Gün, akrep ve yelkovanın eskisine göre sanki daha hızlı aktığıbir gün gibiydi. Her gün, 24 saat boyunca kesintisiz süren dijital enformasyon yağmurları altında sapla samanın sık sık karıştığı günlerden bir yenisiydi… Süreksizlik, belirsizlik ve kargaşanın hep egemen olduğu şimdiki zamanlardaydı… “Ben kimim, yaşamda amacım ne?” şeklinde ontolojik (varoluşçu) soruların peşrevinde, doğası, kaynağı ve sınırlarıyla bilginin bilgisiyle yoğrulan (epistemolojik) kişiliği, bir insan olarak yapması gerekenler (etik) konusunda duyarlıydı. Ama varlığını ve bilincini üzerine kurmaya çalıştığı felsefenin bu üç dev sütunu da sanki o yağmurlarla ıslanmış, hem hayal dünyasını hem de benliğini geçici de olsa oldukça kaygan bir hale getirmişti.
Günün yorgunluğu, zamanın muğlâklığı açık tutmaya çalıştığı göz kapaklarını ikide bir aşağıya doğru kaydırıyordu. Zihninin derin arka planında dürüst, çalışkan, iyi niyetli, adil, insanları, doğayı ve tüm canlıları ayrımsız seven ve onlara hizmet etmeye çalışan bir insan olduğunu düşünüyordu. Bu özelliklere sahip bir insan olduğunu düşünmesinin dışında, objektif olarak o kimdi? Bilemiyordu!
Annesine bir jest yaparak iş dönüşü almak için uğramış, nazik ev sahibesinin ısrarı karşısında içeri girerek kısa süreli klasik iltifat ve ikramlarına mazhar olmuştu... Nedense, annesi arkadaşlarıyla ayakta konuşa konuşa kapı önüne çıkmış, o ise henüz toparlanamadığından evde tek başına kalmıştı. Garip bir şekilde tabaklarda kalan pastaları, bazı küçük ve değerli süs eşyalarını elindeki poşete doldururken yakaladı kendisini...
Kendi ihtiyacı olmadığı hatta beğenmediği halde, sırf başkalarının gözünde değer kazanır diye bir şeyleri alıp biriktirirken yaşanan çaresizlik gibi… Değerleri uğruna, idealleri için yola çıkıp başlangıçta hiç düşünmediği sapa yollara girip çıkmaktan bitap düşmüş ürkek ve şakın bir yolcu gibi…
Kan ter içinde kalmıştı. Kollarını yastık yaparak masa üstünde daldığı bu kısa uykudan uyandığında gördüğü bu rüya onu çok sarmıştı. İçinde yaşadığı hapishaneyi işte asıl uykuda iken gelen bu sarsıntı üzerine net olarak hissetmişti. Sahip olduğunu düşündüğü özellikler dışında o gerçekte kimdi?
O bir tutsaktı. Zamanının, kâh süre giden kâh dayatılan yaşam tarzının tutsağı! Şimdi anlıyordu ki; pek de farkında olmadan seçtiği, dayayıp döşediği, ışıklandırıp pırıl pırıl yaptığı özel hücresinin kapısını bile o kilitlemişti kendi üzerine…
Görsel olaral sürekli yenilenirken ruh olarak değişmemek için hep direnen, sürekli büyüyen, her koşulda kendini yeniden var eden o dev hapishanenin özel hücresinde… Sarsıldı ve anladı! Önce hücresinden, sonra da o genel hapishaneden çıkmalıydı. Tüm o göz alıcı konfor alanına ve sağladığı yumuşak tembelliğe sırt çevirmeliydi. Kendi anlam dünyasını yeniden kurarak, cesaretini ve direncini yeniden bileyerek ve hep diri tutarak! Fırsat buldugunca DOĞAYA KAÇARAK ve mümkün olabildiğince orada kalarak...
Zorlu, uzun ve yıpratıcı ama ona kendisini yeniden ve özgürce armağan edebilecek bir savaşın yeni savaşçısı…
İ.Ersin KABAOĞLU,
16 Ocak 2022, Ankara