Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ocak '09

 
Kategori
Sinema
 

Üçlemenin Süt'ü

Üçlemenin Süt'ü
 

Yumurta'nın üzerinden bir yıl geçti, Süt vizyona girdi; İzmir'e geleceğinden umudumu kestiğim hafta Karaca'da buluştuk. Sinema koltuğum ile perde yakın olursa öykünün içine çekildiğim olur. Haberi alan herkes gibi merakla beklemiştim açılış sahnesini. Tülin Özen'in içindeki yılanın, ağaca ayaklarından bağlanarak sallanınca ağzından çıkıp kaynayan bir kazan sütün kokusuna doğru gitmesi çok sarsıcı bir oyunculuk örneğiydi. Sütçülük yapan Yusuf'un evde yılan araması, güğümlerden yılan çıkar mı olasılığını, bilincin en uzak mahallelerinde gezdirmezlik etmedi; tarlada uzanıp uyukladığında da... Filmin öyküsünde böyle bir iç öyküye gerek olmadığını bile bile bu olasılığın olasılığını düşünecek saniyelerim oldu. Zamanın ağır aktığı bir kasabada, toprak ile kendisinden yararlandırdığı canlıların, ortama egemen insanların her çağa uyarlanabilen doğa-toplum ilişkisinin üzerine kurulmuş durumlar öyküsünü 98 dakika boyunca kana kana içtim. Sindirmek süre isteyebiliyor, tüm bağlantılarınız devreye giriyor, çünkü. Annenin, oğula edebiyat sevdası üzerine serzenişi sahnesinde Yusuf'la özdeşleşilmemesini olanak dışı görüyorum. Şiir de, süt de artık karın doyurmamaktadır. İzlerken, aralıklarla Sonbahar'ın Yusuf'una gitti geldi aklım. İki Yusuf'u, iki anneyi hem birbirlerine benzettim, hem yazgılarındaki ayrılıkları gördüm. Toprağa yakın, sür git doğaçlama yaşam biçimlerini bir süreliğine değiştirebilecek ya bir pasaport idi, ya bir askerlik idi; düşler sekteye uğradığı gibi kırıldı gitti... 

Pastoral bir şiirin bir iki dizesi, sanki, lahana tarlasının çitleri önündeki elektrik direği ile dolun olmaya yüz tutmuş ayın ışığı altında, tek yaprağın kımıldamadığı bir geceyi anlatır. Kendi kuyruğu peşinde yuvarlaklar çizen kedi eğlenirken Yusuf kendi içinde döner dolaşır, üzüntüsünü annesinin omuzuna gömer. Yumurta'da, urgancının önünde bayılan yetişkin Yusuf'un askerliğine engel olan hastalık Süt'te görsel olarak daha ayrıntılı işlenir. İlk karelerde, üçlemenin son filmindeki kadar çok mutfak ve yemek göreceğimizi anlamışızdır. O etkileşimden ötürü sıcaklık ve hümanist çağrışımların görselliğe dönüşmesi, Süt'ten, tanıdık bir mutluluk duygusu yayar; süt sağılırken duyulan ile sıcak fırından yayılan kokular gibi... Zehra, yumuşak olsun diye ununu az tuttuğu kurabiyeleri, davul fırının alüminyum tepsisine anaçlıkta profesyonel bir hanım eliyle çok düzenli aralıklarla yerleştirir; zarif, hoş ve bir o kadar kırılgan görüntüsüne karşın küçücük ellerle toprağa ve hayvanlarına güçlü güçlü dokunurken umursamaz tavırlar içinde sigara da içer; derken, 'zaten' kendi istediği için başladığı ilişkisiyle, yandan fiyonklu ayakkabılarıyla yaşamın hep içinde olduğunu gösteriverir. Ne zaman arasak hep aynı yerde bulacağımıza inandığımız annelerimizin de birer insan olduğunu anımsatır Başak Köklükaya. Yumurta'nın mutfağına göre daha kentli öğeler vardır, musluğa takılı su arıtma aracı gibi... Kahvaltı ya da yemek sırasında televizyon izlenir. Oturma odasındaki kanepe ile koltuklar giydirilmiştir. Diğer oda Yusuf'undur. Şiirlerini daktilo eder, dergilere gönderir ve ileride kırmızı Skoda'ya dönüşecek kırmızı motoruyla süt satar. Yumurta'nın Ayla'sı Süt'te, Semra adlı İzmirli bir genç kız olur. O da şiir yazmaktadır, doğrusu şiir denemektedir. Semra denize doğru öyle bakıp büzüştürür ağzını utanarak... Şiiri denemek... Yazmayı denemek ya da yazılmamışı yazılamayan olarak bırakmak... Sanat, ortaya çıkarılamamış yapıtlarıyla zaman zaman ağzı sıkı sıkıya kapalı bir sandık gibidir, zordur; kapağı açılsa da, sanata erişilse de, kavuşulduğundan hiç emin olunamayacaktır; kollarının arasında mı, kayıp gitmiş miydi diye o sürecin türlü boyutlarında kargaşa yaşatacaktır sanatçının ruhunda. 

Sinematografik üstünlüğüyle de göz alan filmde, geniş plan çekimleriyle, yönetmenin eline bir resim fırçasını aldığını düşünürüz. Doğanın uzağında kaldığımız sürece unutacağımız sesleri, küçük kıpırtıları, sazlıkların hışırtılarını, küçük ördek yavrusunu, ardından suyun şırıltısını, bir kreşendoyla avcının ayak seslerini, tüfeğinin çıkardığı gürültüyü ve düşen tempoda da kıyıya çarpan tatlı su balığının çırpıntısını dinleriz. Kucağına sığmayan bu balıkla anneciğine koşan Yusuf'un dudağı bükülür, adagio bir Zehra gülümsemesi ile konçerto sona erer. 

Andrey Tarkovsky etkisi ya da bu auteur'ü çağrıştıran sahneleri ile Semih Kaplanoğlu filmografisi, ağırbaşlılıkla incelenmesi gereken yapıtlardan oluşmakta. Kaplanoğlu'nun film öğreti ya da tümcelerinden çıkarım yapma sırasında Kieslowski, Tarkovsky de okusak etkili olacak. Süt Desem Sineması'na gelirse aynı haftanın sonu, Sinematek Salonu'nda iki Tarkovsky görebilsek keşke... Filmden sonra aklımdan bunları geçirerek İzmir Devlet Resim ve Heykel Müzesi'ni gezdim. Ülkemizin ulusal düzeyde 120 seçkin ressam ve heykeltraşının yapıtlarını izledim, çıktım. Durakta dalgın bir bekleyiş içindeyken yanında durduğum elektrik direğine ilişti gözüm, 2009 Tire takvimi asılmıştı, doğrusu asılmış ve yapıştırılmıştı; ortasında Tire haritası, çevresinde Tire esnafının reklamları ile bu yılki 12 ayımız... Lahana tarlasını aydınlatan elektrik direği karesi çakılıydı zaten beynime, Tire takvimli ikiziyle kendi kendime metafor arandım, nedensiz heyecanlandım! Akşama Bal'ın sinopsisini yeniden okudum, daha çekici geldi bana. Kucakladığı koca balıkla annesine bakışını unutamayacağım Yusuf'un babasını arayışını izleyeceğiz, Bal'da... 

 
Toplam blog
: 101
: 2403
Kayıt tarihi
: 18.11.07
 
 

İzmir'den merhaba! İzmir'de, Göcek'te, Marmaris'te, Milas'ta, Söke'de, Bodrum'da sonra yine İzmir..