Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ekim '10

 
Kategori
Edebiyat
 

Üç Kuş

Üç Kuş
 

üç kuş


Nereye gideceğini bilemeyen bir serçe, gittiği yeri bildiğini sanan bir kırlangıç ve hiçbir yere gidemeyen bir kumrunun hikâyesidir bu…

Serçe

Yedi yıl boyunca durmadan didiştiği, yüzlerce kez kızıp kırıldığı ve lanet olsun ki halen sevdiği adama son kez bakmak için gelmişti. Ardında neler bıraktığından çok ne kadar yıprandığını görmek içindi bu geliş. ‘Evlenmemeniz isabet olmuş’ diyen görece samimi arkadaşlarının korosu, uğultu yapıyordu zihninde. Yaşlı teyzesinden tek farkları ‘arada çocuk yok Allahtan’ dememeleriydi. Oysa bu yedi yılın her hücresinde yanlarında olan, birlikte nefes aldıkları arkadaşlarının bakış açısı, daha insancıl olabilirdi. Şehir dışında olan iki eski dostu dışında onu anlayabilecek kimse yoktu yanında.

Evin anahtarlarını her zamanki yerine koymadı bu kez. Son defa açtığı kapının gıcırtısı, güçlükle almış olduğu ayrılık kararını doğrular gibi sesleniyordu ona. Mutfağın girişinde yerde duran çoraplar ayrılık senedine atılmış iki imza gibiydi. Çöp kutusuna poşet koymamış olması, eviyeye yığılmış bulaşıklar, çaydanlıkta unutulduğundan küflenmiş çay, bundan sonra nasıl bir hayatı olacağının fragmanı gibiydi. Her zamankinin aksine, içinde ferahlamaya neden oldu bu durum. Şu küçük evde ne çok iş yaptığını hatırlatıyordu bu manzara. Hiçbiri görülmeyen, takdir edilmeyen, küçümsenen ev işleri; insanca yaşamak için gerekli olan, güzel vakit geçirmenin temel gereklilikleri ve aslında çok emek harcayarak yapılan şeylerdi. Bunun farkında olan erkek sayısı oldukça azdı. Çoğu erkeğin aynı durumda olduğunu biliyor olması, gördüğü aşağılanmanın acısını azaltmıyordu. Bu adamla beraber olma nedeni ötekilerden farklı olduğu için değil miydi? Ne oluyordu da yıllar geçtikçe erkekler ilk hallerinden vazgeçiyordu. Ona göre bu durumun altında da bir başka kadının parmağı vardı. Yani yine kendi cinsinden yediği bir kazıkla karşı karşıya idi. Anneler, özellikle tek erkek çocuğu olan anneler; çocuk psikolojisini bilmeyerek ve gereğinden fazla şımartarak büyüttükleri oğullarını, hemcinslerinin üzerlerine salıyorlardı. Elbette ki genel toplum düzeninin erkek egemen olgularıyla desteklenen bireylerin en eğitimlisi, en okumuşu, en entelektüeli bile gün gelince bu hale gelebiliyordu.

Girmeye çekindiği, belki de göreceklerinden korktuğu için girmek istemediği odanın önündeki halini, sürekli dayak yediği babasının odasının kapısını çalmadan önceki o tutuk haline benzetti. Hem o kadar eskide kaldığından uzak hem bu kadar içinde olan acının bir benzeriydi duyduğu acı. Kendi kısa kadınlık hayatının en ateşli döneminin geçtiği yerdi bu yatak odası. Sosyal yaşamda ne denli uyumsuz iseler, bu odayla sınırlı bir uyumlarının olduğu da bir gerçekti. Mabet olarak gördüğü bu mevziiyi bir başka kadına bırakıp gitmek, bu ayrılığın en dayanılmaz diyetiydi. İyi giden tek şeymiş gibi duran cinsellikleri sayesinde bu kadar uzun yürütülmüş ilişkinin sonuna gelinmişti. Dolapta bir başka kadına yer açmak gerekiyordu. Yatağın başkasına yer hazırladığını hissediyordu zaten. Artık bir başka kadın şikâyetçi olacaktı çok ses çıkardığından. Duvarların ince olduğunu, dikkat etmeleri gerektiğini bir başka kadın söyleyecekti erkeğine. Bunlara alışmak biraz vakit alacak gibiydi.

Alacaklarını yanında getirdiği valize doldurmuş, yalnızlık adasına giderken yanına alacağı üç şeyi seçmişti. Balkonda sessiz bir şekilde bekleyen eski- ki bunu ilk kez kullanıyordu- sevgilisinin yanına gitti. Saçı sakalı birbirine karışmış, pespaye bir hal almıştı. Küçük masanın üstü bira şişeleri, fıstık kabukları, sigara kül ve izmaritleriyle karamsar bir tablo oluşturmuştu. Beraberken izin vermediği balkon pervazında izmarit söndürme özgürlüğüne ilk haftadan başladığını görünce anladı. O aslında çoktan gitmişti. Hatta gitmekte gecikmişti…

Kırlangıç

Sezen’e benzerliğinden dolayı serçe adını taktıkları arkadaşının ayrılık kararından habersiz, hep gelmek isteyip fırsat bulamadığı tatil beldesindeydi. Kapıyı çarpıp çıkmalarıyla ünlenmiş olması canını sıksa da; kişilik yitimiyle sırça köşklerden ahkâm kesenlerden olmadığına seviniyordu.

Sabahları yalnız uyanmanın verdiği zararın yanında bir hiçti başına gelenler…

Okul yıllarında yurttayken bile, erkenden uyanıp odadakilere çay demlemeyi adet edinmişti. Arkadaşları bunun gerçek sebebini hiç öğrenemeyeceklerdi belki, kim bilir önemi de yoktu belki nedeninin.

Bu duygular içerisindeyken yoldan geçen herhangi bir erkeğe bakışının değiştiğini fark ediyordu. Kısa süreli ilişkileri kendine tarz edinmiş olması en çok kendine zarar veriyordu. Çok şeyin farkında olmak mutlu olmaya engel gibiydi. Olacakları tahmin edebilmek, ilişkilerin gidişatının ucunu şimdiden net olarak görmek hiç de sanıldığı gibi faydalı ve güzel değildi. Yaşanan anın tadını çıkarmaya engeldi bu durum. Birazdan şöyle olacak, birkaç gün sonra bu neşeli, tatlı çocuk asıl yüzüne bürünecek diye düşünmek ve Allah kahretsin ki büyük çoğunluğunun gerçeğe dönüşür olması kahrediciydi.

Gitmek; onun için çözümün kendisiydi. Başlangıcı veya bir bölümü değil, çözümün ta kendisiydi ‘gitmek’.

Önceleri kendinden gitmekle başladı onun hikâyesi. Şehrin kasveti, şımarık erkeklerin hiç büyüyemeyen hallerinden kurtuluş için; kendine söz verdiği değerlere veda ederek başladı ilk gitmeleri.

Bu gitmeler, mekânlara veda ile devam etti daha sonraları. Süregelen alışkanlıklarla yaratılmış yaşam alanlarına da veda etmek zorunda kaldı dönemsel olarak. Binalar, semtler, sinemalar terk edildi sırayla. Özünde sevgiliden ayrılma var gibi gözükse de, bu terk edişler aslında mekânların kendisineydi. Çok sevilen çay bahçelerine kızıldı mesela, dondurması güzel diye gidilen pastanelere veda edildi. Her defasında içi daha çok acısa da, mecburiydi bu vedalar. Ayrılıkların hiçbiri şehre veda etme noktasına getirmemişti. Ya da o öyle sanıyordu diyelim. Zira aylardır, başka tatil yörelerinde geçen zamanını hâlihazırda tesadüflere bağlamak, çocukça bir bakış açısı gibiydi.

Kırlangıcımızı en son yakan erkek, acının bin tonunu eklemişti yazıtlarına. Öyle olmalıydı ki bu kapı çarpışı diğerleri gibi onu ferahlatmamış, aksine o kapının sesi buhranın başlama çanı olmuştu.

Kumru

Arkadaşının bu durumunu ilk fark eden o olmuştu. Kırlangıcın özgürlüğüne düşkünlüğü; dünyasına yapılan kan kokulu sortilere karşı zırhıydı. Kimine göre kaçıştı gerçeğin dikenlerinden, görmeyişi kasıtlıydı yani kimine göre.

Gitmek istemediği külliyen yalandı. Belki de içlerinde en çok gitmek isteyen oydu. Bir itiraf mı bu kendine anlayamadı ama gerçek buydu.

Gidemeyişi sorgulanabilirdi elbette, durağanlığında kasıt aranabilirdi hatta bunu bir nevi hastalık olarak tanımlayıp işin içinden çıkıldı sanılabilirdi. Yüzeysel bakış açısı da bunu gerektirirdi.

Dile kolay genç kızlığa adım attıktan hemen sonra yatalak olan annesine tam yirmi yıl o bakmıştı. Büyümek ne demekse artık, o bu dönemde büyümüştü. Hiç gocunmadan, üşenmeden, iğrenmeden geçen bu yıllar boyunca onu anlayan iki kuş vardı. İyi ki…

Kendine ait bir hayatı olmadığı ile asosyallikle suçlandı. Kasvete düşkünlüğü olduğu iddia edildi. Kolaycı olduğu, tek başına ayakta kalamayacağı söylendi. Okulu bitiremediğinden iş hayatından korktuğundan dem vuruldu. Onlara göre:
‘Ekmek elden su gölden’ yaşamayı tercih etmişti.

Tüm bunlara gülüp geçebilecek kadar iç eğitimi vermişti kendine. Zalimlerin ağızlarından akanlarla ancak kendilerini boğacaklarını biliyordu. Cahillerin bakış açılarının değersizliği üzerine kitap yazacak kadar birikimi olmuştu. Onları umursamamak hoşuna gidiyordu. Boşa geçmiş yirmi yılı olduğunu düşünen bu sığ insanlara acımaktan başka bir şey yapamıyordu.

Birbirinin aynı şeyleri yaşamaya meraklı, moda tutkunu insanları anlamakta zorlanıyordu. Kendine buyrulan yaşam tarzını sürmek zorunda olanlara acıyarak bakıyordu. Bilmem ne kremine servet ödeyip yine de tenine küskün insanları, en pahalı giysilerle bile güzel olamadığını düşünen herhangi bir genç kızı, yaşadığı kentte son model arabasından bir tane daha olduğunu duyunca yıkılan adamı düşününce gülmekten kırılıyordu.

Hayatın gerçekleriyle uzaktan bile ilgisi olmayan bu zavallıların, mutluluk için hiç şansları olmadıklarına kanaat getiriyordu.

Beklentilerini kendi ölçümlemiş, doyuma kolay ulaşan, hayatın içinde nefes alan insanları örnek almıştı hep kendisine. Akşam yemeğine ısrarlarına rağmen, ara sıra da olsa gelen genç oğlunun iş bulmasına sevinen komşusunun gülerken şişen yanaklarıydı gerçek. Ev sahibi bu yıl kiraya zam yapmadı diye bu iyilik karşısında ezilen, emekli amcanın acısını hissetmekti gerçek…

Annesinin ölümünden sonraki dönemde neden aynı hayatı devam ettirdiğini merak ediyordu herkes. Öyle ya onlara göre sorun ortadan kalkmıştı yani bahane olarak annesine baktığını söylemezdi. Öyleyse neden halen gidemiyordu. O çevreyle kendisinin gitme figürü benzemiyordu da ondan. Toplumun gitme dediği, evlenme çoluk çocuğa karışma olarak kalıplanmıştı. Oysa bu üç kuş için, özellikle kumru için evlilik ve çocuk gidememenin ta kendisiydi. Böyle bakıldığında hiçbir zaman gidemeyecekti. Onların istediği gibi gitmeyi kendine yediremeyecekti. Kendi gibi gitse, onlara göre gitmemiş olacaktı.

Gidememek kaderdi yani, ne yaparsa yapsın bu evde yapacaktı.

İki kuş çok farklı nedenlerden, çok farklı ruh halleriyle ona taşınmaya karar vermişti. Sevinçten uçuyordu.

Yine eskisi gibi üç kuş aynı bahçede ötüşecekti…

 
Toplam blog
: 70
: 412
Kayıt tarihi
: 02.11.09
 
 

Gençliğime kadar İskenderun'daydım, sonra Yıldız Teknik'te İnşaat Mühendisliği okudum fakat o mesleğ..