben de katıldım.

Ne olduysa ondan sonra oldu zaten.

Dersler, kitaplar, fotokopiler, herşey İngilizce’ydi. Öğrencilerin çoğunun İngilizce’si kötüydü. Laf aramızda, birçok hocanın İngilizce’si de öyle ahım şahım değildi zaten.

Körlerle sağırlar, birbirini ağırlıyordu yani.

Öte yandan alan memnun, satan memnundu. “Neden?” diye sormadık hiç birimiz. En iyi eğitimi almaya hak kazanmış “seçilmişler”dik. Hariçten gazel okumaya gerek yoktu. İngilizce’yi yalayıp yutacak, “bilimsel literatürü takip edebilecek” örnek üniversite mezunları olacaktık. Zaten Türkçe çok “kısıtlı”, hele hele bilimsel alanda çok “yetersiz” bir lisan değil miydi? İngilizce konuşmamızdan daha doğal ne olabilirdi ki?

Gaflet, yerini çoktan hıyanete bırakmıştı. Türkçe konuşurken araya “parça” koymalar, o günlerde başladı işte:

“Human Resources’tan make up yapar mı hoca?”

“Yok, iki midterm, bir final dediydi.”

“Nereye?”

“Study’de Hakan’la buluşacağım. Herif tam freak ama kafası süper çalışıyor, şu paper’ı hazırlamama yardım edecek.”

“Oki doki. Selam söyle. Bye.”

Tanrım, ne modern, ne farklı, ne havalıydık. Varsın kendi ana-babalarımız dahil kimse bizi anlamasındı.

O dönemde kendi yarattığımız şeylere bile İngilizce adlar vermekten çekinmedik. Örneğin benim, okul radyosunda yaptığım programın adı “Saga” idi. Tahmin edebileceğiniz üzere “Hikâye” desem çok sıradan olur, hem o “anlamı” vermezdi.

Hiçbirimize “Hop çocuklar, ayıp oluyor ama” diyen olmadığı gibi, tam tersine, bu yönde cesaretlendirildik. Hocalarımız da bizden farklı değildi çünkü.

Mezun olalı on seneden fazla zaman geçti. Bir çoğumuz radyolarda, televizyonlarda, gazetelerde, reklâm ajanslarında, kamuda, koca koca firmaların yüksek yüksek plazalarında, etkili - yetkili makamlara geldik. Hepimizin “business card”larımız, “project”lerimiz, “deadline”larımız var, iş çıkışlarında “club”larda buluşuyor, “residence”larda oturuyoruz, hafta sonlarında “shopping”e, “trekking”e gidiyor, “wellness spa”larda rahatlıyoruz.

Çizgi filmler hariç, sinemalarımızda gösterime giren hiçbir yabancı filmin Türkçe dublajının olmaması canımızı sıkmıyor mesela. Başka türlü de olabileceğini düşünmüyoruz çünkü.

“Metrocity”, “Kebap’s”, “Eskidji”, bizim bulduğumuz isimler. Topyekün yabancılaşmanın sınırlarını zorluyoruz.

Birbirimize “e-mail”ler atıyoruz. İki kelimeyi biraraya getirip konuşamadığımız gibi, yazarken bile meramımızı anlatamadığımız için, okuyanlar “Ne diyor lan bu?” deyip telefona sarılıyorlar.

Biz Türklish konuşuyoruz.

Bizim anaokullarında İngilizce şarkı söyleyen, evde televizyondan çeviri Türkçesi öğrenen “Melisa”larımız, “Yasmin”lerimiz, “Can”larımız bu kadarını bile yapamayacaklar.

Çok kısa bir süre sonra Discovery Channel’da gösterilen o “yok olan diller” arasına Türkçe de katılacak.

Çok mu karamsarım sizce?

Peki, “Kültür vasıtasıyla ulaşmak ve çeşitliliği kutlamak” cümlesini anlamak için gerisin geriye İngilizce’ye çevirmiyor musunuz içinizden?

Ben çeviriyorum.

Ve utanıyorum.

Yuh hepimize.

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..