Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Mart '10

 
Kategori
Özel Günler
 

Üç mekan tek "istiklal"

Üç mekan tek "istiklal"
 

I. Meclis...Bu resim, daha önce elimde vardı. O gün, sözümüzün eri olarak,bu mekanda resim çekmedik.


(12 MART “İSTİKLAL MARŞI”nın kabulü anısına...)

Her nefes aldığım “an”ı; her adım attığım mekânı; her yolumda karşıma çıkan “insan”ı Allah’ın bana lutfettiği “en parlak yıldız”, “en mucizevî işaret” olarak ele almışımdır, ömrüm boyunca… Asla, bir Polyannacı olmadım; ama her zaman bir şükreden, bir idrak eden, bir ilham alan, bir ders çıkaran olmaya çalıştım. Bu kadar, alıcıları dış dünyaya açık olmaya uğraşırken de; bir iki konuda hassas olmayı bir görev, bir güzellik addettim: Bulunduğum noktadan çevreye aydınlık ve bereket saçmak…Verici olmak; verdim demeden…Sevmek Yaradılanı; ya sevmezse / hiç sevmedin ki demeden…

Bu arzuyla yol adım, yol alıyorum ve yol alacağım; yolumun son anına kadar…Yolumda yürürken; pır pırları beklemektense “pır pır” eden bir yüreğin varlığına şükretmek; o yüreğin gücüyle; her düştüğüm anda kanayan dizlerimi elimle silerek, yeniden ayağa kalkıp da yolda gidebilmek bana yeter…Bu gidişte, yanımda onlarca “pır pır” yürekliyle el ele gönül gönüle güçlü adımlarla, sağlam kulaçlarla ilerlediğimi duyumsamak, ne büyük devlet!

12 Mart günü, çiçeği burnunda Fen Lisemizin heyecanlı öğrencileri ve yaşı ne olursa olsun “genç kalmayı” “azmi”, ”cesareti” elinden bırakmayan iki öğretmeni ile Ankara içinde bir okul gezisi yaptık. Gezi planımızda üç ayrı mekânımız vardı. Birinci ziyaret yerimiz Ankara Palas’tı. Başlarında “en kıdemli” ben olsam da, bir çocuk gibi, en heyecanlısı da bendim. Çocukluğumda, babamın her yaz ayındaki izninde, Ankara’ya dedemin yanına ailece geldiğimizde, bu şehirde birçok tarihî mekân gezmiştik ama, içlerinde Ankara Palas’ı hatırlamıyordum. Mutlaka benim dışımdaki herkes- belki başka illerden yatılı olarak okulumuza gelen üç beş öğrenci dışında- bu mekânı görmüş olmalıydı. Bense ilk defa görecektim.”Bu yaşa kadar bu mekânı göremeyişim, ne büyük kayıp benim için” diye düşündüm bir an.

Ankara Palas’a her birimiz ayrı bir heyecan içinde girdik. O kadar heyecanlıydık ki; binaya girer girmez hemen hepimiz ellerimizdeki cep telefonları ve fotoğraf makineleri ile mekândaki tüm objeleri, tabloları, Atatürk’ün özel köşelerini çekmeye başladık.Ta ki; Bizi gezdiren bina sorumlusu bana bir serzenişte bulunana kadar “Hoca Hanım, gençler buraya koltuklarda oturmaya ve resim çekmeye gelmişler, hiç soru soran yok!” İnanır mısınız, çok utandım; kendim ve öğrencilerim adına…

Aslında hiç de öyle değildi; 12 Mart’ı özellikle seçmiştik. Mehmet Âkif’in yazdığı “İstiklal Marşı”nın Türkiye Millet Meclisi'nde Kabulü anısına- aynı günde olmasına da özen göstererek- bu geziyi düzenlemiştik. Gezi için ilk aklımıza gelen mekân Mehmet Âkif Ersoy’un evi ve Tacettin Dergâhıydı. -Ki bu mekan, benim üniversite yıllarımda Beytepe otobüslerine bindiğim yerdeydi ve ne güzel ki; işte bu mekanı, defalarca gezmiştim.- Sonra, I.Meclis Binasını gezmemizin uygun olacağını düşündük. Ne de olsa, “İstiklal”imizi kazananlar, İstiklal Marşımızı kabul edip de ayakta ilk kez okuyanlar, bu meclis binasının sıralarında oturmuştular.

Daha sonra da, gezimize “Ankara Palas” eklendi. Yani çok bilinçli seçilmiş bir gezi güzergâhımız vardı. Hatta sekiz - on tane fotoğraf çekmekle görevli öğrencimiz; ikişerden üç grup da soru soracak “muhabirlerimiz” bile mevcuttu. Fakat, dedim ya –biz öğretmenler de dahil- Palas’a girince o kadar etkilendik ve coştuk ki; soracağımız sorular bir anda aklımızdan uçtu. Atatürk’ün, Cumhuriyetimizin ilk Bakanlarının, Meclis Başkanlarının, Millet Vekillerinin, Latife Hanım’ın, yabancı devlet adamlarının ve elçilerinin çalıştığı, önemli toplantılar, münazaralar yaptığı; sıcak sohbetler ve balolar düzenlediği o mekânda adeta kendimizden geçtik. Hele hele, bizi gezdiren Bey, “Bu binayı Ankara’da ilk defa, bir Lise geziyor” deyince heyecanım ve onurum bir kat daha arttı. Her köşenin ayrı ayrı resmini çektim: Atatürk’ün oturduğu köşe, Atatürk’ün ve eşi Latife Hanım’ın bulunduğu köşe; Balo salonu, toplantı salonu, Piyano köşesi; duvarlardaki tablolar ve Atatürk fotoğrafları. Muhabirlerin aklı başına gelince Rehberimize sorular sordular. Harıl harıl notlar aldılar. Rehber de daha bir onurla bildiği her şeyi nakletti bize. Hepimiz “o yılların heyecanını” içimizde duyduk; sanki biz binadayken Atatürk de aramızda geziyordu.

İkinci durağımız Ankara’daki I. Meclis Binasıydı. Geziye iki gün evvel karar verdiğimizden, bu bina için almamız gereken Valilik onayı yetişmemişti. Ben Binanın Güvenlik Sorumlusuyla konuştum. Edebiyat öğretmeni olduğumu, okulumu söyledim; günün önemini hatırlatarak rica ettik; gençlerin ve bizim isteğimizi gören görevliler, içeri girmemize izin verdiler. Tek şartları vardı. “Fotoğraf çekmek yasaktı”

İçeride bizi orta yaşlarda bir Bayan Rehber karşıladı. “Anlatışı” ve duruşu bir Tarihçi olduğu izlenimini verdi bana. Ben tam da Bayan’a “Size soru soran öğrencilerimle sadece sizin resminizi çekebilir miyim?” diyordum ki; az evvel bize “resim çekmek yasak” diyen Bey’in arkamda olduğunu işaret etti öğrencilerim. İşaret etmeselerdi zaten; ben incecik bayan, arkamda göremediğim dev cüsseli adamı ezecektim:) Neyse, fotoğraftan vazgeçtik. Özellikle Muhabir öğrencilerim akıllanmıştı artık: Bayan Rehberin söylediği her şeyi not ettiler.

O, resimlerden ve televizyonlardan gördüğüm I. Meclis Salonunun benim evimdeki salondan küçük olduğunu görünce; sıraların zamanın Muallim Mektebinden getirildiğini; tavandaki gaz lambasının, sobanın ve diğer eşyaların civar evlerden ve kurumlardan toplandığını duyunca “kalbim ezildi mi” yoksa “sil baştan kabardı mı” anlayamadım bir an. Fakat kulaklarımda zamanın Mili Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi’nin İstiklal Marşı’nın son kıtasını okuduktan sonra Bütün Meclisin dakikalarca ayakta İstiklal’i alkışlaması yankılandı.

Daha sonra, yan odaya geçtik. Ön planda “Riyaset Makamı” görevinde bulunanların resmi vardı. Arka planda ise Bakanlar Kurulunun toplandığı masa… Masadaki her sandalyeye bir adet düşen, “gümüş hokka ve divit takımı” beni yeniden heyecanlandırdı. Daha mürekkep kurumadan “Cumhuriyet”in ilk yıllarında alınan “o cesur” kararlar geldi aklıma.. Heyecanımı gizleyemediğimi gören Bayan Rehber gülümsedi bana…”Ya işte, öyle Hoca Hanım, O’nlar bununla “tarih” yazdılar…” dedi.

Başka bir odaya geçtik: Kurtuluş Savaşı'nda, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kullanılan bir telefon santrali, birkaç da telgraf çekme aleti ”kutusu” vardı. Gençlere baktım. İşte, bir parça bu odada heyecanlanabildiler, o zamanki iletişimin zorluğunu anlayınca… Diğer odada; Kurtuluş Savaşı’nda bizim ve düşman askerlerinin asker, silah ve mühimmat sayıları karşılaştırmalı olarak verilmişti. Bu odada hepimizin “hayret” nidaları artmaya başladı. Rehber, şunlar da “mitralyöz” deyince; benim yüreğim yeniden “pır pır” etti: “Şu meşhur; şiirlere, şarkılara konu olan mitralyöz, bu mu?” Öğrencilerimi yararak en öne geçtim. Artık Rehber Hanım benim çocukluğuma alışmıştı. Olağan karşıladı, sevinçle hüzün karışımı kuşlar gibi çırpınışım arasında Hanım: ”Evet, “Kahraman Mitralyöz” bu hoca hanım” dedi.Bense “Kahraman Mitralyöz”ümün "hafızama" kahramanca fotoğrafını çektim, yanaklarıma süzülenlere aldırmadan.

Bir odaya daha girdik.Duvarda bir halı vardı:Büyük bir ihtimalle ipekti… Halının tam ortasında Bayrak ve Sancak resminin altında Eski Yazıyla “Hakimiyet Milletindir” yazıyordu. Bir öğrencim bana yaklaştı: “Hocam, bu halıyı yere mi seriyorlarmış o zaman?” “Aferin oğlum, güzel soru bu. Demek ki sizler de duyarlısınız. Galiba biz çocukluğu atamazken sizler olaylara daha ağırbaşlı yaklaşıyorsunuz…” dedim içimden, sonra ona dönüp “Hayır Bahadır, o sadece duvar halısı hiç yere serilmez, böyle bir halı.” Öğrencimin içinin rahatladığını gözlerinden okudum.

Biz öğrencimle halıya takılmışken, Rehber grubumuza bir masayı gösteriyordu: Lozan Barış Anlaşması’nda İsmet İnönü’nün yumruğunu vurduğu masaydı bu masa.2000 yılında İsviçre Hükümeti bize göndermişti, bu masayı… Odalarda bunlardan başka, birçok İstiklal Madalyası; İstiklali savaşta ve barışta bize tattıranların künyeleri; imzalar, mühürler, savaş malzemeleri ve resimler vardı…

Odayı terk ederken, yanımdaki öğretmen arkadaşım öğrencilere dönerek; “Çocuklar ilk defa eşyaların tarihe nasıl tanıklık ettiğini anladım. Lozan Barışı’nın imzalandığı masa, cansız değil; o bir canlı tarih…” Arkadaşımın dile getirdiği o sözleri, eminim, grubumuzdaki herkes aynı canlılıkla hissediyordu.

Binadan çıkmak üzereydik. Rehbere dönerek bu binayla ilgili “Bir broşürünüz var mı?” demek gafletinde bulundum. O ağır başlı Hanım Efendi, sanki kendi eksiğiymiş gibi sıkılarak “Yok, ama bir sayfa bir yazımız var; size vereyim” dedi.

Binadan çıktık. Madem ki, içeride fotoğraf yasaktı biz de binanın merdivenlerine dizildik ve “an”ı ölümsüzleştirdik. I.Meclis’ten Mehmet Âkif’in evine doğru yol alırken minibüsümüz, “Keşke, gezdiğimiz şu tarihî binanın her köşesini, her objesini profesyonelce fotoğraflasalar; her karesindeki anıyı, tarihî bilgiyi yazsalar ve hepsini kitaplaştırsalar” diye düşündüm. Hatta, gurumuz olan bu binalar için Web sitesi bile yapmaları gerek; buradaki tarih zenginliğini cümle âlem görmeli…

Üçüncü mekânımız Mehmet Âkif’în evi ve Tâcettin Dergâh’ı idi. Önce Âkif’in de ilham aldığı Dergâh’ı dolaştık.-Aslında ben öyle sandım- İçeride dua ederken, Fen Lisemize yeni gelen erkek öğrencimin ne zaman içeri girip de duaya başladığını anlayamadım doğrusu… Ben de dua ederken “benim, çocuklarımın, sevdiklerimin, öğrencilerimin, milletimin, ülkemin istiklâlinin devamı için”; bir taraftan da, “ İşte, maddî ve manevî güzelliklerle yetişen bu bilinçli gençler “bizi ayakta tutacak” diye düşündüm. Öğrencim ve ben dışarı çıktık.

Grubun tamamı Âkif’în evine çoktan girmişler, orada üst katta monitörden verilen “Âkif’in Hayatı”nı izlemeye koyulmuşlardı bile… Ben videoyu izlemek yerine “Ev’in içindeki fotoğrafları, Âkif’in ve onu dinleyen iki kişinin maketlerinin de bulunduğu evin kendisinin çeşitli görüntülerini çektim. Âkif’in yattığı odaya girdik iki öğrencimle…”İşte, çocuklar Âkif vefat etmeden önce bu yatağında son röportajını verdi ve o meşhur “Allah, bir daha bu millete İstiklal Marşı yazmayı nasip etmesin, sözlerini burada söyledi” dedim… Sözlerimi bitirirken arkamızdaki iki Beyefendinin de bana kulak kabarttığını fark ettim.. Eve şöyle bir baktım… Âkif’in yaşadığı anlardaki “mütevazi”lik, her yere, yıllar sonrasında bile hissedilir şekilde nüfuz etmişti.

Evden dışarı çıktık; evin önünde Âkif resimleriyle oluşturulan koridorda hep birlikte resim çektirdik. Hatta, bir kamera binayı çekerken “Âkif”i ziyaret eden Fen liseli gençler"i de görüntüledi…

Saat 12’de başlayan gezimiz; servisi okula yetiştireceğimiz için 14.35’te bitti. O üç mekanla ilgili izlenimlerimiz mi? Hala, birbirimize anlatışımız bitmedi. Çoğu dergimize de taşındı… İşte bu yüzden, ben sözü “gençlerime” bırakacağım için çok şeyi anlatamadım size… Anlatamasam da, pırı pır eden yüreklerimiz aynı. Beni anlayacağınızı biliyorum…Bizde bu yürek oldukça, İstiklal’imiz ebediyen devam edecek; Ay ve Yıldızımız sonsuza dek parlayacak; bu yüreklerimiz güçlü ve yekvücut “pır pır “edecek…

Korkmayın; “Kahraman Mitralyöz” bizi bekliyor… Orada…

İyi ki, bu ülkede nefes alıyorum…

(12 Mart 2010-Ankara Okul Gezisi)

Ranâ DEĞİRMENCİ

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..